Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

.
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Yağmur Damlalarındaki Kayıp

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yağmur Damlalarındaki Kayıp Empty
MesajKonu: Yağmur Damlalarındaki Kayıp   Yağmur Damlalarındaki Kayıp Icon_minitimePerş. Nis. 14, 2011 4:28 pm

Adı: Yağmur Damlalarındaki KayıpYazar: Lee JunkiYazar Notu: Eğer
yazdığım bu hikayeyi uzun demeyip de okuyan 2 kişi bile olursa beni cok
mutlu edersiniz. Çünkü gerçekten emek harcadm ve yazarken psikolojimi
bozdum. Okunmazsa da canınız sağolsun.^^ Yayınlayan Admin: ~Cheonsa Topuklu
ayakkabısının merdivenlerin önüne kadar kovalamaca oynarcasına döşenmiş
fayansların üzerinde çıkardığı ritmik sesler bütün salonda yankı
yapıyordu. Her adım atışında kırmızı rujlu dudaklarını gererek
çevresindeki insanlara küçük bir gülümseme göndermeyi alışkanlık haline
getirmişti. İnsanlara selam veriyor, onların selamını alıyor ve herkesle
konuşacak bir laf buluyordu. “Bugün nasıl gidiyor? Renkli
şekerlerini almayı unutmadın, değil mi, Yong-soon?” Yürümeye devam
ediyor ve üzerinde bütün asaletiyle duran sivri yapraklı kılıç çiçeğinin
olduğu masaya dayanarak iki adım ötedeki koltukta oturan Cheulsu’ya
bakıyordu.“Sabah sporlarını ihmal edersen korkarım ayakucunu bile
görmeni engelleyen koca göbeğin irileşmeye devam edecek!” Kusursuz
dişlerini göstererek bir gülümseme daha gönderip merdivenlere
yöneliyordu. Merdivenleri yine aynı ritmik sesle çıkıyordu. Birinci kata
geldiğinde hemşirenin koluna girmiş, dağınık saçlarından zerre kadar
rahatsızlık duymayan kıza bakıyor ve ona da ayaküstü laf atmaktan geri
kalmıyordu. “Bugün fazlasıyla neşeli gözüküyorsun. Acaba geçen günkü genç adam seni ziyarete mi gelecek, Hyejin?” Bunu
hep yapardı. Etrafta dolanır, herkese gülücükler atar ve onlarla
eğlenirdi. Ama bugün her zaman yapmadığı bir şeyi yapacaktı. Asansörün
önünde durdu, beş numaralı düğmeye bastı ve kapının açılmasını bekledi.
Asansöre bindi. Beşinci katta indi ve koridor boyunca yürümeye devam
etti. Daha sabah pencerelerden içeriye davetsiz misafir gibi giren güneş
aradan iki saat geçmeden insanlara küsmüş gibi elini eteğini çekmişti
bütün binadan. Koridorun sağındaki devasa pencerelerden gökyüzündeki
kara bulutları fark etmesi çok sürmedi. Bulutlar yağmurun habercisiydi.
Koridordan sağa döndü ve soldaki dördüncü odanın önünde durdu. Kapıyı
hafifçe tıkırdattı ama buna gerek olmadığını biliyordu. Cevap beklemeden
kapının kolunu çevirdi ve içeri girmeden önce kapının önünde bekledi. Duvarın
sağına yaslanmış gardırobun üzerinde her geldiğinde genç bir adam
fotoğrafı asılı olduğunu görürdü ama o fotoğraf bu sefer yoktu. Onun
yerini şimdi ne anlamı olduğunu ilk bakışta anlayamadığı onlarca
belirsiz kare dolduruyordu. Odanın içini alışılmış, derin, soğuk ve
ürpertici bir sessizlik kaplamıştı. Odanın bitişiğindeki balkonun kapısı
ardına kadar açıktı. Kapının önünden doğru bir gelinin duvağını
anımsatan perde esen sert rüzgarla birlikte savruluyor, odanın içinde
kıvrak hareketlerle dans ediyordu. Ardından pencerenin
önündeki sandalyede oturmuş, beyazlaşmaya yüz tutmuş saçlarını üzerine
şal örttüğü ince omuzlarına salıvermiş genç kadına baktı. Arkası
dönüktü. Pencereden dışarıyı izliyordu. Bütün Seoul gözlerinin
önündeydi. Birbirleriyle iç içe girmiş gibi gözükmesine rağmen ince bir
disiplin ve düzenin hakim olduğu caddeleri izliyordu belli ki. Karınca
kadar küçük gözüken insanlar, biraz daha uzun olsa göklere dokunacakmış
gibi duran binalar, yağmurun yağmaya başlamasıyla birlikte ortalığa
oturmuş karanlığa set çeken ışıklandırmalar insanın gözüne doyumsuz bir
şölen yaşatıyordu adeta. Seoul’dü burası. Bu sokaklar, bu caddeler ve bu
insanlar. Seoul’dü bu. Bütün bu gördükleri bir parçasıydı bu koca
şehrin. Ve Hansol’un bu gizemli şehri seyrettiğini düşünmüştü Hyemi.“Tatlım,
her şey yolunda mı?” diye sordu Hyemi ve dudaklarından saçtığı mükemmel
enerjiyi yüzünün her zerresine yaydı. Ama Hansol cevap vermedi.
Gözlerini tek bir noktaya dikmişti. İzliyordu, bakıyordu. Ama gördüğü
Seoul değildi. Bu koca şehir onun için küçük bir zerreydi ve o sadece bu
zerreyi izliyordu. Hyemi onun yanına geldi ve kollarını
omzuna dayadıktan sonra burnuna çarpan şampuan kokusunu içine çekti. “Az
önce deprem olduğunu duydum. Bu doğru mu?”Hansol bir an için
gözlerini pencereden indirdi. Ama sonra tekrar aynı noktaya dikti
bakışlarını. Pencerenin önündeki korkuluklara çarpan sonra da kıvrılarak
terasta kendilerini bekleyen acı sondan, yok olup gitmekten habersiz
yağmur damlalarını seyretti. Hayat da böyleydi. Sonra bir damla daha
ilişti korkuluğa. Süzüldü, süzüldü ve sonunda öldü. Korkulukların
öldürücü darbesinden kurtulan bir başka damlaya bakakaldı. Pencereye
kondu, kıvrıldı, dans etti kendince ve o da öldü. Hayat da böyleydi
işte. Koca bir şehir vardı yağmur damlalarının içinde. Koca Seoul vardı.
Umutlar, hayaller, mutluluklar ve hüzünler sığmıştı bu yağmur
damlasının içine. Yağmur damlalarının arasından hayata
bakarken penceredeki yansımasında bir çift göz hayat buldu. Koyu, delici
ve yalvaran gözler. Özlem dolu bakışlar benliğini sardı. Uzaklarda
birisini özlüyordu Hansol, ama kimdi bu? Bilmiyordu. Hatırlayamıyordu.
Ama varlığını biliyordu ve hissediyordu. Gözlerini kapadı, sımsıkı yumdu
ve kendisini boşluğa bıraktı. Cansız bir ses kulaklarına iki kelime
fısıldadı “Seni seviyorum!” Dudağını ısırdı. Biliyordu ama
söyleyemiyordu. Kimdi bu? Yağmur damlalarının sardığı
odadaki ürpertici ve keskin soğuk sırtına bir bıçak gibi saplanıyordu.
Hissizleşmiş parmaklarını oynatacak oldu. Ama o an avcunu sıkıca saran
bir elin varlığını belli belirsiz hissetti ve yine o özlem dolu
bakışları gördü.“Seni seviyorum!” Yumruğunu sıktı
elindeki eli bütün varlığıyla hissetmek için ama eli boşlukta kaldı.
Gözlerini açtı. Hiçkimse yoktu. Kulağına eğilmiş ahenkli sesiyle bir
şeyler mırıldanan Hyemi’den başka hiçkimse yoktu. “Her şey
yolunda öyle değil mi?” diye sordu Hyemi her zamanki ifadesiyle ve
gözlerinin önüne düşen bir tutam saçı küçük bir baş hareketiyle arkaya
savurdu. Parfüm kokusunu taşıyan hafif bir rüzgar yüzünü yalayıp geçti.
Ama çok geçmeden burnunu başka bir koku doldurdu. Bu koku ona çok
tanıdıktı. Bu ne Hyemi’den gelen bayağı parfümdü ne de kendi ak düşmüş
saçlarından gelen bilindik şampuan kokusu. Bu koku dünyanın başka hiçbir
yerinde yoktu. Belki de bunu kendisinden başka hiçkimse duyamıyordu!
Bunun nadide bir koku olduğunu biliyordu… Ama kimin kokusuydu bu? Bilinçaltı
kendisiyle dalga geçiyor olmalıydı. Hayal dünyasının kıyısındaydı.
Gözlerini kapattı. Kendisinin çimlerin üzerinde boylu boyunca uzandığı
canlandı gözünün önünde. Ve ellerini sımsıkı kavrayan bir elin varlığı
onu bütün gerçekliğiyle sarmaladı. “Seni seviyorum!” Bu
ses ona ızdırap veriyordu. Acı bütün benliğini esir almıştı. Başını
sağa sola salladı. Gözlerine bakıldığında tiksinti uyandıracak derecede
benliğini sarmış korkunun emarelerini fark etmek zor değildi. “Kimsin
sen?” diye inledi kendi kendine ve ardından Hyemi’nin omuzlarından
doğru onu saran kollarını hissetti şalının üstünde. Ağlamaya başladı. “Kimsin
sen?” diye bir kere daha fısıldadı ve kısık sesinin odanın buz gibi
beton duvarlarına çarpıp geri yankılanmasını dinledi. “Tatlım,
beni dinle. Kimden söz ediyorsun sen?” Cevap vermedi Hansol. Hyemi onun
bugün her zamankinden farklı davrandığını biliyordu. Bu yüzden nasıl
bir yol izlemesi gerektiği konusunda emin değildi. Kolları
bıkkınlıkla ve pes etmişliğin güçsüzlüğüyle iki yana düştü. Gözlerinin
önünde bir başka görüntü canlandı Hansol’un. Elleri yine onun elleriyle
birleşikti. Elini tutan kişinin ‘Seni seviyorum!’ diye fısıldayan
kişiyle aynı olduğunu biliyordu, ama anıları denizdeki vicdansız bir
kaya gibi suyun dibindeydi ve yüzeye çıkamıyordu. Yine de bilinçaltı bu
sefer daha insaflı olsa gerekti. Hansol’un yüzüne gülümsüyordu bu kez.
Kaşları çatıldı ve kendisini geçmişin kollarına bıraktı genç kadın.
Çimlerin üzerinde yatarken gülümsüyordu ve gülümsemesine ara vermeden
ellerini ellerinden ayırdı ve hayran hayran onu izledi. “Biliyor
musun, Junwoo? Sen dünyadaki en yakışıklı adamsın!” dedi ve ona göz
kırparak saçlarıyla oynadı. Junwoo da – evet Junwoo, bu isim ona
öylesine tanıdıktı ki artık…- parlayan gözleriyle ona baktı ve incecik
dudaklarıyla gülümsedi. “Sen de dünyadaki en güzel
kadınsın!” Ayaklarının ucunda kalktı kadının boyuna yetişmek için ve
Hansol’un yanağına bir öpücük kondurdu. Ardından onları izleyen genç
adamı fark ettiler. “Sizi çok kıskanıyorum doğrusu! Hey, yakışıklı! Bana karşı çok acımasızsın!” “Yapma
Dongwon!” Gülüşmeler ardı ardına gökyüzünde yankılandı ve boşlukta
kayboldu. Ama hepsi bu kadardı. Hafızası kendisini zorlasa da fazlasını
hatırlayamıyordu. Hızlanarak, cama çarpan yağmur
damlalarına kaydı tekrar gözleri. Hyemi’nin ahenkli sesi damlaların
pencereye vururken çıkardığı ritmik seslere karışarak kulaklarına
çarptı. “Beni yanına çağırmışsın. Bir şey söylemek istiyorsun, öyle değil mi?” Donuk
bakışlarını Hyemi’nin yüzüne dikti. Kendisine yöneltilmiş soru dolu ve
biraz da yalvaran bakışlara ruhsuz ruhsuz baktı. Nihayetinde bedenini
ele geçiren dürtüden kurtulamadı ve çaresizce çığlık atmaya başladı.
Bütün bina sallanıyordu. Odanın her zerresi titriyordu. Gardolabı olduğu
yerde durmuyor, duvardaki çerçeveler asıldığı yerde sabit kalamıyor
büyük bir gürültüyle birlikte yere düşüyordu. Odanın içindeki ve
dışarıdaki korkunç gürültü kulaklarını tırmalıyordu. Çığlıklar atmaya
başladı. Oturduğu yerden çoktan ayağa kalkmıştı. Çaresizlik içinde
olduğu yerde döndü. ‘Junwoo!!’ diye bağırdı. Junwoo yoktu,
ses gelmiyordu. Hücrelerindeki bütün enerjiyi boşaltırcasına seslendi
tekrar. ‘Junwoo! Nerdesin?!’ Ama sesine yine cevap alamadı. Saçlarını
yolmaya başladı. Başını ellerinin arasına aldı. Çaresizlik içinde sağa
sola bakındı. Kapının önünde mavi ceketini henüz üzerinden çıkarmaya
fırsat bile bulamamış adama baktı. ‘Deprem!’ diye bağırdı genç adam. ‘Dongwon! Junwoo… O..’ diye inledi genç kadın. ‘Elini
ver! Beni takip et!’ Genç adam Hansol’un elini onun ne tepki vereceğini
beklemeden tuttu ve koşmaya başladı. Kapıyı açtı ama Hansol odadan
çıkmadan ayaklarını frenledi.‘Junwoo.. O…’ ‘Yukarıda.
Onu da getireceğim!’ Hansol televizyonda izlediği ‘Deprem Anında
Yapılacaklar’ programında, her seferinde gördüğü ‘Hazırlıksızsanız
sadece büyük bir eşyanın yanına veya altına diz çökün ve cenin
pozisyonunu alın.’ uyarısını umursamadan kendisini sürükleyen adamın
emri altında koşmaya başladı. Gürültüler duyuldu. Hala sarsılan evin
içinde olmalarına rağmen dışarıdan gelen çığlıklar kulaklarına
ulaşabiliyordu. Bir çığlık onu tekrar durdurdu kapının önünde. ‘Anne!’ ve ardından başka bir çığlık duydu. ‘Sakin
ol, hayatım. Her şey yolunda!’ Kapıya sırtını dayadı birden ve bir an
hareketsiz kaldı. Az önceki çığlıklar ve ne yapacağını bilemeden kendi
eline yapışmış adamın ter kokusu odayı terketmiş, dört duvarın içini
yalnızca içi boş bir sessizlik kaplamıştı. Sırtını dayadığı kapıya
kollarını yasladı ve çevresine bakındı. Gardolabı olduğu yerde
duruyordu. Çerçeveler hala her zamanki yerinde asılıydı. Balkonun açık
kapısından doğru yüzsüz bir komşu gibi odanın içine giren perde hala
rüzgarın attığı çığlıklar eşliğinde havalanıyordu. Eline baktı.
Dongwon’un elini aradı ama yoktu. Junwoo’yu düşündü ve ardından
Hyemi’nin kendisine bakan yay gibi kaşlarının altında ‘Her şey yolunda!’
ifadesini vermeye çalışmasına rağmen başarısız olan, korkunun esir
aldığı gözlerine baktı. “Dongwon…” diye mırıldandı kendi kendine. Hyemi’nin kendine yalvaran sesini duydu.“Hadi tatlım, geçti. Deprem durdu. Kendine gel artık. Birazdan…”“Dongwon
gelecekti, beni aradı. Neden bu kadar gecikti?” dedi Hyemi’yi
dinlemeden. Bilinçaltının oyunları onu fazlasıyla bitkin düşürmüştü. “Az
önce aradı. Gecikeceğini söyledi. Gelecek. Ama önce sakin olmalı ve
elini yüzünü yıkamalısın.” Hansol çobanın peşi sıra yürüyen bir kuzu
gibi itaatkar davrandı ve hemen Hyemi’ye inandı. Dongwon gelecekti ama
önce Hyemi’nin sözlerine uyması gerekiyordu. Hyemi ne tepki vereceğini
umursamadan ona sarıldı, o an ihtiyacı olan tek şeyin sıcak bir kucak
olduğunu fark etmişti. “Hadi beni izle. Dongwon’a gideriz
sonra.” dedi. Hyemi. Onun Doktor Min’le bir seyans daha yapmasının
şimdilik yapılacak en iyi şey olduğunu biliyordu. Zavallı kadın 10 yıl
önce geçirdiği depremi her gün tekrar yaşadığını zannediyordu. Odadan
çıkacakken Hansol durdu ve gardırobun önünde bekledi kısa bir süre.
Elini az önce yere düşüp çoktan parçalandığını düşündüğü çerçevedeki
fotoğraflardan birine götürdü. Bu bir orman resmiydi; ya da Hyemi öyle
zannediyordu. Ama köşesinde küçücük, fotoğrafın ana teması olduğu ilk
bakışta anlaşılmayacak kadar küçük iki insan silueti çarptı gözüne.
Hansol’la birlikte o da baktı. Fotoğraftaki kadın Hansol’du ve elini
tutan küçük bir oğlan çocuğu vardı. Hansol’a baktı. Donmuşçasına
fotoğrafa dikmişti bakışlarını. Gözlerinden yaşlar akıyordu Hansol’un. “Junwoo…” diye mırıldandı kendi kendine ve kulaklarında son bir kez daha aynı cansız küçük oğlan çocuğunun sesi yankı yaptı. “Seni seviyorum anne. Sen dünyadaki en güzel kadınsın!” Beş yaşındaki oğlu Junwoo’nun sesi kulaklarından hiç gitmiyordu. ‘Seni seviyorum…’
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Yağmur Damlalarındaki Kayıp
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Kore Hikayeleri :: Hanguk Iyagi :: Tek Bölümlük Hikayeler-
Buraya geçin: