Hikayenin adı:tatlı cadı
Yazar:derya
Kahramanlar:lee dahae,jeong ılwoo,bae-seo bin,han jieun,ku hyu seon,duruma
göre kahramanlar artabilir.
Bölüm sayısı:belli değil
Türü:romantik-komedi
21.BÖLÜM
Şu anda bunun bir rüya olmaması için neler vermezdim. Hala inanamıyorum.
Bizim playboy benden hoşlanıyor. Kalbim güm güm atıyordu. Bir anda Ilwoo durdu
ve beni kollarımdan tutarak, kendinden uzaklaştırdı. Ne olduğunu anlamak için,
gözlerimi açtım. Elleri kollarımda beni tutuyor;ama hiçbir şey söylemiyordu. Bu
sessizliği bozan ilk ben oldum.
“Ilwoo, ben…”
“Da Hae, sözümü kesme ve sadece beni dinle.” Dedi “Senden hoşlanıyorum…”
Bu sözü kalbimin iki kat gümlemesine yetti.
“Ama, seninle şimdi olmaz.”
Dedi.
Ne diyeceğimi bilememiştim bunun üzerine. Şimdi olmaz mı? Ne demekti bu?
“Neden?” diye sordum. Bu öpücük, “seni seviyorum, sevgilim olur musun?”
demek değil miydi?
Saçlarını karıştırdı ve bana mahcup bir şekilde baktı.
“Bir şeylerden emin olmalıyım. Seni sev…” cümlesini tamamlayamadan, bacağına
tekme attım ve hızla koşarak eve doğru ilerledim.
Hem öpüyor hem de sevdiğinden emin mi olmak istiyor? Ne yaptığını sanıyor?
Ahh…çıldırcam. Kalbim nasılda hızlı atıyor.
Evin kapısının önünde durdum. Bir türlü zile basamıyordum. Hem aileme ne
diyecektim? Kesin beni soru yağmuruna tutacaklardı. “neden geç geldin?
Neredeydin?” bu tür sorulara cevap verecek durumda değildim. Keşke bu öpücüğü
aklımdan silebilseydim.
Derin bir nefes aldım ve son gücümle zile bastım. Kapıyı açan erkek kardeşim
Min Ho’ydu.
“Vay canına, evin aptal
kızı teşrif ettiler sonunda.” Dedi. Bana doğru pis sırıtışıyla. Sinirimden ona
bir güzel vurabilirdim;ama kendimi zor tuttum. Hiçbir şey belli etmemeliyim.
Oturma odasına doğru ilerledim. Babam, bacaklarını uzatmış maç izliyor, annem
ise babama meyve hazırlıyordu. Şimdi sinirden daha da bir hopladım. Bu
erkekler niye kadınları kulanır ki? Aiyhhh…
“Ben geldim.” Dedim ve arkama bile bakmadan odama yürüdüm. Kendimi odamda
çok yalnız hissettim. Ne zaman böyle hissetsem telefona koşar kızlarla
saatlerce konuşurdum. Ama bunu onlara nasıl anlatacaktım? Hiçbir şeyden
haberleri yoktu. Belkide beni hala Seo-bin’e aşık sanıyorlardır.
Bunları düşündükçe daha da çok delirdim. Onlara bunu söylemeliydim.
Ellerinde öleceğimi bilsem de.
-------------------
Sabah her zamanki gibi yavaş yavaş hazırlandım. Servisin kalkma saatini
bekliyordum, evden ayrılmak için. Saat buçuk olunca evden ayrıldım. Ama aksilik
değil mi? Servisinde tam beş dakika fazladan beklemesi tuttu. Mecbur bindim.
Neyseki Ilwoo denen züppe yoktu ortalıklarda. İçim az da olsa rahatlamıştı.
Okula geldiğimde, kızlar her zamanki gibi beni bahçede bekliyorlardı. Dünkü
olaydan sonra araba çarpmış;ama o çarpmadan sonra bir şey olmamış gibi
gibiydim. Yüzüme sahte gülücükler takınıp, yanlarına koştum. Beni görür görmez
konuşmalarını yarıda kesip, bana sarıldılar. Ah…bu kolları özlemişim.
“Da Hae duydun mu?” dedi Hyu seon. “Eun Bin, woo Joong’u seviyorum, derken
Kang’la çıkmaya başladı. Bu kız tam…” Sözünü tamamlayamadan ben söze atladım.
Devamı hoş olmayabilirdi.
“Hey, hadi ders başlayacak.
Kaçırmayalım.” Dedim. Bunu demem üzerine şaşkınlıktan küçük dillerini
yutacaklardı. Ben ve ders, bu iki şey Kuzay Kore ve Güney Kore’nin
barışmasından bile olasıydı. Onlara doğru çocukça gülümsedim.
Ders boyunca aklım hep
başka yerlerdeydi. Kafamı sağa sola salladım. Bu duygulardan hemen
kurtulmalıydım.
JEONG ILWOO
Odanın kolunu çevirdim ve
içeriye girdim. Büyükannem, çoktan uyanmış, çalışma masasında bir şeyler
inceliyordu. Onu böyle görmek beni hiç şaşrtmadı. Tipik büyükannem.
Onun, geldiğimi fark etmesi
için birkaç kez öksürdüm. Kafasını bana doğru çevirdi ve tatlı bir şekilde
gülümsedi desem yalan olur. Her zamanki büyükannem; asık suratlı, soğuk ve
herkesi kendinden küçük gören.
“Geldin demek Ilwoo.” Dedi.
Masasına doğru yaklaştım ve saygımı göstermek için eğildim.
“Beni neden çağırdın?” diye
sordum.
Masadaki telefonun
ahizesini aldı.
“İki papatya çayı.” Dedi.
Bu demek oluyordu ki uzun bir sohbetimiz olucak.
Oradaki koltuklardan birine
oturdum.
“Buraya neden geldiğini
biliyorum Ilwoo.” Dedi ve devam etti.
“Sanırım her şeyi
hallettin. Burada bir işin kaldığını sanmıyorum.”
Büyükannemin her söylediği bir emirdir. Bu sanmıyorumun altında aslında
“Artık Amerika’ya dönebilirsin.” Yatıyordu.
“Hayır, daha bitmedi.” Dedim soğuk bir sesle.
“Nasıl” anlamında kafasını salaldı..
“Fabrikadan haberin var mı?” diye sordum sert bir ses tonuyla. Bunun üzerine
şaşkınlığını gizleyemedi.
“Bunu nerden biliyorsun?” diye sordu.
“Anlat bana.” Dedim.
Koltuğundan kalktı ve odadaki pencereye doğru ilerledi.
“Ilwoo, gözünde ailen
canavar görünüyor olabilir. Ama bizde geçmişteki hatalarımızın farkındayız.”
Dedi ve yüzünü bana doğru döndü.
“Bizde bu işe bir el attık.
Seo-bin’in babasının elindeki fabrikayı oğlunun üzerine yapacağız. Zaten en
başından beri bu onun hakkıydı.” Dedi. Zorlada olsa gülümsemeye çalışıyordu.
“O fabrika babasının değil mi?” diye sordum. Bu sorum büyükannemin koltuğunu
kabarttı.
“Ilwoo, onun gibi biri, nasıl böyle büyür? Anlasana bu sırrı saklaması için
ona neler verdik. Şimdide asıl sahibine veriyoruz.” Dedi.
Kafam çok karışmıştı. Bu aslında iyi miydi? Onu bile anlayamıyordum.
“Seo-bin o fabrikayı ne yaparsa yapsın. Artık onun.” Dedi.
O sırada içeri, ellerindeki bavullarla Sekreter Kang girdi. Elinde de bir
bilet vardı.
“Bunlar ne?” diye sordum.
“Artık Amerika’ya dön Ilwoo. Annen seni özledi. Babanda.”
Babamda mı özlemişti. Buraya geleceğimi duydu;ama bir kere bile sarılmadı. O
adam mı beni özledi büyükanne.
“Burada kalmam lazım büyükanne. Biri…” sözümü tamamlayamadan beni durdurdu.
“Hastaneye birlikte gittiğiniz kız mı? Hayır Ilwoo. O kız için burada kalacak
kadar küçülmedin sen.” Dedi.
Bunu söylemesiyle şah damarıma basmıştı. Kendimde olmadan ayağa kalktım ve
hızla büyükanneme doğru yürüdüm.
“Senin bu konuda konuşmaya hakkın yok.” Dedim bağırarak.
Soğuk bir şekilde, “onunla olmaz Ilwoo. Uçağın 3 saat sonra.” Der demez
odadan çıktı.
Arkasından gidecekken Sekreter Kang beni durdurdu.
“Büyükannenizi dinleyin efendim.” Dedi.
Büyükannemi dinlemek mi? Bunu yapamam.
LEE DA HAE
Ah… bu dersler beni öldürecek. Acayipte uykum var.
“Hey, Da Hae hadi dışarı çıkalım.” Dedi Hyu Seon
“Bırakın beni. Siz gidin.” Dedim. Onları başımdan kovmak için elimi kolumu
salladım. Ama hiç umursamadılar bile. Kolumdan tutarak beni dışarı çıkardılar.
Temiz hava az da olsa uykumun kaçmasını sağladı.
Bir anda arkamdan bir ses, “Da Hae.” Diye bağırdı. Arkamı döndüğümde
gözlerime inanamadım. Bunlar Seo-bin ve Ji Min’di. Onların burada, birlikte
görmek beni çok şaşırttı.
Ji Min, yanıma hızla geldi ve koluma girdi.
“Nasılsın Da Hae?” diye sordu. Bu kız niye bana bu kadar sıcak davranıyordu
ki?
“İyi.” Dedim sadece. Kolumu daha da sıkı tuttu. Bana doğru göz teması kurdu.
Sanki bir şeyler vardı.
“Seninle biraz konuşalım.” Dedi yumuşak bir ses tonuyla. Onu daha öncede
böyle görmüştüm. Seo-bin ve Ilwoo kavga ederken. Ama kızları yalnız bırakamazdım.
“Kızlar…” sözümü tamamlayamadan Ji Min, Seo-bin’e;
“Hey Seo-bin, kızlara birer dondurma ısmarlamaya ne dersin?” dedi. Seo-bin
onaylarcasına kafasını salladı. Vay anasını bunlar kardeş olmuş ya.
Okulun arka bahçesine doğru ilerledik. Kolumu sıkmayı sonunda bırakmıştı.
“Ilwoo gidiyor Da Hae.” Dedi birden. Bunu söylemesiyle durdum. Gözlerine
doğru bu sefer ben baktım.
“Amerika’ya gidiyor. Onu
bir tek sen durdurursun.” Dedi aceleyle.
Ben mi?
“Nasıl?” diye sordum.
“Ilwoo, sana nasıl aşık oldu hala anlamış değilim.” Dedi.
Ilwoo, bana mı aşık? Ama o
dün…
“Da Hae, bunu anlamayacak
kadar aptalsın. Senin için gitmek istemiyordu; ama cadı büyükannesi onu zorla
gönderiyor.” Dedi.
Tek kelime söyleyemiyordum.
O beni seviyor.
“Ne zaman gidecek?” diye
sordum.
Saatine baktı. Ciddi bir
sesle, “En fazla bir saati var.” Dedi.
Olamaz. Ben nasıl
yetişirim. Yanımızda bir anda Seo-bin belirdi.
“Sanırım nasıl yetişeceğini düşünüyorsun. Ilwoo’nun kadar güzel olmasa da
benimde bir arabam var.” Dedi bana gülümseyerek.
---------------
Daha fazla zaman kaybetmedik. Seo-bin arabayı o kadar hızlı sürüyordu ki,
nerdeyse midem kalkacaktı.
“Teşekkür ederim.” Dedim. Seo-bin’e doğru bakarak.
Hiç istifini bozmadan, “
Seni yetiştireyim. Öyle teşekkür et.” Dedi.
Onunla daha fazla
konuşmadık. Konuşamıyordum. Öyle heyecanlıydım ki! Ya yetişemesek. Bir daha
Ilwoo’yu görebilir miydim? Ona daha o iki kelimeyi etmemişken.
Havaalanına geldik. O kadar
kalabalıktı ki Seo-bin,
“Seni keşke Ilwoo’dan önce
ben sevseydim.” Dedi ve hızla kapımı açtı. Kapıdan hızla çıktım. Ona tam
teşekkür edecekken, arabasını sürdü.
Seni Ilwoo’dan önce ben mi
sevseydim? Ahh… Da Hae ne düşünüyorsun sen? Ilwoo’yu bulmalıyım.
Hızla koşarak havaalanının içerisine girdim. İnsanlara çarpmak umrumda bile
değildi. Koşuyor, “Ilwoo.” Diye bağırıyordum. Gözlerimden akan yaşlar,
görüntümü bozuyordu. İnsanları daha da bulanık görmeye başladım. Göz yaşlarımı
silecek vaktim bile yoktu. Ama bir anons dikkatimi çekti:
“Amerika, Washington 16 seferi kalkışa hazırdır..” Dedi. Bunu duyar duymaz
olduğum yerde kaldım. Dizlerim daha fazla dayanamadı ve yere çöktüm. Artık
gözyaşlarım daha da hızlı akıyordu. Son bir kez- bir daha söyleyemeyeceğimi
bildiğimden-yüksek sesle,
“Seni seviyorum.” Dedim.
beğeni ve yorumları bekliyorum demeden önce beğenen ve yorum yapan herkese
çok teşekkür ederim
şimdi diyebilirim beğeni ve yorumları dört gözle
bekliyorum
Hikayenin adı:tatlı cadı
Yazar:derya
Kahramanlar:lee dahae,jeong ılwoo,bae-seo bin,han jieun,ku hyu seon,duruma
göre kahramanlar artabilir.
Bölüm sayısı:belli değil
Türü:romantik-komedi 22.BÖLÜM
Her ne kadar net göremesemde gözümün önünde bir peçete belirdi. Tereddüt
etmeden aldım ve bana bunu vereni daha iyi görebilmek için ayağa kalktım.
Şu anda karşımda olduğuna inanamıyoum. Bunun hayal olma olasılığını da
düşünerek, yüzüme bir kaç tane tokat attım. Ilwoo, birden kolumu tuttu ve beni
kendine doğru çekti.
"Emin ol, bu rüya değil." dedi. Kendimi ondan uzaklaştırdım ve
yüzüne baktım. Evet bu Ilwoo'ydu. Kim böyle gamzelerini çıkararak
gülümseyebilirdi ki.
Ben ona böyle bakarken, Ilwoo birden kolumdan tuttu ve havaalanında
koşturmaya başladık. Ne olduğunu anlayamamıştım. Neden böyle koşuyorduk ki?
Yüzümü Ilwoo'ya doğru döndüm. Hayatından memnun görünüyordu. Onunla böyle
koşmak, kendimi hiç olmadığım kadar huzurlu etmişti. Havaalanından dışarı
çıktık. İlk karşımzıda duran taksiye zaman kaybetmeden bindik. Nereye ve neden
böyle koştuğumuzu hiç anlamamıştım. Ama Ilwoo'ya güveniyordum.
Han Nehri'nde indik. Sahil kenarında yürürken, beni durdurdu ve beni
karşısına geçirdi.
" Seni seviyorum Da Hae. Hayatımda hiç olmadığım kadar huzurluyum
yanında. Seni bırakamam." dedi.
Kendimi şu anda onun kollarına atabilirdim. Sevinçten bağırsam tüm Kore'ye
rezil olabilirdik. Sanki herkes bizi izliyor gibi geliyordu burada.
"Benim sevgilim olur musun?" dedi.
Şaşkınlığımı üzerimden atmama rağmen bir şey söyleyemiyordum. Sadece kafamı
sallayabildim. Bu onun beni öpmesine yetmişti bile. Bu seferki karşılıklı ve
aşk doluydu. Bunu her gören hissedebilirdi.
-----------------------
Sabah hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. İki saat erken kalktım. Daha annem
bile kalkmamıştı. Bugün kahvaltılarını ben hazırlayacaktım. Ama önce duş almam
lazımdı.
Annem kalktığında bendeki farklılığı görünce, yanıma doğru yaklaştı. Bu
halimden sanırım endişe duymuştu.
"Sen iyi misin tatlım?" dedi. Gözlerini benden saniyesine
ayırmıyordu. Kendimde olmadan gülümsedim ve yanağına bir öpücük kondurdum. Bu
onu daha da şaşırttı.
"İyiyim anne. Hemde hiç olmadığım kadar." dedim ve evden çıktım.
Servisin kalkmasına daha 15 dakika vardı. Fazla beklemeden servis geldi. İlk
kez okula oturarak gidecektim. Bacaklarımı uzattım ve bu anın keyfini
çıkardım.Serviste her yer dolmuştu ve sadece benim yanım boştu.
"Oturabilir
miyim?" dedi bir çocuk. Yapacak bir şey yoktu. Erken gelen kapar.
Ilwoo, servise bindiğinde göz göze geldik; ama hemen kafasını çevirdi. Acaba
yer tutmamı mı bekliyordu. Tefonumun titremesiyle, mp3 çalarımı nkulaklığını
çıkardım. Arayan Ilwoo'ydu.
"Günaydın." dedim gülümseyerek.
"Neden bana yer tutmadın?" dedi. Sesi çok soğuk gelmişti. Kim
bilir arkada ne kadar somurtuyordur.
"Neden geç geldin?" diye sordum.
"Yanındakine söyle, kalksın yanından." dedi.
Bu acaba kıskançlık belirtileri miydi? Şu anda yüzünü görmek öyle çok
isterdim ki Ilwoo.
"Niye ki? Tatlı çocuk." dedim. Gülmemi zor tutuyordum. Ilwoo'yu
ilk kez böyle görüyordum. Bu hali bile çok hoşuma gitmişti.
"Yaa, daha dün benimle öpüştün. Şimdi de o çocuğa mı..."
söyleyeceğini tamamlayamadan sustu. O kadar yüksek bağırmıştı ki herkes-bende
dahil- ona doğru baktı. Yüzünün hali beni çok güldürmüştü.
Servis durur durmaz aşağıya atladım. Kızlar büyük ihtimalle beni
bekliyorlardı. Bizi yakın görmeden, benim onlara her şeyi anlatmam lazımdı. Ama
kıskanç ve sinirli oppam durur mu? Ona oppa demek bile bir garibime gitti. Beni
kolumdan tuttuğu gibi durdurdu. Yüzüne bakarsam kesin gülme krizine girerdim.
Bu yüzden elimden geldiğince kafamı ona doğru çevirmedim.
"Sen...ölmek mi istiyorsun?" dedi. Sinir küpüne dönmüştü adeta.
Umursamamaya çalışarak, "sonra konuşalım Ilwoo. İşim var." dedim.
"Da Hae bu söylediğine seni pişman edeceğim." dedi ve yanımdan
ayrıldı. Ne yapabilirdi ki?
O gider gitmez kızlar yanımda belirdi.
"Selam." dedim. Onlara nasıl söyleyeceğimi hiç bilmiyordum.
Hyu Seon büyük bir lokma ısırdı ve bana doğru konuştu. " Da Hae, kaç
gündür birlikte bir şeyler yapmadık. Yarın arkadaşlığımızın sekizinci yıl
dönümünü kutlamaya ne dersin?" dedi.
Bu harika bir fikirdi. Ama ilk günlerden Ilwoo'yu ekmek de istemiyordum. Tam
kızlara Ilwoo'yla çıktığımı söylecekken, gürültülü bir ses duyduk.
"Lee Da Hae...Lee Da Hae... Bu isim size tanıdık gelmiş olabilir. Bu
kız benim sevgilim. Ona yan gözle bakan elimde kalır." anonsta bir
kesiklik oldu. Kafamı kızlara doğru döndüm. Ilwoo yine yapacağını yapmıştı.
Kızlara her şeyi alıştıra alıştıra söyleyecektim. Ama şimdi bugünü arkadaş
katletme günü olarak ilan edeceklerdir. Kim bilir?
"Kızlar bakın...aslında...ben zaten size..."
Bir türlü söyleyemiyordum. Jieun bana doğru yavaş yavaş yaklaştı ve sırtıma
bir tane geçirdi.
"Helal sana Da Hae, sonunda turnayı gözünden vurdun." dedi
gülümseyerek.
"Sen bizi salak mı
sandın. Hey! Jieun ben sana demiştim." dedi Hyu Seon.
"Sizin haberiniz var
mıydı?" dedim gözlerimi kocaman açarak.
"Azcık ipucu aldık;
ama çok az." dedi Hyu Seon.
Bu azcık ipucuyu kim
verdiyse, hayatımı kurtardığı kesin. İçim şimdi rahattı işte.
Okuldan çıkışta servis,
okulun dışında bekliyordu. Ona doğru giderken birisi arkamdan adımı seslendi..
Bu sesi daha önce hiç duymamıştım ve tanımıyordum.
"Bayan Da Hae, biraz
konuşabilir miyiz?" dedi ve parmağıyla, siyah, son model bir araba
gösterdi.
Uzaktan Ilwoo'yu görmüştüm.
Ona tam seslenecekken sekreteri andıran adam beni durdurdu.
"Kimsenin haberi
olmaması gerekiyor. Lütfen gidelim." dedi.
Arabaya bindiğimde
gözlerime inanamadım. Bu kişiyi daha önce görmüştüm.
JEONG ILWOO
Serviste Da Hae'yı
göremeyince, aklıma arkadaşlarına sormak geldi. Son anda onları servise
binerken yakaladım. Da Hae'nin servise gittiğini ve bir daha görmediklerini
söylediler. Nereye gitmişti bu kız şimdi?
Tefonumdan numarasını
çevirdim; ama meşgule veriyordu. Daha da çok meraklandım. Evi arayıp, nerde
olduğunu sorarsam da ailesi telaşlanacaktı. Ahh! Bu kız...
Ne yapacağımı
bilemediğimden eve gittim. Canım o kadar çok sıkılmıştı ki, dışarı, yürüyüşe
çıktım. Hero ve -sanırım Da Hae'nın erkek kardeşiydi- küçük bir çocuğun bankta
oturduğunu gördüm. Islık çalmamla Hero koşarak yanıma geldi. Sahibi gibi
yaramaz değildi en azından. Kardeşide Hero'nun arkasından geldi.
"Merhaba ben
Ilwoo." dedim.
Çocuk tatlı bir şekilde
gülümsedi. Ve "bende mİnho." dedi. Erkek kardeşi de Da Hae
kadar tatlıydı. Minho'nun Da Hae hakkında haberi olup olmadığını merak
ediyordum. Bu yüzden ağzını aramaya karar verdim.
"Genelde kız kardeşin gezdirirdi." dedim. Çocuğun yüzüne bakmamaya
çalışıyordum. Bir şeyleri çakmasından korkmuştum.
Yüzüme garip garip baktıktan sonra, "Unnim daha gelmedi." dedi.
Daha gelmedi mi? Da Hae, neredesin?
"Tamam, görüşürüz." dedim ve hızla yanlarından uzaklaştım.
Gidebileceği yerleri dakikalarca düşündüm. Daha ilk günden beni ekmiş
olamazdı değil mi? Kafamda son anda bir şey çaktı. Ben servise binerken, okulun
bahçesinden siyah bir Mercedes ayrılmıştı. Bunu neden daha önce düşünemedim ki!
Büyükannemin, mafya kılıklı korumalarından kurtulunca boş kalmayacağını
bilmeliydim. Evin önündeki arabaya hızla koştum ve büyükannemin kaldığı otele
doğru gittim.
Asansörün düğmesine basacakken, Da Hae'yı danışmanın önündeki koltuklarda
otururken gördüm.
Ona doğru yaklaştım ve yanındaki koltuğa oturdum. Beni hiç farketmemişti
sanki. Kafasını eline dayamış bir şeyler düşünüyordu. Ona doğru eğildim ve
"Buranın yemekleri çok lezzetlidir." dedim. Kafasını bana doğru
çevirdi. Beni görür görmez yüzünde bir gülümseme belirsede hemen silindi. Bana
hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve otelin dış kapısına gitti.
Onu kapıda yakaladım ve kendime doğru çevirdim. Gözlerinden hiçbir şey
anlamıyordum. Büyükannem ona ne söylemişti?
"Da Hae, o kadın sana ne söyledi?" diye sordum. Bakışlarını benden
kaçırıyordu. Elimle yüzünü kendime çevirdim.
"Ben bunu yapamam." dedi ve hemen yanında duran taksiye hızla
bindi.
Giden taksinin arkasından dakikalarca baktım. Hayatıma engel olunacaksa bunu
adaletli yapmalılardı. Ben bunu haketmemiştim.
Her şeyi düzeltmeliyim. Da Hae, beni bir kere dinleseydin keşke... lütfen
beğeni sayısı düşmesin
beğeni yine iyi ama olsun
beğenilerinizi ve
yorumları bekliyorum
Hikayenin adı:tatlı cadı
Yazar:derya
Kahramanlar:lee dahae,jeong ılwoo,bae-seo bin,han jieun,ku hyu seon,duruma
göre kahramanlar artabilir.
Bölüm sayısı:belli değil
Türü:romantik-komedi
23.BÖLÜM
Da Hae yanımdan hızla ayrıldı ve ilk duran taksiye bindi. Gözlerim hala
uzaklaşmakta olan taksideydi. İçten içede kendime kızıyordum. Onun gitmesine
nasıl müsaade etmiştim. Dakikalarca otelin önünde, şapşal gibi durdum. Kendime
gelmem uzun zaman aldı.
Hızla büyükannemin kaldığı odaya çıktım. Kahya beni görünce hiç şaşırmadı ve
hemen kapıyı açtı. Demek geleceğimi biliyordu cadı. Onu her zamanki gibi
masasında otururken buldum. Kim bilir Da Hae’ye neler söyledi?
Beni görünce hiç istifini bozmadan tekrar önündeki dosyaları inceledi. Sanki
burada yok muşum gibi. Onun bu tavrı üzerine iyice sinirlenmiştim. Bu sinirle,
masasına ellerimi dayadım. Fazla ses çıkarmış olacak ki kızgın bir şekilde bana
baktı.
“Ona ne söyledin büyükanne?” dedim. Sesimi sakinleştirmeye çalışsam da bir
türlü olmuyordu.
“Seninle olamayacağını”
dedi. Benim aksine sesi oldukça sakindi.
“Peki o?” diye sordum.
“İlk başlarda o da senin gibiydi. Ama ailesi hakkında olacakları duyunca,
daha ben bir şey demeden odadan hızla çıktı.” Dedi.
Bu ne demek oluyordu şimdi?
“Ailesine ne yapacaksın?” diye sordum.
“Babasının fabrikadaki konumu oldukça iyi. Adam çalışkanmış. Kızı, babasına
hiç çekmemiş. Biliyorsun onu çok kolay bu işinden ederim.” Dedi.
İşte benim tipik büyükannem. Onun bu sözleri beni hiç şaşırtmadı. İstediği
olmadığı zaman mutlaka, bunu kendi lehine çevirirdi. Ve yine yapmıştı.
“Bunu yapma.” Dedim. Sakin
olmaya çalışıyordum. “Büyükanne, Da Hae’yi bırakmayacağım.”
Ayağa kalktı. Ve kendine
viski doldurdu.
“Beni kötü büyükanne yapma
Ilwoo. Buraya seni acil götürmeye geldim. Baban hasta. Seni çağırdığımı o hiç
bilmiyor. Bilse kesin bana engel olurdu. Bu zamana kadar, hasta olduğu halde
sana karşı hiçbir şey söylemedi.” Dedi. Gözleri dalmıştı. Bir an büyükannemin
gözyaşlarının aktığını bile söyleyebilirim. Viskiyi tuttuğu elleri titriyordu.
Bir an düşeceğini hissettiğimden hızla elindeki kadehi aldım.
“Babanı, tedaviye isveç’e
göndereceğiz. O zamana kadar Newyork’a git. O zamanda, o kızı hala seversen
karışmayacağım.” Dedi.
“Kaç yıl kalacağım?”
“5” dedi. “Babanın uçağı
yarın sabah kalkıyor. Bir an önce şirketin başına geçmelisin.”
Bu sefer itiraz edecek
durumda değildim. Babamı gördüğüm son haliyle düşündüm. Ben gideceğimi
söylediğimde beni hemen yanından kovdurmuştu. Kapıyı aralayıp, ona baktığımda
bir resme hüzünle bakıyordu. Bu belkide babama karşı yapmam gereken son görevim
olabilirdi.
Kafamı hafifçe salladım. “Uçağım
kaçta?”
“Bu sabah 6’da” dedi.
“Peki ya sen?”
“Buradakilerle
ilgileneceğim.” Dedi.
Zamanım yoktu. Da Hae’ye
beş yıl sonra döneceğimi nasıl söyleyecektim.
LEE DA HAE
Taksiden iner inmez Hero’nun yanına koştum. Bu durumda eve gidemezdim. Önce
kendimi toplamam lazımdı. Onu görür görmez, daha da hızlandım ve boynuna
atladım. Kafamı, yumuşak tüylerine gömdüm. Etraf karanlıktı; ama birileri
görmesin diye Hero’yu kendime siper etmiştim.
Bir yandan ağlıyor bir
yandan ise kendime kızıyordum.
Hıçkırıklarıma engel
olamadan, “ Onu görünce kendimi öyle zor tuttum ki Hero. Nerdeyse boynuna
atlayacaktım.” Dedim.
Gözyaşlarımı elimin
tersiyle sildim.
“Hero yarına hazır mısın? Seni
en sevdiğimiz yere götüreceğim.” Dedim.
Benim bu söylediğimi duyar duymaz havlamaya başladı. Yarın, orada daha iyi
olacağım.
---SABAH---
Sabah erkenden kalktım. İçimde garip bir huzursuzluk olsa da umursamadım.
“Büyükbabana bunları da götür.” Dedi annem elindeki kutuyu uzatarak.
“Bunlarda ne anne?” diye sordum.
“Onun sevdiği yemekler.” Dedi gülümseyerek.
Annemin yanına doğru gittim ve yanağına bir öpücük kondurdum.
“Sen birtanesin” Dedim ve kapıdan hızla çıktım.
Hero’yu da alıp, büyükbabamın yanına doğru ilerledik.
Büyükbabam, bir dağın tepesinde, Seul’un ayaklarının altında olduğu bir
yerde. O öleli tam tamına üç buçuk yıl oldu. Büyükbabam, ben ve Hero harika bir
takımdık. Kendimize hep üç silahşörler derdik. Min Ho bizle pek takılmazdı. Ama
büyükbabam onunla da zaman geçirirdi. O ders çalışmak istese büyükbabamda
onunla birlikte çalışırdı. Ders çalışırken bile çok eğlenirdi Min Ho’yla. Bu
durumda onları biraz kıskanırdım; ama büyükbabamın en çok beni sevdiğini de
bilirdim. Onun Porthos’uydum.
Annemin getirdiği yemekleri açtım. Büyükbabama saygımı sunduktan sonra ayağa
kalktım. Hero’da ben kalkar kalkmaz kalktı. Büyükbabamın çevresinde çıkan
yabani otları yolduktan sonra, tam gidecekken yanımıza siyah bir araba
yaklaştı. Bu araba bana çok tanıdık geldi. İçinden tamamen siyah giyinmiş
birisi çıktı ve hızla arka kapıyı açtı. İçerden bir kadın çıktı. Onu daha net
görebilmek için kafamı hafifçe eğdim. Ama bu nasıl olur? Bu kadın Ilwoo’nun
büyükannesiydi.
Yolculuğum uzadı; ama fazla bekletmemek için yazdım. Umarım beğenirsiniz.
Diğer bölümü final yapmayı düşünüyorum.
Hikayenin adı:tatlı cadı
Yazar:derya
Kahramanlar:lee dahae,jeong ılwoo,bae-seo bin,han jieun,ku hyu seon,duruma
göre kahramanlar artabilir.
Bölüm sayısı:belli değil
Türü:romantik-komedi
24.BÖLÜM
Bu kadını ne zaman görsem tüylerim diken diken oluyor. Ayhh! Niye karşıma
çıktı ki. Acaba yanından çaktırmadan geçsem mi? Hayır, yapamam. Bu seferde
saygısız olurum. Büyükbaba, ordan bile başımı belaya sokuyorsun. Kafamdaki
şapkayı çıkardım ve Bayan Jeong’un önünde hafifçe eğildim. O da aynı benim gibi
şaşkın görünüyordu. Neden, bu kadın büyükbabamı ziyarete gelmişti ki?
“Merhaba, efendim.” Dedim.
Yüzüme manalı manalı bakıyor; ama hiçbir şey söylemiyordu. Sessizliği mecbur
bozan ben oldum.
“Büyükbabamı nerden tanıyorsunuz?” diye sordum.
Bunu duyar duymaz, yüzünden kan çekildi sanki. Yavaş adımlarla büyükbabama
doğru yaklaştı ve Sekreter Kang’ın ona uzattığı çiçeği büyükbabamın önüne
koydu. Ardından ise getirdiği bir şişe sojuyu büyükbabama ikram etti. Bayan
Jeong bunları yaparken, Hero ile ben şaşkınlıkla olanları izliyorduk. Temkinli
adımlarla Bayan Jeong’a doğru yaklaştım.
“Demek chun gu senin büyükbaban?” dedi. Sesi hafif titriyordu. Yüzünü daha
iyi görebilmek için, Bayan Jeong’un yanına çöktüm.
“Evet, o benim büyükbabam.”
Dedim. Sesim fazlasıyla gururlu çıkmıştı.
“Bunu nasıl anlayamadım.”
Dedi ve kafasını bana doğru çevirdi. “Gözlerin, aynı Chung.”
Bunun üzerine ne diyeceğimi
bilemedim; ama ağzımdan tek şu kelimeler çıktı. “Burnumu da ona benzetirler.”
Dedim. Ben bunu söylememle Bayan Jeong hafif bir tebessümle güldü. Garip bir
kadındı gerçekten. Sanki o soğuk, ciddi tavırlarını unutmuştum bir anda.
Ayağa tam kalkıp
gidecekken, “Büyükbabam sizinle nerden tanışıyor?” diye sordum. Bu sefer sorum
arada kaynamasın diye vurgulu söylemiştim.
“Sevdiğim bir dostum.”
Dedi. Yüz ifadesini görememiştim. Arkasını dönmeden son model arabasına bindi.
Hero’yla yolda giderken
kendimize birer çikolata aldık. Çikolata dün yaşadıklarımı az da olsa
düşünmememi sağlıyordu. Hero kendi çikolatalarını bitirmiş, bu seferde
benimkilerini istiyordu. Yol boyunca bana yalvaran gözlerle baktı. Daha fazla
dayanamayıp, ona da vermeye başladım. Hatta bunu oyuna bile çevirmiştik. Ben
havaya atıyor, Hero’da havada yakalıyordu. Onun çikolatayı havada yakalamak
için verdiği çaba çok komikti.
Trafik ışığı kırmızı
yanınca karşıya geçmeye başladık. Karşıya geçerken bile, oynamaya devam
ediyorduk. Ben Hero’nun gelmediğini fark etmeden karşıya geçtim. Yanımda onu
göremeyince, telaştan hemen arkamı döndüm. Yeşil ışığın yanmasına son on saniye
kalmıştı ve benim köpeğim havada yakalayamadığı çikolata parçasını almaya
çalışıyordu. Hızla koşuyor ve bir yandan da “Hero” diye bağırıyordum. Son beş
saniye daha da hızlanmaya çalıştım. Ama son duyduğum büyük bir çarpma sesi ve
köpeğimin kanıydı.
Yattığım yataktan yavaşça
doğruldum. Uyandığım yeri ilk defa görüyordum. Oda da bir tek ben ve
koltukta uyuyan annem vardı.
“Anne neler oluyor?” dedim.
Yattığı yerden hemen doğruldu ve eliyle saçlarımı okşamaya başladı. Hala
hiçbir şey anlamamıştım. Benim bu hastane odasında ne işim vardı. Ben bunları
düşünürken beynimde bir anda çarpma sesi duydum. Sanki her şey bir saniye de
olmuştu. Hero’ya arabanın çarpması ve ambulans sesleri. Sonra ne olduğunu hiç
hatırlamıyordum.
Telaşlı bir sesle, “Anne, Hero nerde?” dedim.
Yumuşak bir ses tonuyla beni sakinleştirmeye çalışıyor ve anlamadığım bir
şeyler söylüyordu. Daha doğrusu dinlemiyordum. Koluma bağlı serumu çıkardım ve
yatağın altındaki terliği hızla ayağıma geçirdim. Annemin bana yalvarması veya
durdurmaya çalışması umurumda bile değildi. Kapıyı açtığım an karşımda babamı
buldum.
“Bırakalım gitsin.” Dedi. Sesi fısıltı gibi çıkmıştı. Yoksa Hero’ya… Hayır,
düşünmek bile istemiyorum.
Hero’nun odasında birçok doktor vardı ve garip şeyler yapıyor ya da
inceliyorlardı. Doktor, durumunun kritik olduğunu ve bir bakıma ümidimizi
kesmemizi istedi. Hero’yu kaybedemezdim. O büyükbabamdan kalan son şeydi. O da
giderse…
Hastane koridorunda ileri geri dolanıyor, bir türlü sakin olamıyordum.
Arkamda birden tanıdık bir ses duydum.
“Da Hae, iyi misin?” dedi Ji Min. Hızlı adımlarla yanıma yaklaştı ve
ellerimden tuttu. “Her şey iyi olacak.”
Hiçbir şey söyleyemedim. Sadece kafamı sallayabildim. Böyle sözlere
ihtiyacım vardı.
Onunla birlikte aşağıdaki kafetaryaya indik. Sanki bana bir şeyler
söyleyecek gibiydi.
“Da Hae..” dedi ve derin bir nefes alarak devam etti. “Biliyorum şimdi hiç
sırası değil, ama…” sözünü kestim. Ne söyleyecekse ağzında evirip çevirmesini
istemiyordum.
“Konuya gir Ji Min.” Dedim.
Çantasından bir kutu çıkardı ve bana doğru uzattı. “Bunu sana Ilwoo
gönderdi.” Dedi.
Kutuyu elime aldım;ama bir türlü açmaya cesaretim yoktu.. “O niye vermedi.”
Dedim.
“Ilwoo, Amerika’ya gitti.” Dedi.
Bunu duyar duymaz, elimdeki kutu yere düştü. Ellerim o kadar titriyordu ki
almak için yere eğildiğimde bile, sanki ellerim uyuşmuş gibi yerdeki kutuyu
alamıyordum. Ji Min yanıma yaklaştı ve önüme çöktü.
“Gitmeden önce sana bu kutuyu vermemi istedi.” Dedi.
“Neden bana söylemedi.”
Dedim. Göz kapaklarıma yaşlar dolmuş;ama onları bırakamıyordum.
“Zamanı yoktu.” Dedi ve yerdeki kutuyu alarak bana uzattı. “Bence bunu
açmalısın.”
Ellerim her ne kadar titresede kutuyu açtım. Ama bu? Bana aldığı saatti. Saati kutudan
çıkardım. Kutunun içinde bir de not vardı. Ji Min tek başıma daha rahat okurum
diye yanımdan ayrıldı.
Notta şunlar yazıyordu:
“Da Hae umarım o saati bu
sefer koluna takmışsındır. Eğer takmadıysan emin ol ben gelir takarım.
Newyork’a gitmem ani olduğundan ne kadar kalacağımı bilmiyorum. Randevumuzu da
geldiğim güne saklayalım. Ben gelene kadar, hayatındaki tek erkek baban, Min Ho
ve Hero olsun. Seni seviyorum.”
Bunları okur okumaz, gözyaşlarımı daha fazla esir edemedim. Sel olup
gitmişlerdi.
Bu sel kötü bir haberle daha da arttı. Sevdiğim iki kişi de yoktu artık
hayatımda.
5 YIL SONRA
“Ah… bekle…ahjussi” diyerek hızla servise doğru koştum. Son anda servise
yetişmiştim. Herkesin bana dik dik bakmasını umursamayarak, boş bulduğum bir yere
oturdum. Yarın mezun olacaktım. “Mezun” kelimesi bile bana öyle yabancı
geliyordu ki. Artık ben Veteriner Lee Da Hae’ydim.
Kampüs kapısından içeri girdim. Karşımda Seo-bin’i görür görmez yanına
koştum. Elinde bir poğaça, hem yiyor hem de bana bir şeyler anlatıyordu.. He ne
kadar anlamasamda, dinliyormuş gibi yaptım.
“Varya, bence Hyu Seon bir
uzaylı.” Dedi gülümseyerek. Kafamı anlamamış gibi salladım. Bana doğru ağzına
götürmekte olduğu poğaçayı uzattı.
“Bunlar enfes.” Dedi ağzına
açarak. Midem nerdeyse kalkacaktı.
“Yavaş ye, boğulacaksın.”
Dedim sırıtarak. O sırada öksürmeye başladı. İçimden “Hayy dilimi eşek arıları
soksaydı.” Dedim. Daha fazla kızarmış tavuğa benzemesin diye sırtına hokkalı
bir yumruk geçirdim.
“Yaa, beni öldürmeye mi
niyetlisin?” dedi göğsüne vurarak.
Seo-bin bu sıralar o kadar fazla yiyordu ki. En az on kilo almıştır. Hyu
Seon gibi Seo-bin’de aşçılık okuyor. Ama gel görün ki Hyu Seon bu zaman
zarfında zayıflayarak, çok güzel bir kız oldu. Aşçılık bölümü ise Seo-bin’e
yaradı. O zayıf, üçgen vücutlu hali gitti yerine oburiks geldi. Seo-bin ile
kafetaryaya giderken, arkamızdan Ji Eun’un sesini duyduk. Sevgili arkadaşım
elindeki suyu depesine dikerek bize yaklaştı.
“Yaa, Seo-bin beş yılda bir insan bu kadar mı değişir?” dedi ve Seo-bin’in
göbekli karnına şişesiyle vurdu.
Seo-bin, Ji Eun’u takmadı bile. Ji Eun ise hala onunla dalga geçmeye devam
ediyordu. Beş yıl önce yan yana bile gelmez dediğimiz insanların arasından
şimdi su sızmıyordu. Birden aklıma bir şey geldi. Saatime baktığımda zaman
yaklaşmıştı.
Seo-bin bana doğru yaklaşarak, “Da Hae, seni hala anlamış değilim. Bir insan
modadan uzak olurda bu kadar değil. Niye iki saati aynı anda takıyorsun?” dedi.
Bakışlarımı saatlerime doğru yoğunlaştırdım ve kafamı Seo-bin’e doğru
çevirdim. “Onlar…. en sevdiklerim.” Dedim gülümseyerek. Pek anlamasa da anlamış
gibi yaptı.
Onları ekerek, okulumuzun bir alt sokağındaki parka gittim. Her zaman bu
saatlerde beni bekleyen birisi vardı. Marketin önünden geçerken bir şeyler
aldım yemesi için. Her zaman ki gibi beni, heyecanla bekliyordu. Bunu nerden mi
anladım? Beni görür görmez, kulaklarını dikleştiriyor ve benim onu çağırmamı
bekliyordu.
Aldığım tüm kurabiyeleri yedikten sonra ona cebimden çikolatalı bir gofret
çıkardım. Bunu hep en sona saklardım.
Birden telefonumun titrediğini hissettim. Ayağa kalkıp, konuşmak için sessiz
bir yer aradım. Kalabalıktan pek bir şey duyamıyordum. Arayan annemdi. Benden
yine okulun dergilerini istiyordu.
Telefonu kapattım. Bomul’u bıraktığım yerde göremeyince,parka doğru
yöneldim. Bir yerlerde havlama sesleri duyunca oraya doğru gittim. Bomul’la,
onun boylarında bir kurt köpeği gördüm. Ona doğru koştum. Yanındaki köpekle
nerdeyse birbirlerini yiyeceklerdi. Ben onları ayırmaya çalışırken arkamdan bir
ses duydum.
“Hey, o köpeğe nasıl dokunursun.” Dedi. Sesin geldiği yöne doğru döndüğüm
an, gözlerime inanamadım. Bu oydu. Aradan tam tamına beş yıl geçmişti.
final bir bölüm daha uzadı
beğeni ve yorumları bekliyorumm
Hikayenin adı:tatlı cadı
Yazar:derya
Kahramanlar:lee dahae,jeong ılwoo,bae-seo bin,han jieun,ku hyu seon,duruma
göre kahramanlar artabilir.
Bölüm sayısı:belli değil
Türü:romantik-komedi
25.BÖLÜM(FİNAL PART 1)
Taktığı, büyük güneş gözlüğüne rağmen onu tanımıştım. Duruşu, seslenişi, her
şeyiyle aynıydı. O Ilwoo’ydu. Ona doğru yavaş adımlarla yaklaştım. Koşarak
boynuna atlamak istiyordum;ama vücudum beni dinlemiyordu. Beni görünce, yüzünün
yarısını kaplayan güneş gözlüğünü çıkardı. Kalbim pır pır atıyordu. Ona doğru
iyice yaklaştım; ama Ilwoo sanki beni görmüyordu. Bu az da olsa kalbimi
acıtmıştı. Aramızda nerdeyse 10 metre bile yoktu. Nefes alış verişlerim
hızlandı. Gözlerim ona kenetlenmişken, arkamdan bir şeyin beni çektiğini
hissettim. Yavaşça arkamı döndüğümde, Bomul’la kavga eden köpek, pantolonumdan
çekiştiriyordu. Bu çekiştirme, ne bir hırlama ne de sahibini koruma amaçlıydı.
Yüzündeki o tatlı bakış, bana Hero’yu hatırlattı. Bu köpeğinde Hero’nunkiler
gibi beyaz tüyleri ve başında siyah bir topluluk vardı. Benim ona dönüp
bakmamla, pantolonumun paçasını çekiştirmeyi bıraktı. Tam eğilip, onun başını
okşayacakken, Ilwoo’nun ıslık çalmasıyla yanına koştu. Köpeğin arkasından bende
ona doğru ilerledim. Beni gördüğüne mutlu değil miydi? Neden yüzünde herhangi bir
tepki yoktu? Bu beş yılda ben onu bu kadar özlemişken, o beni…? Bir anda
aklımda şeytanca bir şey çaktı. Yoksa hayatında yeni biri mi vardı? Ilwoo’nun
yanına yaklaştım. Ona seslenmem, köpeğiyle onun arasına girdiğime dair bir his
verdi.
“Merhaba.” Dedim. Hafif
titreyen bir ses tonuyla. Kendimi her ne kadar güçlü bir karakter olarak
göstermeye çalışsamda, sesim beni alt etmişti.
“Selam.” Dedi, hafif bir
tebessümle. Bu kadar mıydı yani? Küçücük bir ‘selam’ mı? Ben ona böyle şaşkın
şaşkın bakarken, arkadan tatlı bir bayan Ilwoo’ya seslendi. Onun o topuklu
ayakkabılarının çıkardığı ayak sesleri, kulağımı paslandırdı resmen. Tatlı
sesli kız, Ilwoo’ya yaklaştı ve yanağına küçük bir buse kondurdu. Ardından ise,
köpeğin başını okşadı. Köpekte ona karşılık verircesine havladı ardardına.
Şu anda içimden olmadık
küfürleri saymanın yeridir. Bu ne yaa?
Kız, beni görür görmez,
soran bakışlarla Ilwoo’ya baktı. Ilwoo, kafasını benden yana çevirerek;
“ah, sizi tanıştırayım. Bu
Da Hae. Arkadaşım.” Dedi. Ilwoo, ne zamandır arkadaşlık kelimesi, sevgili
anlamına geliyor. Oğlum, ben senin basbaya sevgilin sayılmaz mıyım? Kız nazikçe
elini uzattı ve, “Tanıştığıma memnun oldum. Ben de Seo yoon” dedi gülümseyerek.
İnci gibi dişler, sırık gibi boy, giysilerinden pek anlamasamda harika bir
vücud ölçülerine sahip olduğu belli oluyordu.
“Bende.” Dedim. Ama ben gülümsemiyordum. Gözlerimden ateş fışkırmadığı
kalmıştı. Ben böyleyken Ilwoo, gayet sakin yanımızda heykel gibi dikiliyordu.
Bu ortama daha fazla dayanamayacağımı düşünüp, yanlarından izin isteyerek
ayrıldım. Arkama bakmadan kampüse doğru ilerledim.
Derse girmek istemiyordum. Hem girsem de ne anlayacaktım ki! Onun yerine,
kafetaryaya geçtim. Dirseklerimi masaya dayadım ve bugünkü olanları düşünmeye
başladım.
O kadar çok dalmışım ki, Ji Eun’un beni dürttüğünü bile hissetmedim. Yanıma
doğru sandalyeyi yaklaştırdı.
“Alooo, uyuyan güzel, sana sesleniyorum. Ne o Japon Denizi’nde gemilerin mi
battı.” Dedi sırıtarak.
Kafamı ona doğru kaldırdım. “Ne?” dedim şaşkın bir ifadeyle.
“Oooo” dedi elini havada
sallayarak.
Ji Eun’un ardından Seo-bin geldi. Yüzünde garip bir hava sezmiştim. Bana kaş
göz hareketleri yaptığını ise son anda fark ettim. Kafasıyla dışarıyı işaret ediyordu.
Ji eun, bize üç tane papatya çayı söyle, geliyorum.” Dedim.
Kampüsün banklarına geçtik. Soran bakışlarla ona baktım.
“Da Hae…şey var…şey yani…” Ağzında lafı gevelemesine sinir olduğumdan,
“Seo-bin söyle hemen.” Dedim.
Yüzünü benim göremeyeceğim bir yöne çevirdi. “Ilwoo, Amerika’dan gelmiş.”
Dedi. Bana söyleyeceğin bu muydu?
“Eee, ne olmuş?” dedim
umursamaz bir tavırla.
Kafasını hızla benden yöne
çevirdi. Yüzünde kocaman bir şaşkınlık vardı.
Elini güzümün önünde salladı ve bir yandan da “Ilwoo diyorum, gelmiş.” Dedi.
Doğrusu Seo-bin’e böyle davranarak sanki, Ilwoo’nun bana soğuk davranmasının
öcünü alıyordum. Umursamıyacaktım. Yanındaki o kız…Ayhh, düşündükçe sinirlerim
hopluyor.
Sakin bir ses tonuyla, hafif gülümseyerek, “Hadi ama Seo-bin, aradan kaç yıl
geçti.” Dedim. Kafasını anlamamış gibi salladı. “Ben sizi…yani ne biliyim.
Neyse.” Dedi. Fazla uzatmamasına sevinmiştim. Nerdeyse gözyaşlarım beni ele
verecekti.
Bu konu burada kapatılmıştı. Kızların yanında bu konuyla ilgili hiç
konuşmadık.
“Çıkışta, karaokeye ne dersiniz?” dedi Jieun. Doğrusu kafa dağıtmaya karaoke
birebirdir.
“Olur, hadi gidelim.” Dedim ve kızların kolundan tuttuğum gibi, onları çıkış
kapısına doğru sürükledim. Arkamızdan koşarak, Seo-bin yetişti. “Hey, nereye?”
Jieun ona doğru gülümseyerek, “Karaokeye gidiyoruz.” Dedi. Seo-bin bunun
üzerine Jieun’un koluna girdi ve “Süper, hadi gidelim.” Dedi. Kızlar bana doğru
sinirli bir şekilde baksalarda, umursamadım. Kapıdan çıktığımızda, mavi bir BMW
yaklaştı. Bu araba, bizim iş kadını Ji Min’indi. Evet, yanlış duymadınız. O
Seo-bin’in fabrikayı devraldı. Seo-bin ise, hayallerinin peşinde, aşçılık
yolunda ilerliyor. Doğrusu ona hala bu mesleği yakıştıramasakta o halinden çok
memnun.
“Hey, böyle cümbür cemaat nereye?” dedi gülümseyerek. Ji eun’un sessiz; ama
benim duyabileceğim kadar sesli bir şekilde “Bir sen eksiktin.” Dediğini
duydum.
Seo-bin benden önce atladı söze. “Hadi gel kardeş, karaokeye.” Dedi.
“Süper, atlayın o zaman.” Dedi
Ji Min arabasını göstererek.
Herkes, nerdeyse kafayı yemişti. Kimse, altta geçen metinlere kulak asmıyor,
kafasına göre söylüyordu. Masamız o kadar doluydu ki, hem sinirden hem de
açlıktan ne var ne yok hepsini süpürdüm. Rahatlamak için arkama yaslandığımda,
Hyu Seon, kolumdan tutarak, beni zorla kaldırdı. Herkes oturmuş pürdikkat beni
izliyordu. Şansıma romantik bir şarkı çıkmamıştı. Hem söylüyor hem de saçma
sapan hareketler yapıyordum. Millet ise beni gülerek izliyordu. Ben havada
hoplar zıplarken, birden midemde garip bir sancı hissettim. Sanırım o kadar
yemek yemek mideme iyi gelmemişti. Koşar adım tuvaletin yolunu tuttum.
“Ohhh… rahatlamak diye buna denir.”
Tuvaletten çıktım ve bizimkilerin olduğu odaya doğru gittim. Ama, burada o
kadar çok koridor vardı ki, hangisi bizimkisi karıştırdım. Şansımı bir denemek
için herhangi bir odaya daldım. Ahh! Olamaz. Kadermi bu ya? Yine onu gördüm
karşımda, hem de o kızla.
JEONG ILWOO=GERİYE BAKIŞ
Seo Yoon’la holdingten çıkınca, ona Kore’yi gezdirmek istedim. Daha geleli 2
gün olmuştu ve o bir Koreli olarak buraları hiç bilmiyordu. İlk olarak, kiraz
ağaçlarının olduğu yeri görmek istedi. Kiraz çiçeklerinin şimdiye kalmadığını
söylesemde, beni dinlemedi. Yanımıza Yeong’u(köpek oluyor kendisi) da alıp,
arabaya atladık. Yol boyunca bana saçma sapan sorular soruyor, merakını bir
türlü yenemiyordu.
Parkta Yeong’u serbest bıraktım. Amerika’dan döneli hiç dışarı çıkmamıştı.
“Gerçektende anlatıldığı kadar var. Harika bir yer burası.” Dedi
gülümseyerek Seo Yoon.
“Sen bir de çiçeklerinin açtığı zaman gör burayı.” Dedim.
Yürüyüş parkında yürüdük. İş konuşmamaya karar versekte, onunla konuşacak
pek bir konumuz olmadığından, işle ilgili bağzı detayları konuştuk. Seo Yoon,
bizimkiler gibi, ailesi Kore’den Amerika’ya göçmüş ve oradan işleri
yürütmüşler. Bizde onlarla, bu yıl bir yemek davetiyesinde tanışmıştık. Koreli
olarak birbirimize destek verme düşüncesiyle, aynı işi devraldık. Bu işi almaya
çok can atmıştım. Çünkü bundan sonra artık, Kore’ye dönebilirdim. Tam beş yıl
olmuştu. Babam iyileşeli bir yıldan fazla oldu. Bu benim son görevimdi. Böyle
anlaşmıştık.
Ben bunları düşünürken birden bir havlama sesleri duydum ve hızla
havlamaların geldiği yöne doğru koştum. Yeong, bir köpekle birbirlerini
yiyorlardı. Aralarında ise saçı başı dağılmış ve Yeong ile-sanırım kendi
köpeği-bir köpeği ayırmaya çalışıyordu. Yeong’a dokunmasına öyle sinirlenmiştim
ki, sonuçta yabancı birisiydi, o sinirle ona bağırdım. Arkasını bana doğru
döndüğünde gözlerime inanamadım. Bu benim Da Hae’mdı. Donakalmıştım. Onu, böyle
bir zamnda göreceğimi hiç düşünmemiştim. Bana doğru yavaş yavaş yaklaşıyor; ama
ben bir adım dahi atamıyordum. Onu görmeme daha vardı. Son bir iş. Bu da
bitince, sözümü tutmuş, bir daha kimseyi dinlemeden, onunla olacaktım.
Sevgilim, daha vaktimiz var.
Benim tam önümde durdu.
“Merhaba.” Dedi. Sesindeki titreme dikkatimi çekti. Onun içinde büyük bir
şok olmuştu. Kendime öyle zor tutuyordum ki, ona sarılmamak, kokusunu içime
çekmemek için. Bir anda, Seo Yoon, yanıma yaklaştı ve yanağımdan öptü. Ben bu
şaşkınlıkla hemen Da Hae’ye baktım. Benim, tatlı cadım, kim bilir aklından
neler geçiriyordur? Umarım yanlış anlamazsın. Ama, yüzü hiç de öyle demiyordu.
Onun gitmesinin ardından dakikalarca, olduğum yerde dikildim. Seo Yoon’un beni
neden öptüğünü çok merak ettim.
Hafif mahcup bir şekilde, “Burası harika bir yer Ilwoo, teşekkür ederim.”
Dedi. “Duyduğuma göre, karaokeleriyle ünlü bir yer varmış” dedi gülümseyerek.
Sanırım, kafamı dağıtmama yardımcı olabilirdi karaoke.
LEE DA HAE
İlk parkta şimdi de burada. Ayaklarım, seni bana çekmek zorunda mı Ilwoo? Bu
kızın saçını başını yolmak lazım.
“Ah, sen parktaki kız değil misin?” dedi kız, işaret parmağıyla beni
göstererek. Daha bir bi kez bile karaokeye gitmedik. Daha doğrusu biz bir kere
bile randevuya çıkmadık. Ama bu kız bir günde, hiç Ilwoo’nun kuyruğunu
bırakmıyor. Tipide güzel olsa. Hıııh?
“Ah, demek burada da karşılaştık. Ne tesadüf.” Dedim muzip bir şekilde.
Omuzlarımı dikleştirdim.
“Gelsene.” Dedi, aptal kız. Kafamı Ilwoo’ya doğru çevirdim. Bana doğru
bakmıyordu bile, elindeki içki kadehini evirip, çeviriyordu öyle.
Yüzüme tatlı bir gülümseme takınıp, “Çok isterdim; ama naparsın.
Arkadaşlarıma sözüm var.” Dedim.
Bunları hiç sözcükleri titretmeden, yutmadan söyleyen ben miydim? Şaşırılcak
iş değil.
Daha kızın söyleyeceği söze fırsat vermeden arkamı dönüp, uzaklaştım o
uğursuz yerden. Gitmeden önce ise son kez Ilwoo’ya tekrar baktım.
Lütfen yorumlarınızı yazın
) Umarım beğenmişsinizidir
Hikayenin adı:tatlı cadı
Yazar:derya
Kahramanlar:lee dahae,jeong ılwoo,bae-seo bin,han jieun,ku hyu seon,duruma
göre kahramanlar artabilir.
Bölüm sayısı:belli değil
Türü:romantik-komedi
Göz kapaklarımda oluşan damlacıkları hissedince, kendime gelmek için duvara
yaslandım. Arkadaşlarımın yanına böyle gidemezdim. Gözyaşlarımı elimin tersiyle
sildim ve hızla, Karaoke Club’ten çıktım. Çocuklara sadece mesaj göndermekle
yetindim. Sesimin titremesinden korkuyordum çünkü. Yol boyunca, nereye
gittiğimi bilmeden yürüdüm. Aptal aptal…
Akılma bir anda o geldi. Büyükanne… Onu görmeyeli baya olmuştu ve özlemiştim
yemeklerini. Telefonumu elime aldım . Açan sanırım hizmetliydi.
“Buyurun, Jeong malikanesi.” Dedi tatlı bir şekilde.
“Be…ben Da Hae. Büyükanneyi verir misiniz?” dedim. Sesim elimde olmadan
titriyordu hala. Telefondan, topuklu ayakkabıların sesini duyabiliyordum.
Ahizeden bir anda, soluk soluğa kalmış biri konuştu.
“Ahh…Da Hae, beni aramana inan çok sevindim.” Dedi büyükanne. Sesi çok tatlı
ve sakin çıkmıştı.
Biraz utangaç bir tavırla, “Büyükanne yanına geliyorum, bana harika
yemeklerinden yapar mısın?” dedim. Sinir küplerimi bir tek yemek yatıştırırdı
ve inanın büyükannenin yemekleri bir numaradır. Hafif bir bekleme oldu.
Büyükanne, cevap vermeden önce çoktan hizmetlilere söylemişti yemek menüsünü.
Bunu duyar duymaz, yüzümde hafif bir tebessüm oluştu.
“Tamamdır.” Dedi büyükanne.
Hiç zaman kaybetmeden, duraktan bir taksiye bindim. Büyükanne, ben ne zaman
sıkıntıda olsam mutlaka bana harika yemeklerinden yapar. Onunla, hiç sıkı bir
ilişkimiizn olacağını düşünmezdim. Yıllar önce tanıdığım, aksi, huysuz, dediğim
dedik kadın gitti yerine tatlı ve harika yemekler yapan biri geldi. Sanırım
bunun en büyük nedeni emekliye ayrılması ya da bilmiyorum.. Tek bildiğim
aramızın Ilwoo gideli böyle olması. Ona bunun nedenini hiç sormadım. Hatta ona
ne zamn Ilwoo hakkında bir şey sorsam hep geçiştiriyor. Taksi, büyükannenin
köşkünde beni indirdi. Daha o büyük, şık kapının zilini çalmadan kapı
açılmıştı. Karşımda büyükanneydi. Beni hemen içeri davet etti. Salona doğru
yaklaştığımda, harika yemeklerin kokusunu aldım. Cidden çok güzel kokuyorlardı.
Salondaki yemek masasında kuş sütü bile eksik değildi. Arkamdan gelen
büyükanneye doğru döndüm ve hafif bir tebessümle,
“Büyükanne, yine döktürmüşsün.” Dedim.
Beni o kısa bacaklarıyla hızla geçti. Yemek masasına kurulur kurulmaz, “Hadi
gel, soğutmak istemezsin değil mi?” dedi.
“Tabii.” Dedim ve bende onun karşısındaki sandalyeye geçtim.
Aradan dakikalar geçti; ama ben bir türlü ağzımdaki baklayı çıkaramıyordum.
Ne zaman bir şey söyleyecek olsam büyükannem ya lafımı kesiyor ya da ağzıma
yemek tıkıyordu. Buna bir son vermek için hafif bir şekilde öksürdüm.
“Büyükanne…şey…” diyebildim tek. Ağzımdan bir türlü o kelimeler
dökülmüyordu.
Kafasını gömdüğü tabaktan kaldırdı ve bana talı bir şekilde, “ Söyle, tatlım.”
Dedi.
Son kez derin bir nefes aldım. “ Ilwoo’nun geldiğini bana neden söylemdin?”
dedim. O, küçük gözleri nerdeyse eşek gözü kadar büyüdü.
“Ahh, o mu? Bilirisin, bana pek bir şey söylemez.” Dedi. Ya ben yanlış
anladım ya da bilmiyorum; ama büyükanne gözlerini benden kaçırıyordu.
“Bunu söyleyebilirdin.” Dedim ve gözlerimi masanın örtüsüne diktim.
“Onu, unuttuğunu sanıyordum. Bunca yıldan sonra…”
Yine kendime engel olamadım. Göz kapaklarım yine ve eskisinden de çok döküldü
gözyaşlarım. Hızlı bir şekilde yanıma geldi ve başımı, yumuşak göğüslerine
gömdü.
“Onu neden unutmadın tatlım?” dedi. Sesi sevecen doluydu; ama bana öyle
tiksinç gelmiştiki kafamı ona doğru çevirdim ve gözlerinin içine baktım.
“Yoksa sen hala, benimle onun birlikte…” sözümü tamamlayamadan, büyükanne
konutlu. “Sen, benim için çok değerlisin. En az Ilwoo kadar.” Gözlerimin içine
daha da derinden baktı. “Büyükbabana o kadar benziyorsun ki. Onun gibi hiç
bırakmayan, azimli.” İnanamıyorum. Bu ikinci oluyor. Hem ikiside aynı kişiden
söz edince. Yani büyükbabamdan. Ahh! Dur bir dakika! Yoksa, büyükannemle
büyükbabam. Bunu daha çok deşmek istemedim. Kim bilir, bu kadının yüreği de ne
kadar sızlıyordur.
“Peki, onun yanındaki kız kim?” diye sordum. Bu kızın düşündükçe tüylerim
diken diken oluyor. Aiyhh!
“Hangi kız?” dedi kafasını sallyarak. “Ilwoo’nun yanındaki kız.” Dedim
sinirli bir şekilde.
“Seo Yoon mu?” dedi. Kafamı yavaşça salladım. “O, Amerika’daki ortağımızın
kızı. Buraya, iş için geldi. Ilwoo’da ona eşlik ediyordur büyük ihtimal.” Büyük
ihtimal mi? Başka bir ihtimal daha da mı var? Düşünmek bile istemiyorum.
“Neyse, tatlım hadi sen eve git. Ailen merak etmesin.” Dedi. Sesi biraz
soğuk çıkmıştı. Seo yoon mu adı her meyse, ondan bahsedince sanki yüzü düştü.
Ahh! Bu kız, bir daha karşıma çıkta bak ne oluyor.
JEONG ILWOO
Yatağımda uzanmış, televizyon izlerken, telefonum çadığını hissettim.
Arayan, büyükannemdi. Buraya geleli onla daha hiç görüşmedik. Doğrusu, ne o
beni aradı ne de ben onu. Telefonu temkinli bir şekilde açtım.
“Ilwoo, hemen buraya gel.” Dedi büyükanne. İnanamıyorum. Beş yıl, bu kadına
daha da bir sinir şarj etmiş. Ne kadar gitmek istemesem de, beni zorla
götürteceğini bildiğimdem, “Tamam.” Dedim ve hemen otelden çıktım.
Köşk hala aynı renginde. Bahçıvan aynı, bahçe aynı, büyükannemin
davranışları aynı. Burası insanı cidden çıldırtır. Kapıyı, bir hizmeçi açtı.
“Buyurun efendim, büykanneniz salonda.” Dedi. Salona doğru ilerlerken garip
bir koku burnuma geldi. Masada ne ararsanız vardı. Acaba bunları bana mı
hazırlamıştı? Gözlerimin masada olduğunu fark edince büyükannem, “Önemli bir
misafirim vardı.” Dedi. Biliyordum. Bunlar, bana hiç olmadı, olamazda. Masadan
gözlerimi ayırdım ve büyükanneme hayal kırıklığımı belli etmeyecek ciddi bir
maske takındım.
“Beni neden çağırdın?”
“Seo Yoon, neden senle geldi?” Bunda garip olan ne vardı ki?
“İş.” Dedim sadece. Masadan bir bardak su aldı ve yavaş bir şekilde içti.
Hiçbir şey söylemden onun, suyunu bitirmesini bekledim. “İş olduğunu bende
anladım. Ama o kızla fazla takılmışsın. Kiraz Parkı, karaoke…” Büyükannem
bunları nerden biliyordu böyle? Ve, hayret edilcek şey. Hayatımda ilk kez ona
uygun biriyle bir şeyler yapmışım ve bana kızıyor. Sanırım hata etmişim.
Büyükannem değişmiş.
“Sen, nerden biliyorsun?” diye sordum.
Gözlerini benden kaçırarak, “Kuşlar fısıldadı. Ilwoo, arkanda ne kadar
adamım var biliyor musun?” dedi. Doğru. Sen, her şekilde beni takip
ettirebilirsin.
“Da Hae’yi gördün mü?” dedi, soğuk bir şekilde. Onu doğru yan bir bakış
attım. Bunu, neden merak ediyordu ki?
“Gördüm.” Dedim. “Peki ne yaptın?” Büyükanneme doğru kafamı daha çok
çevirdim. Yüzünde sinirden öte, merak ve heyecan vardı. Kafamı ‘hiçbir şey’
anlamında salladım. Birden yanıma hızla yaklaştı ve sırtıma bir tane geçirdi.
Şaşkınlığım bin kat daha arttı. “Aptal çocuk. Senin kadar aptalını görmedim. Da
Hae, ne kadar üzgün haberin var mı? Ve sen git o kızla takıl. Sevgilin
duruken.” Bunları öyle bir hızla söylemiştiki. Hangi kelimeye şaşıracağımı
şaşırdım. Bunları büyükannem mi söylüyor. Ve şu anda Da Hae’yı mı övüyor?
“Hıı? Sen Da Hae’yi mi savunuyorsun.” Dedim sadece. Elini ileri geri
salladı. “Uzun hikaye, boşver..” Dedi. Kafam acayip karışmıştı. Büyükannem, şu
anda o kadar tatlı gelmişti ki onu kucaklayabilirdim. Ama garip olan şey, Da
Hae, bana çok soğuk davrandı; ama büyükannemde üzgün diyor.
“Ama, sanırım beni unuttu.” Dedim halsiz bir şekilde.
“Aptal torunum benim, kız seni o Seo Yoon’la görünce…” Sözünü bile
tamamlatmadım büyükanneme. Ona karşı istediğim şeyi yaptım, onu kocaman
kucakladım. Demek beni…Ahh! Benim kızkanç sevgilim. Beni kıskanmış demek. Bunu
ölse bile inkar eder. Bunu duymak o kadar mutlu etti ki beni.
“Artık, sizi sözlesek mi?” dedi büyükannem. Bu söylediği o kadar ani
gelmişti ki. Öksürmeme engel olamadım. “Ne?” dedim. Ve tekrar öksürmeye
başladım. “Beş yıl uzun bir süre. Artık torun sevsem hiç fena olmaz.” Dedi
gülümseyerek.
Söz…torun… Bunlar, emin ol benimde istediğim şeyler büyükanne. Ama birden
kafamda bir şimşek çaktı. Demek, beni Seo Yoon’la sevgili sanıyor.
Heyy, Ilwoo beni duyuyor musun?” dedi büyükannem.” Aklıma harikadan da öte
süper bir fikir geldi” dedim.
1 HAFTA SONRA=LEE DA HAE
Bir haftadır, ne arayan var ne de soran. Görende 3. dünya savaşı çıktı. Tüm iletişim
aletleri kesilde sanır. Bir arayan da mı olmaz yaa. Ahh! Olamaz. Çalan benim
telefonum mu. Hızla telefonumu elime aldım. Arayan, Seo-bin’di.
“Yaa, hiç aramasaydın. O, Hyu Seon’a ve Ji Eun’a söyle bir daha benimle
konuşmasınlar. İnsan bir kere bile mi aramaz, en yakın arkadaşını. Burada,
direk oldum bee! Hıı, bu arada sen beni niye aradın.” Dedim sinirli bir
şekilde. Ama boşuna. Seo-bin, tarafından ses seda yoktu. Tlefonu kendimden
uzaklaştırdım ve ağzımı kocaman açtım. Yoksa yüzüme mi kapatmıştı. Demek, bu
kadarlıktı arkadaşlığımız. Bir anda, bir ses duydum Konuşan, Ji Eun’du.
“Da Hae, bunu sana nasıl söyleyeceğimi hiç bilmiyorum. Lütfen bir kerede
anla. Daha fazla söylemeye gücüm yetmez.” Dedi. O kadar yavaş söylüyordu ki
kelimeleri. Heyecandan çatlıyacaktım. “Söylüyorum hazır mısn?” dedi. “Hadi Hyu,
söyle.” Dedim telaşla.
“Ilwoo, nişanlanıyor.”
Bu cümle, aklımda birkaç kez yankılandı. Telefondan, meraklı meraklı sesler
geliyordu; ama ben şu anda onlara hattımı kapatmıştım. “Ilwoo,
nişanlanıyor…Ilwoo, nişanlanıyor.” Daha fazla tekrarlamak istemedim ve elimden
düşen telefonu kulağıma doğru götürdüm. Hiçbir şey diyemedim. Durumumu
anlamasınlar diye sadece, “Hımmm” diyebildim. Hyu Seon, sesimi duyar duymaz,
yine o ses tonuyla, “Sende davetiyelisin.” Dedi. Nee? Bende mi davetiyeliyim.
Ahh! Ilwoo, öl sen. Seni ellerimle öldüreceğim. Seni, han nehrinin
derinliklerine gömeceğim.
Üstüme, dolabımdan bir tane gece kıyafeti seçtim. Saçımı da üstten topuz
yaptım. Her şey tamdı. Artık gidebilirdim.
Yol boyunca o kadar trafik vardı ki, araba bir santim bile oynamıyordu
yerinden. Zaten sinirlerim tavan yaptı. Bir de bu üstüne resmen tuz bastı. Off,
aslında belki de böyle olması daha iyi. Hem ben niye gidiyorum ki onun
nişanına. Yüzsüz şey, birde beni de çağırmış. Hem nerde benim davetiyem. Ahh,
ne düşünüyorum böyle. Nişan şimdiye başlamıştır. Böyle bir şey yapacağımı kırk
yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Ben, Ilwoo’nun nişanına, misafir olarak
gidiyorum.
Yol sonunda tenhalaşmıştı. Pencereyi hafif araladım. Serin hava aklımı
başıma almama yardımcı olabilirdi. Yarım saat sonra araba, büyük, görkemli bir
villanın önünde durdu. Tabii ya, zengin erkek ve kız başka nerde evlebilirdi
ki. Villadan içeriye girdiğimde her yer, çok güzel donatılmış, merdiven
basamaklarına, kapıların olduğu yere çiçekler konmuştu. İçerisi gerçekten çok
güzeldi. Tamamen siyah giyinmiş biri kadın yanıma yaklaştı ve önümde hafif bir
şelikde kafasını eğdi.
“Efendim, buradan.” Dedi eliyle göstererek. Kadın önde, ben arkasında üst
kata çıktık. Ama buralarda hiç kimsecikler yoktu. Büyük bir odaya girdik.
Odanın her tarafı ayakkabılar, çantalar ve çok şık giysilerle doluydu. İçeri
girer girmez etrafı birçok kişi donattı. Bir kaçı saçımı çözüyor, bir kaçı
ayaklarıma manikür yapıyor. Garip bir şekilde herkes kendi işinde hızlı bir
şekilde, bir şeyler yapıyorlardı. Bense şaşkın bir şekilde olanları izliyor, bu
insanlara hiçbir şey diyemiyordum. Birisi beni ayağa kaldırdı ve büyük bir
aynanın karşısına geçirdi. Amanın! Aynadaki kişi ben miyim. Dağınık; ama havada
uçuşan saçlar, parıldayan ayakkabı, askısız, mavi bir abiye. Daha ben bir şey
söyleyemeden
beni odadan çıkardılar. En alt kata, yavaş adımlarla indim. Bu topuklularla
yürümek cidden çok zordu. Nişan, havuzun kenarındaydı ve bir çok insan oraya
toplanmıştı. Herkes, en az benim kadar şıktı. Ama, hala anlamış değilim; neden
beni bu hale getirdiler. Dışarı kapısından dışarı çıktığımızda tüm gözler bana
çevrildi. Acaba, çok mu lüküş olmuştum. Ama, bunu ben istemedim ki! Birden
karşımda annemle, babamı gördüm. Onun yanında Hyu Seon, Ji Eun hatta Ji Min
bile vardı. Hyu Seon ve Ji Eun, koşarak yanıma geldiler. Afallamış bir şekilde
onlara baktığımdan, kendilerini tutamayıp gülüyorlardı. Bu çok garipti. Sanki,
Ilwoo’yla nişanlanan ben mişim gibi hissediyordum. Kafamı, bu düşüncelerden
kurtarmak için iki yana salladım. Ama, o da nesi? Karşımda, beyaz bir takın
giymiş, havalı bir şekilde bana doğru yürüyen Ilwoo . Gerçekten bana
yaklaşıyor. Aramızda birkaç santim kalır kalmaz beni kendine doğru çekti. Bir
kolu, benim omzumda diğer kolunu ise insanları surturmak için kullandı. Tüm
gözler, ikimize dikilmişti. Ben her ne kadar bu işi anlamasamda, bu kolarda
olmak beni mutlu etti. Kafamı Ilwoo’ya dönmüş, onun ne yapcağını merak
ediyordum.
“Sayın misafirler” Birkaç kez sesini netleştirmek için öksürdü. “Şu anda,
burada benim nişanım için toplanmaktayız.”
Ilwoo, nişanlanacağın kişiyi karıştırdın herhalde. Kimseye çaktırmadan,
karnına dirseğimle bir tane geçirdim. Bana hiç kulak asmadan sözlerine devam
etti. “Ama izninizle, önce sevdiğim bu insana, evlenme teklifi etmeliyim.” Bir
anda insanlarda bir hayret nidası oluştu. Beynim, Ilwoo’nun söylediklerini o
kadar geç anlıyordu ki. Herke bana bakarken, ben ise o kızı arıyordum. Gözlerim
bir şekilde Ilwoo’yla birleşti. Kulağına doğru hafif yaklaştım ve kimsenin
duymayacağından emin olarak, “Aptal şey, beni niye tutuyorsun.. “Dedim.
Sözlerim karşısında hiç istifini bozmadan, “ Da Hae, asıl aptallık eden sensin.
Hala anlamamakta ısrar ediyorsun.” Dedi.
Ne anlayabilirdim ki! Beni, bunca yıl bekletip, bir kızla karşıma çıktığını
ve sonra nişanına beni de çağırdığını mı?
“Seni seviyorum.” Dedi bir anda ve yüzünü bana doğru eğerek, dudaklarımdan
öptü. “ Da Hae, benim tek sevdiğim sensin.”
Bu dudakları, bu sarılışı öyle çok özlemişim ki! İnsanların bize bakması
umrumda bile değildi. Bu sefer, o dudaklara yapışan ben oldum. Uzun…uzun ve
daha uzun.
JEONG ILWOO
Her zaman, beni şaşırtmakta üstüne yok. Bu şaşkınlıktan, kafamı hafifçe
ondan çektim. Şaşkın gözlerle ona bakmam, onu fazlasıyla eğlendirmiş
görünüyordu.
Elimden hızla mikrofonu kaptı.
“İzninizle, bu kişiyi almak zorundayım.” Dedi ve beni kollarımdan tutarak,
havuz bahçesinden çıkardı. Şaşkınlığın daha da arttı. Şimdi bu kız ne yapıyordu
böyle. Nişanı berbat etti. Aiyhhh!
“Bana, arabanın anahtarını ver.” Dedi.
“Ne?
Aceleci bir şekilde, “Hadi Ilwoo.” Dedi. Gözlerimi ondan bir saniyeliğine
ayırmadan, cebimden anahtarı çıkardım. Ben ona uzatmadan, o çoktan elimden
kapıvermişti.
Arabayı o kadar yavaş sürüyordu ki, nerdeyse çatlayacaktım.
“Nereye gidiyorsak, biraz hızlı gidebilir misin?” dedim. İstifini hiç
bozmadan, “Hızlı gidiyorum yaa.” Dedi. Kırkla gidiyor ve buna hızlı diyor.
Nişan gecemde, tımarhaneyi mi boylayacağım. Sonunda, arabayı ıssız bir yere
parketti.
“Şimdi, neden buraya geldik?” dedim. Her yer kapkaranlık ve sakindi.
“Seni seviyorum Ilwoo.” Dedi birden ve kafasını bana doğru çevirdi. Sadece
bunu söylemek için mi gelmiştik buraya. Çılgın cadım benim.
“Bende seni.” Dedim. Bu sefer ki…(neyse burası o kadar önemli değil. Yani
sizin için)
1 YIL SONRA
Olamaz. Heyecandan ne yapacağımı şaşırdım. Bu kız, niye hala orda. Seo-bin,
yanıma yaklaştı ve elini omzuma koydu. “Sakin ol kardeşim. Birazdan çıkarlar.”
Dedi. Ama ben yine de sakin olamazdım. Onu derhal görmek istiyordum. Şu
karnındaki her neyse, ona acık çektirmeyi bıraksa iyi olur. Hyu Seon, oturduğu
yerden gülümseyerek, “Yalnız anlamadığım şey, 2 ay erken doğması bebeğin.”
Dedi. Bunu duyar duymaz, arkamı onlara doğru döndüm. Belki birkaç kaçamak olmuş
olabilirdi. Arkamdan gülüşmeleri duyuyordum; ama hiç umursamadım. Önümdeki kapı
birden açıldı ve “Tatlı bir kızınız oldu. Birazdan ikisini de görebilirsiniz.”
Dedi. Ahh! Sonunda. Yarım saat sonra bizi içeri aldılar. Yavrum mışıl mışıl
uyuyordu. Ahh! Ne kadar da tatlı bir kız. Bu arada yanlış anlamayın Da Hae’mdan
bahsediyorum. Bir anda yanımdaki hemşire elindeki, beyaz tenlı, kiraz dudaklı
küçüğü elime tutuşturdu. Onu verir vermez, bağırmamı engelleyemedim.
“Yaa, alın şunu.”
Her ne kadar, kucağımda tutmak istemesemde Da Hae, uyanana kadar kucağımda
tuttum. Küçük kız, annesini beklerken benim kucağımdan hiç inmek istemedi. Bu
zamanda gerçekten de harika bir şey olduğunu fark ettim. Harika iki, tatlı
cadım olmuştu. O sırada Da Hae, gözlerini açtı.
“Baba-kız ne konuşuyorsunuz?” dedi gülümseyerek.
Ona doğru hafifçe eğildim ve alnından öptüm. “Baba-kız arasında, kimseye
söyleyemeyiz” dedim kurnazca gülümseyerek. Kaşlarını çattı ve sinirli bir
şekilde, “Ilwoo, sen…” daha o bir şey söylemeden, dudaklarından öptüm ve, “ama,
sana bir istisna yapabiliriz. Seni çok seviyoruz.” Dedim.
Yorum yapan ve beğenen herkese çok teşekkür ederim
Umarım hikayemi
sıkılmadan, beğenerek okumuşsunuzdur. Final bölümü iyi yapabileceğimden pek
emin değildim. Umarım iyi olmuştur. Bu hikayemi yayınlayan bütün adminlere de
ayrıca çok teşekkür ederim.