Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

.
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 ~*~SIZI~*~

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:14 pm

HİKÂYE’NİN ADI: SızıYAZAR: Ahu DemirTÜRÜ: Dram, Romantik, Gizem, Fantastik** TANITIM**Ölümün soğuk rüzgârını hisset ya da öldür!Birbirlerini yok etmeye yeminli iki varlık… İki düşman ruh… Ve aralarındaki imkânsız aşk…Hana,
Kore nin ücra mahallelerinden birinde yaşamını sürdüren üniversiteli
genç kız ve Chin, karanlık gölgelerin sadık savaşçısı, avını bekleyen
sinsi bir avcı… Dolunay zamanı gelene dek, her ikisi de arşivlerden
arşınladıkları, efsanevi yaratıklardan birine dönüşebilecekleri
ihtimalini hiç düşünmemişti.Ta ki Dünya üzerinden evrenler arası
bir savaşın başlamasına sebebiyet verene kadar… Şimdi sadece aralarında
ki durdurulması güç çekimle değil, yaratıcıları ile de yüzleşmek
zorundalar. Üstelik insan yaşamı tehlikede…Hana, bir seçim yapmak
zorunda… Ya düşmanını sonsuzluğa gönderecek ya da onun yaşamasına izin
verip kendisi ölecek. Yaşa ya da öl… Hangisi?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: Geri: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:15 pm

1.BÖLÜM: ( İLK KARŞILAŞMA)



Yağmuru, daima sevmişimdir…



Gökyüzünü adeta bir örtü gibi sarıp sarmalayan bulutlar arasından süzülüp,
bir bütün oldukları halde parça parça yeryüzüne düşmeleri bana mutluluğu
anımsatır. İlk damlaları, sadece düştüğü zemini ıslatsa da zaman geçtikçe
çoğalır, şiddetlenir ve tüm nimetlerini ince ince işler toprağa.



Yalnızlığını unutturur bir anlamda… Tıpkı, şiddetle çakan bir şimşeğin
ardından duyulan tüyler ürpertici ses gibi.

“ Hana, orada daha fazla kalıp ıslanmak istemiyorsundur umarım…” İçine
daldığım düşüncelerden sıyrılarak, bakışlarımı Dami ye çevirdim. Benimle
birlikte, okula kadar yürüdüğünü tamamen unutmuştum.



“ Özür dilerim Dami, sadece dalmışım…” dedim derin bir iç çekerek. Kafasını
sallamakla yetindi, en azından akıllı davranıp yağmurun ulaşamadığı noktalardan
yürüyordu.



“ Bu sıralar ne kadar tuhaf davrandığının farkında mısın? Hiç kendin gibi
gözükmüyorsun.” Dedi sitemle. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak “ Nasıl? “
diye sordum. “ Ben hep böyleydim.”



Bana inanmayan gözlerle, korkunç bir varlıkmışım gibi baktı.

“ Şaka yapıyor olmalısın…” dedi “Ne zamandan beri seni uyarmış olmama rağmen
yağmurda yürüyorsun.”



Bir ona bir kendime bakarak omuz silktim. Kahverengi gözleri yalandan çok endişe
izleri taşıyordu. Küçük omuzları, kahverengi kısa saçları ve narin vücuduyla
her zaman yanımda olmaya programlanmış bir robot gibiydi. Onu suçlayamazdım, bu
yüzden tavsiyesine uyarak kuru bölgelerden yürümeye gayret gösterdim.



Fakültenin içerisine girdiğimizde Dami kütüphaneye gideceğini söyleyerek
yanımdan ayrıldı. Bunun benden kurtulmak için uydurduğu bir bahane olduğunu
bilmeme rağmen itiraz etmedim. Adımlarımı daha çok hızlandırarak ilk dersimin
olduğu sınıfa yöneldim. Bay Kwan henüz derse başlamamıştı. Geç kalmam hakkında
bir yorumda bulunmasa da, dudak hareketlerinden içinden sövdüğünü
anlayabilmiştim.



“Pekâlâ, bugün kalp ritimleri hakkında konuşalım." diyerek sözlerine
başladı. " Biliyoruz ki normal bir insanın kalbi dakikada 50 ila 100 arasında
çift atım yapıyor…” Kesinlikle söylediği sözlere bir türlü odaklanamıyordum.
Dami nin, bu sıralar farklı davrandığım konusundaki sitemlerini düşünmekten
kendimi alamıyordum. "İnsan yaşamının en önemli..."Sınıf kapısının
şiddetli çarpma sesiyle Profesör Kwan ın sözleri havada asılı kaldı. Bir anda
sınıf ebedi sessizliğe bürünmüştü. Herkes(- ki buna bende dâhil ) kapıda ki
yabancıya hayretle bakıyorduk.



“ Yeni kayıt…” dedi buz gibi bir sesle yabancı. En az benimkiler kadar
siyah, dağınık saçları ve zümrüt yeşili çekik gözleri vardı. Bunu oturduğunuz
yerden bile rahatlıkla fark edebiliyordunuz. Uzun boyluydu ve üzerindeki siyah
deri cekete rağmen kaslı bir vücuda sahip olduğu anlaşılıyordu.



“ Kendinize oturacak bir yer bulun Bay…”

“ Chin…” diye Profesör Kwan ın sorusunu sertçe yanıtladı yabancı.

“ Pekâlâ, Bay Chin oturacak bir yer bulun, derse devam edelim.”



Yabancı hiç tereddüt etmeden gözlerini bana çevirerek, yanıma oturmak için
harekete geçti. Oysaki henüz sınıfın geri kalanına göz gezdirmemişti bile.
Huzursuzca yerimde kıpırdanarak, ıslak saçlarımı ensemde topladım.



Bedenimin buz kestiğini hissediyor, dişlerimi birbirine vurmamak için
kendimi zorluyordum.

“Rahat ol, insan yemiyorum…” diye mırıldandı Chin sırama ilişirken. Sanki
benim bilmediğim bir espriye güler gibi bir hali vardı.



“ Ben zaten rahatım…” dedim. “Aksini de nereden çıkardın?”

İçgüdüsel bir meydan okuma dürtüsüyle karşılık vermiştim. Oysa haklı olduğu
her halimden belli oluyordu. Sindiğim duvar köşesinden destek alıp, doğrularak omuzlarımı
dikleştirdim.



“ Evet, eminim öyledir…” Kesinlikle özgüven baremi oldukça yüksek olan bir
ucube yanlısıydı. Zümrüt yeşili gözleri, gözlerime anlamsızca kilitlenmiş,
hesap sorar bir edayla bedenimi süzüyordu.



“ Mavi gözlü insanları hiç sevmem…” dedi oldukça uzun bir sessizliğin
ardından. " Ve Kore gibi bir yerde renkli gözlü olmak..." devamını
getirmedi.

Onun yerine "Senin ismin nedir bayan inat?” diye sormakla yetindi.
Dudaklarımı birbirine sıkıca bastırarak, kollarımı göğsümde kavuşturdum. Bir
insan aynı anda nasıl hem soğuk hem de fazla can sıkıcı olabilirdi ki?

“ Yazık, sevmediğin özellikteki biriyle oturmak çok rahatsız edici bir durum
olmalı…” dedim sesimin titrek çıkmaması için dua ederek.



“ Haklısın…” diye onayladı, ellerini saçları arasında gezdiriyordu

“ Peki ya is…”

“Hana, partnerinle birlikte, bilekten nasıl nabız sayımı yapılacağını
arkadaşlarına göstermek ister misin?” diye seslendi Profesör Kwan. Bu
kesinlikle en son isteyeceğim şeydi. Yinede, kısa bir tereddüt anının ardından
kekeleyerek “ Tabi ki… “ demekle yetindim. Aradaki gerginlik hala hissedilir
düzeydeydi.



“ Öyleyse, hazır olduğunda işaret ver sayacı başlatayım…”

Başımı olumlu anlamda sallayarak “ Hazırım…” dedim. “Başlayabiliriz…”



Chin, anlam veremediğim bir katılıkla avuçlarını sıkmış, önündeki duvara
bakıyordu. Çenesindeki kasların bile gerildiğini rahatlıkla görebiliyordum.
Çekingen bir tavırla elimi öne uzatarak, kolunu uzatması için bekledim.



Bir an bocalasa da, bacaklarını bacaklarıma değdirecek kadar dönüp kolunu
sıvazladı. Derin bir nefes aldım. Sınıfta ortamı çekilmez hale getiren bir
sessizlik hâkimdi ve üzerimizde ki gözlerin bedenimi delip geçtiğini
hissedebiliyordum.



Boğazımı son kez temizleyerek, işaret parmağımla orta parmağımı birleştirip
damarın üzerine yerleştirdim.

Chin sadece gözlerime bakıyordu. Saymaya odaklanmaya çalıştıysam da
başaramadım. Kalp ritimleri oldukça hızlıydı. Normal bir insanınkinden kat be
kat daha fazla…



“ Çok fazla…” diye mırıldandım. “ Bu…”

“ Devam et …” diye meydan okuduğu sırada dersin bitiş zili çaldı.

“ Süre bitti Hana, iki dakikayı dolduramamış olsak ta sayacıma göre şimdiye
kadar 100 saymış olman gerekiyordu. Rakamın nedir?”



Doğruyu söylemek gerekirse şimdiye dek 100 den kesinlikle fazla saymıştım.
Yine de kalbimin derinliklerinden gelen hırpani bir dürtüyle “ Benim rakamımda
sayaç ile aynı.” Diye yalan söyledim.

Chin şaşırmışa benzemiyordu. Bay Kwan ın dersi bitirmesiyle çabucak toplanıp
sınıftan uzaklaştı.



Bir süre arkasından boş gözlerle baktıktan sonra, kolumdaki yanma hissiyle
irkilerek kazağımın kolunu sıvadım. Karşılaştığım manzarayı sindirmem oldukça
uzun bir zaman aldı. Bir saniye öncesine kadar pürüzsüz olan cildimde şimdi,
dirseğimden, bileğime kadar inen mavi, anlamsız desenler vardı.



Omuz silkerek, kolumu aceleyle kapatıp sınıftan çıktım.

Bu durumu bana yalnızca Chin açıklayabilirdi…
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: Geri: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:15 pm

2. BÖLÜM: ( KIVILCIM)



“ Biliyor musun benden buraya kadar…” diye tüm kuvvetimle bağırdım.



Hafta sonu olması nedeniyle Kam püs bahçesi oldukça ıssızdı. Etrafta dolaşan
birkaç öğrenci, sesimin şiddetinden rahatsız olduklarını belli eden homurtular
çıkarsa da bunu umursamadım.



Daha üniversiteye kayıt olalı birkaç hafta olmasına rağmen, söz konusu Chin
olduğunda gerilen sinirlerimi dizginlemek hiç kolay bir durum değildi.



“ Sen neden bahsediyorsun Hana?” diye sordu. Yüzü bir kaya kadar sert ve
zümrüt yeşili gözleri vücudumu parçalayabilecek kadar keskindi.



Öfke içinde soludum “ Sence neden bahsediyor olabilirim? Yaklaşık iki
haftadır bir soru sorabilmek, bir konu hakkında akıl danışabilmek için peşinde
dolanıyorum ve sen sanki ben yokmuşum gibi davranıyorsun.”



“ Öyle mi? “ diye mırıldandı yüzümü yüzüne yaklaştırarak “ Hiç farkında
değilim oysa…” Başka şartlar altında olsa bu hareketi heyecan verici
olabilirdi. Ama alaycı gözleri ve kendinden emin duruşu, düşüncelerimi
sağlamlaştırıcı bir etkendi.



“ Kes şunu…” diye tersledim, bir adım uzaklaşarak “ Ne zaman büyümeyi
düşünüyorsun?”



“ Ne zaman büyümek isteyeceğim seni ilgilendirmez…” dirseğimden tutarak
bedenimi sarstı. “ Ne sormak istiyorsan sor ve git güzelim. Sana ayıracak çok
vaktim yok benim…”



“ Haklısın…” diyebildim sadece, gururum incinmişti. Aynı zamanda, sinirden
gözlerime akın eden yaşları, geri göndermek için büyük bir savaş
veriyordum.



“ Evet, haklıyım…” diye onayladı.



Uzun bir sessizliğin ardından, sitemle“ Bu ayrıntıyı sürekli unutuyorum…”
dedim kafama hafifçe vurarak.



Ona, kolumda oluşan desenlerden asla bahsetmeyecektim.



Kaşları aralanmış, meraklı gözlerle beni izliyordu. Alt dudağımı ısırdım,
tırnaklarımla kolumu kazıdığımın henüz farkına varmıştım.



“ Sokak köpeklerinin daima kovalayacakları bir kedi sürüsü vardır…”



Bir şey söylemesine fırsat vermeden, hızlıca topuklarım üzerinde dönerek,
arkama bakmadan yürüdüm. Şimdi kendimi çok daha iyi hissediyordum. Ama yine de,
birkaç damla yaşın gözlerimden süzülmesine izin verdim.



Sonuçta, gözyaşları kişinin şah damarı gibi kıymetli değil midir? Acı
hissiyle kıvrandığında kendini koşulsuzca gösteren, mutluluk ile yıkandığında
ise sahneyi arka plandan seyretmeyi kabullenebilecek kadar cömert…



Ertesi sabah okula hiç uğramadım. İtiraf etmek gerekirse uzun bir süre daha
uğramayı düşünmüyordum… Ta ki… Dami ve okuldan birkaç arkadaşı, parti için
kolumdan zorla tutup götürene kadar…



“ Hana, beş dakika daha sabredemez misin? “



“ Dami, yaklaşık yarım saat kadar önce de beş dakika diyordun…” dedim,
ensemde topladığım saçlarımı bırakarak. “ Yeter, beni rahat bırakır mısın?”



Kesinlikle bu tür konularda ne kadar hızlı olduğunu tahmin bile edemezsiniz.
Odanın içinde bir oraya bir buraya koştururken, bende ağırlığımı bir sol
bacağıma bir sağ bacağıma yükleyip duruyordum.



“ İşte tamam…” diye mırıldandı. Son olarak kolumdaki desenleri kapatmak
için, dirseğime kadar gelen saten bir eldiven takıyordu. İşi bittiğinde geri
çekilerek derin bir ıslık çaldı.



“Şiir gibisin…” dedi hayranlıkla. Birbirimize bakarak içten bir kahkaha
attık. Uzun zamandır birlikte bir şeyler için uğraşmıyorduk.



Yine de herhangi bir yorumda bulunmadan önce, makyaj odasından çıkarak
aynaların olduğu odaya geçtim. Dami nin erkek arkadaşı Han- me ve fakülteden
Jung dan da benzer tepkiler alınca gülümsememi engellemek oldukça zor oldu.



“ Bu ben miyim?” diye mırıldandım aynanın karşısına geçtiğimde.

“ Tabi ki sensin şapşal…” dedi Dami, çoktan hazırlanmıştı bile.



Karşımdaki kadın, tam anlamıyla bir rüya gibiydi. Bedenini ehemmiyetle saran
siyah askılı elbisesi, zeytin gibi kapkara parlak saçları, dirseklerini örten
eldivenleri ve gözlerinin azuri maviliğini ortaya çıkaran hafif makyajıyla…
Masal diyarından fırlamış gibi duruyordu.



“ Gözlerim kamaştı…” diye fısıldadı Jung dan. Bakışlarımı ona çevirdiğimde,
kızarmasından anladığım kadarıyla planlı olarak söylememişti.



Bana karşı olan hislerini bildiğimden “ Teşekkürler Jung…” dedim. “Senin
gibi göz sahibi birinden bunu duymak çok hoş…”



Yol boyunca pek konuşmadık. Parti binasının kapısından geçerken, kulağımı
her tür sesin her tür ahenkli notaları doldurdu. Çalan müzik “Say’ in” en
sevdiğim parçası “ All I Need’di.”



Ve parçanın güzelliğinin aksine, hayatımın kötü rastlantısı Zümrüt gözlü
Chin tam karşımda duruyor, koluna girdiğim erkeğin bedenime şefkatle tutunuşunu
delici bakışlarıyla süzüyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: Geri: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:15 pm

3.BÖLÜM: (YAZGI)



“Lanet olsun…”



“ Efendim Hana…” diye sordu Jung merakla, “ Bana bir şey mi söyledin?”



Jung zeytin gibi gözleri, dağınık kahverengi saçları ve yapılı vücuduyla her
zaman benim için iyi bir arkadaş olmuştu. Yine de onun bana daha farklı bir
gözle baktığını söylemek, dışarıdan biri için hiç zor bir durum değildi.



Telaş içinde, başımı hayır anlamında salladım. Sesli olarak mırıldandığımın
farkında bile değildim.



“ Sadece, ışıklar çok fazla…” Kötü bir yalancı olduğumun farkındaydım ama
Jung şüphelenmişe benzemiyordu. Rahatlayarak, Jung dan izin isteyip “ Dami…”
diye seslendim.



Chin in, partiye katılacağını tahmin bile etmemiştim.



“ Onun burada olacağını biliyor muydun?” diye mırıldandım yanıma
yaklaştığında. Kimsenin ne konuştuğumuz hakkında bir fikre kapılmasını
istemiyordum. Bu yüzden rahat davranmaya çalıştım.



Chin in beni huzursuz eden bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.



Masum sayılabilecek bir hareketle koluma girip “ Şey…” diye kekeledi Dami.



Bu bakışı çok iyi tanıyordum “ Tanrım…” dedim sitemle, “ Biliyordun ve bana
söylemedin mi?”



“ Hana, neden onu bu kadar umursuyorsun ki? Kendini bilmez biri için
hayatını sınırlandıramazsın…”



“ Ben kendimi sınırlandırmıyorum…” diye telaşla sözünü kestim.



“ Elbette sınırlandırıyorsun…” Daha fazla itiraz edemedim, sözlerinde
gerçeklik payı olduğunu biliyordum çünkü.



“ Peki, ne yapmalıyım… Biliyor musun kendimi çok gergin hissediyorum.”



Ağzıma içki dolu bir bardak götürerek, “Şunu iç ve kendini müziğin ritmine
kaptır…” dedi. “ Tek yapman gereken bu…” Kendimi çoktan dans pistinde bulmuştum
bile.



Chin oturduğu bar ın köşesine sinmiş, sadece beni izliyordu. Bunu biliyordum
çünkü dans ederken bile ona bakmaktan kendimi alamıyordum. Çok geçmeden
karşımda Jung un da benimle birlikte dans ettiğini fark ettim.



Orada ne kadar süre dans ettiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu... Tek
hatırladığım, ardı ardına yudumladığım içki bardakları ve değişen müziğe
çabucak ayak uyduruşumdu. Kısa bir süreliğine de olsa hayatımda ki her şeyi bir
kenara atabilmeyi başarmıştım.



“Dinlenmeliyim…” dedim nefes nefese, bar ın duvarlarını şimdi daha duygusal
tam çiftlere uygun bir müzik arşınlıyordu.



“ Haklısın…” diye onayladı. Normalde bu benimle yakınlaşabilmesi için
mutlaka kullanacağını fırsatlardan biriydi. Her zaman ki gibi sadece benim
düşüncelerimi önemsiyordu, kendi düşünceleri hep ikinci planda kalırdı bu gibi
durumlarda.



“ Vay canına…” dedi Eun Sun, hayranlıkla.



“ Hana, sen harikaydın…” Jung ile birlikte aralarında Dami ve Han me nin de
bulunduğu bir gruba katılmıştık.



“ Teşekkür ederim Eun Sun…” diye karşılık verdim içtenlikle. Yaklaşık dört
sene boyunca aynı binada oturmamıza rağmen hiçbir zaman yakın iki arkadaş
olamamıştık onunla.



“ Cennetten kovulmuş bir melek gibi tehlikeli…” dedi biri… Bunu kimin
söylediğini pek seçemesem de umursamadım.



“ Hey… Yeter Hana mıza dinlenmesi için biraz zaman verin çocuklar…” Dami yi
o an kucaklayıp, öpmek gelmişti içimden.



“ Sanırım ben buna izin vermeye bilirim?”



Elimdeki bardak parmaklarım arasından süzülerek yere düştü. “ Ben iyiyim…”
dedim telaşla, sesi tanımıştım. O olmaması için dua ettim “ Hana? “



Oturduğum yerden doğrularak, sesin geldiği yöne döndüm. Sanki herkes
vereceğim cevabın ne olacağını merak ediyordu.



“ Chin…” dedim şaşkınlıkla “ Sen böyle ortamlarda bulunmazsın diye
biliyordum.” Bunu sorudan çok bir teori olarak söylemiştim.



“ Evet, bu akşam için özel nedenlerim vardı.” Diye yanıtladı. Düşüp,
bayılmamak için yanımdaki tabureden destek aldım, ayaklarım sanki ağırlığımı
taşıyamayacak kadar güçsüzdüler.



“ Dans edelim mi?” Kesinlikle şaka yapıyor olmalıydı. Bir süre öylece
ağzımın açık kaldığını fark ederek toparlandım. Dami cesaret verircesine kolumu
dürtüyordu ve Jung un gözlerini ise anlayamadığım bir karanlık adeta
gölgelemişti.



Doğal bir hareketle “ Şey…” diye mırıldandım. “ Söz veriyorum pişman
olmayacaksın, iyi bir dansçıyımdır.” Dedi. Kalp atışlarımın hızlandığını
hissettim, buna anlam veremiyordum.



Bir yanım onun yanında olmayı deli gibi isterken, diğer yanım ondan uzak
durmam için adeta haykırıyordu.



“ Pekâlâ…” dedim, fazla istekli görünmemeye çalışarak. Son konuşmamızda neler
yaşadığımızı artık pek umursamıyordum.



Dans pistine çıktığımızda, herkes bize bakıyormuş gibi paranoyak bir hisse
kapılmıştım. Omuz silkerek kendimi Chin in sıcak kollarının arasına bıraktım.
Sanki biz müziğe değil, müzik bize ayak uyduruyordu.



“ İyi görünüyorsun.” diye fısıldadı kulağıma. Nefesini yanağımda
hissediyordum.



Ne anlamda iyi olduğumu söylediğinden emin olmayarak gözlerimi gözlerine
dikmekle yetindim.



“ Sen yani… Fiziksel anlamda iyi görünüyorsun.” Dedi yanıtlamaya
çalışırcasına “ Tehlikeli ve can yakacak kadar güzel…”



Duyduklarıma inanamayarak “ Vay…” dedim “ Sen bana iltifat ediyorsun…”



Bedenimi sarstığı günün aksine, dokunuşları şimdi daha yumuşaktı. Sanki
kıymetli bir bebeği kollarının arasında uyutuyormuş gibi…



“ Evet…” diye itiraf etti. Dudaklarında tehlikeli bir tebessüm belirmişti.



“ Bu senin suçun…” Biraz duraksadıktan sonra devam etti. “ Benden uzak
durman gerekirdi.”



“ Uzak durduğumu zannediyordum…”



“ Hayır…” dedi dudaklarını birbirine bastırarak “ Yeteri kadar değil…”



“ Benden nefret ediyorsun?” diye tahminde bulundum.



Müziğin temposunun hafif artmasıyla hareketlerimizde bütünlük kazanmıştı.



“ Ediyordum…” Bir itiraf daha diye düşündüm.



“ Ediyordum?”



Derin bir iç çekerek, gözlerini kapattı.



“ Ahhh Hana…” diye mırıldandı. “ Belini kavrayan kollarım sana ne söylüyor
hiç düşündün mü?”



Aslına bakarsanız bunu hiç düşünmemiştim. Tek odaklanabildiğim nokta güzel
yüzüydü.



“ Tahmin etmiştim…” dedi, gözlerini aralayarak, “ Senden nefret etmiyorum, seni…”
Belimi yavaşça eğerek tek dizinin üstüne koydu.



Aramızda yalnızca birkaç santim vardı. Nefesi nefesimle adeta bütünleşmişti.
Derken aniden omzumda bir yanma hissettim. Bir anda her yer kararmaya, zihnim ise bambaşka bir ortamda hayat
bulmaya başladı.



“ Seni öldürmek zorundayım Hana…” dedi tanıdık bir ses arkamdan. Hışımla
dönerek, gözlerimle etrafı süzdüm. Hiç kimse yoktu, karanlık bir sokakta tek
başıma yürüyordum ve gökyüzünde dolunay vardı.



“ Sen kimsin?” diye seslendim telaşla karanlığa doğru. Korkuyu iliklerime
kadar hissediyor, üşüyordum. “Burada olmamalıyım…” diye düşündüm. Başka bir şey
yapıyordum, sıcak bir ortamdaydım ve… Hiçbir şey yoktu. Ne yaptığıma dair
hiçbir şey hatırlamıyordum.



“ Doğru olan bu…” dedi yine aynı ses, “ Sen beni öldürmeden önce ben seni
öldürmeliyim…”



“ Kimsin?” diye mırıldandım çaresizce. Ağladığımın henüz farkına varmıştım.
“ Neden?”



Sözlerimin devamını getireceğim sırada, gördüğüm manzara karşısında nutkum
tutulmuştu.



Beyaz ışıltılı tüyleri ve ona tam tezat zümrüt yeşili gözleri olan oldukça
iri dokuz kuyruklu bir tilki vardı karşımda. Bir anda ortaya çıkmıştı ve tuhaf
olsa da çok tanıdık geliyordu. Özelliklede gözleri ve sesi…



“ Chin…” diye haykırdım, aniden farkına vardığım bu gerçek doğrultusunda.



Keskin bakışları bedenimi delip geçiyordu. Sesim karşısında benden
tiksiniyormuş gibi bir hırlama çıkararak, yaklaşmaya başladı. Kaçmam
gerektiğini hissediyor ama orada öylece dikilmekten başka bir şey yapamıyordum.



“ Hana…” dedi. Ağzını bile oynatmamıştı oysa. O anda sesin sadece beynimde
olduğunu anladım.



“ Seni seviyorum…” dedi sesi son kez, acılıydı. Ve sonrasında inanılmaz bir
hızla koşarak dişlerini tenime geçirdi…



Nefes nefese kalmış bir halde, gözlerimi araladım. Yine bardaydım ve başımda
büyük bir kalabalık toplanmıştı.



“ Çok şükür iyisin…” dedi biri, bu Daimiydi.



“ Bizi endişelendirdin melek…”



" Ne oldu..." diye mırıldandım güçsüzce. " Dans
ediyordunuz... Bir anda bayıldın..." dedi Jung duygusuz bir sesle,
korktuğu her halinden anlaşılıyordu.



Doğrulmaya çalışarak, gözlerimi bedenimi sarmalayan Chin e çevirdim.



“ Zamanı geldiğinde…” dedi, yine ağzını dahi oynatmamıştı. Chin in sesi
sadece beynimin içindeydi.



“ Seni bekliyor olacağım…”

**************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: Geri: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:15 pm

4. Bölüm:



Parti çıkışında Dami ve Chin in tüm ısrarlarına rağmen ikisini de yanımda
istemedim. Beni eve Jung bırakıyordu. Yolda yan yana yürürken başımı arkaya
yaslayarak, ciğerlerimi bolca temiz hava ile doldurdum.



Gökyüzü, hırçın bir okyanusun derinliği kadar sonsuz ve gölgelerle doluydu.
Bulutların arasından sızan yağmur damlaları, adeta içimdekilerin dışarı
vuruşunu simgeliyordu.



“ Çok teşekkür ederim Jung…” dedim kapının önüne yaklaştığımızda. “ Bu gece
her şeye rağmen çok güzeldi…” Neredeyse ikimizin de elbiseleri sırılsıklam
olmuştu.



Hafifçe başını salladı, “ Ben teşekkür ederim Hana…” dedi dümdüz bir sesle.
Yüzü oldukça solgun görünüyordu.



Karışıp karışmamak konusunda biraz çekinerek “ Sen iyi misin?” diye sordum.



Uzunca bir süre, derin bakışlarıyla gözlerimi süzdü. Bu, genelde bana bir
şey söylemek istediği zamanlarda takındığı yüz ifadesiydi.



“ Hana, onu seviyor musun?”



İşte böyle bir şeyi sormasını hiç beklemiyordum.



“ N-ee?” diye kekeledim şaşkınlıkla… “ Sen neden bahsediyorsun?”



“ Hadi ama Hana, yapma…
Partide neredeyse öpüşecektiniz.” Dedi. Yüz hatları acı içinde gerilmişti,
ellerimi kavrayarak avuçlarının arasına aldı.



“ Bana onu sevmediğini
söyle…” diye mırıldandı. “ Lütfen bana ona karşı bir şey hissetmediğini söyle…”



“ Jung…” diyebildim sadece, ellerimi kalbinin üstünde tutuyordu. “ Benden bu
soruyu senin için yanıtlamamı bekleme…”



Bana oldukça uzun gelen birkaç saniye boyunca, öylece yüzüme baktı.
Ağlıyordu…



“ Hayır…” dedim telaş içinde “ Hayır Jung, lütfen bunu kendine yapma.”



“ Seni seviyorum Hana…” omuzlarımdan tutarak beni kendine doğru çekti. “Seni
tüm kalbimle seviyorum ve bu bana acı veriyor.”dedi. Gözleri arzu doluydu.



Yüzümü yüzüne iyice yaklaştırarak, dudaklarını dudaklarıma bastıracağı sırada
yanağımı çevirdim. Kırgınlık yüklü bir buseydi Jung un ki… İçerisinde hüzün
barındırıyordu.



“ Özür dilerim Hana ben…” sitemle başını sallayıp “ Ben…” diye tekrarladı. “
Gitmeliyim…”



Hızla arkasını dönerek karanlığın içinde gözden kayboldu. Bir süre
arkasından boş gözlerle baktım. Jung bunları hak etmiyordu, özellikle benim
gibi biri tarafından…



Derin bir iç çekerek, binadan içeri girdim. Merdivenleri nasıl çıktığımı,
kapıyı nasıl açtığımı bilmiyordum. Ne yaptığım konusunda en ufak bir fikrim
bile yoktu aslında, sadece yapıyordum o kadar…



“ Hana, sen mi geldin kızım?” Bu Gyu Ri halamdı, hayatımda ki tek yakınım.
Bana hem anne hem de baba olan tek soydaşım.



“ Evet, hala, ben geldim…” diye seslendim. “ Ama duşa giriyorum, yarın sabah
konuşuruz olur mu?”



“ Tamam, kızım…” dedi, kulağa huzurlu gelen bir ses tonu vardı. Aceleyle
duşa girerek, üzerime giyecek temiz bir şeyler geçirdim. Yatağa uzandığımda
saat gece yarısını bir hayli geçmişti.



Hayatımda olan biten tüm ilginçlikleri, daha sonra irdelemek üzere bir rafa
kaldırarak gözlerimi yumdum.



Kendimi derin bir uykunun kollarına bırakmıştım…



Rüyamda Chin in tehlikeli tebessümlerinden biriyle karşı karşıyaydım.



“ Sen benim yazgımsın Hana…” diyordu. “ Öncende bendim, sonranda ben
olacağım…”

**************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: Geri: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:16 pm

“ Hana… Saat öğleni geçti kızım kalkmayı düşünmüyor musun?



Huzursuzca yatakta kıpırdanarak, çarşafların arasına dolanmış ayaklarımı
esnettim. Zihnim “ Artık uyumamalısın…” Hana diye umutsuzca haykırsa da,
bedenim bu emre itaat edemeyecek kadar biçareydi.



“ Gyu Rİ hala…” dedim fısıltıyla “ Sadece beş dakika daha…” Gözlerimi dahi
açamıyordum. Bıkkın bir iç çekerek, halamın odamdan uzaklaşırken, adımlarının
çıkardığı sesi dinledim.



Genzim, Mugunhwa nın( Güney Kore nin Milli çiçeği) tatlı kokusu ile
dolmuştu. Halam, her sabah taze bir demeti vazoya özenle yerleştirir, başucuma
koyardı. Bu anne ve babamı kaybettiğimiz günden beri, aksatmadan yaptığı tek
alışkanlığıydı.



“ Belki bilmek istersin diye söylüyorum…” ses mutfaktan geliyor gibiydi.
“Ben hiçbir şey bilmek istemiyorum…” dedim sitemle. Başımı yastığın altına
gömerek, gürültüyü mümkün olduğunca engellemeye çalıştım.



“ Pekâlâ…” sesini daha çok yükseltmişti. “ Biraz önce Chin diye bir çocuğun
aradığını ve seni görmek için buraya gelmek istediğini öğrenmek istemiyorsan…
Haklısın…” dedi.



Bir süre sözlerinin zihnimde dolaşmasına izin verdim. Nasıl olsa
kalkmadığımı görünce pes edip, köşesine çekilecekti ve ben…



Aniden halamın neden bahsettiğinin farkına vararak “ Ne…” diye haykırdım.
Yataktan hızla doğrularak ayağa kalkacağım sırada, dizimi konsola çarpıp yere
düştüm. Odamı aydınlatan parlak güneş, gözlerimde adeta zehir etkisi
bırakıyordu. Başımda ki berbat ağrı ise onu destekler nitelikteydi.



“Sen neden bahsediyorsun?” diye sordum. Yarı sürüklenir yarı koşar adımlarla
yanına ulaşmıştım. İçten kahkahası kulaklarımı tırmalıyordu.



“ Hadi ama hala, bana şaka falan yapıyorsun değil mi?”



“ Hayır, kızım…” dedi muzipçe. “Gerçeği söylüyorum, üstelik bir saate kadar
burada olur…”



“ Ahhh…” diye inledim, dizlerimin üstüne çökerek, “ Bunu bana şimdi mi
söylüyorsun?” Başımı duvara sertçe yasladım.



“ Nasıl hazırlanacağım ben…” Halam bir kahkaha daha koyuverdi.



“ Bu kadar heyecan yapacağını bilseydim daha önce haber verirdim yavrum…”

Hırsla doğrularak, omuzlarımı silktim.



“ Ben heyecan falan yapmıyorum…” dedim. “Yalnızca, kimsenin karşısına bu
halde çıkmak istemem o kadar…”



“ Tamam kızım, senin sözlerin her zaman doğrudur.” Dudaklarını birbirine
bastırmış, gülmemek için kendini zorluyordu. “ Git ve elini yüzünü yıka… Odanı
ben toplarım.”



Daha fazla söz münakaşasında bulunmamak için topuklarımın üzerinde dönerek,
hızla banyoya yöneldim. Aynanın karşısında ki görüntüm, tam anlamıyla
korkunçtu.



Saçlarım kafamın üzerine toplanmış bir tüy yumağını andırıyordu ve
gözlerimin altındaki morluklar akşamdan kalma olduğumun tescilli kanıtı
gibiydi. Sıkıntıyla iç geçirdim.



Yüzümü yıkayarak, cildime nemlendirici bir krem sürüp saçlarımı taradım.
Gözlerimin altındaki morluklar için kapatıcı kullandıktan sonra, hafif bir
makyaj yapıp banyodaki işimi kısa zamanda bitirdim.



Hazırlığın en zor kısmı kıyafet seçimi olsa da yarım saatlik azimli bir
uğraş sonucu; bacaklarımı saran koyu renk bir kot ve pudra rengi kısa kollu bir
badi de karar kıldım.



“ Hana, kızım arkadaşın seni bekliyor…” diye seslendi halam. “ Mükemmel
zamanla…” diye geçirdim içimden.



“ Geldim…” dedim fazla heyecanlı görünmemeye çalışarak, Chin içeri girmemiş
kapıda bekliyordu.



“ Oturması için davet ettim ama…”



“ Ben seni bir yere götürmek istediğimi söyleyerek, halanın nazik teklifini
geri çevirdim.” Diye açıklamada bulundu Chin. Yeşil gözleri, koyu renk kotu ve
gömleğiyle harika görünüyordu.



“ Sorun değil hala…” askılıktan ceketimi alarak, yürüyüş ayakkabılarımı
giydim. “ Sonra görüşürüz…”



Kapının önüne ulaştığımızda “ Eee…” diye iç geçirdim “Nereye, nasıl
gidiyoruz?”



“ Gittiğimiz yeri oraya vardığımızda görürsün…” ellerini saçlarının arasında
gezdirerek, yanındaki siyah Honda yı işaret etti.. “ Bununla gidiyoruz…”



“ Şaka yapıyor olmalısın…” dedim şaşkınlıkla. “ Araba hırsızlığına falan mı
başladın sen ?” Dudaklarında çarpık bir gülümseme belirdi. “ Onun gibi bir şey…
Soru sormayı bırakıp artık şuna biner misin?”



Tavsiyesine uyarak, ön koltuğa oturdum. Yol boyuca suskun kalmayı tercih
etti. Sessizliği bozan taraf olmayı sevmediğimden, bende sadece manzarayı
seyretmekle yetindim.



“ Fazla uzun sürdüğünü biliyorum ama birazdan, bu eziyeti unutacaksın…”
Gerçekten gülümsüyor ve bana açıklama yapmaya çalışıyordu. Onda ki farklılığın
ne olduğunu çözmeye çalıştıysam da bulamadım.



“Umarım öyledir…” diye mırıldandım, sesim titrek çıkmıştı.



Bir süre daha düz arazide ilerledikten sonra Chin arabayı durdurdu. Yer yer
kayaların küçük tepeler oluşturduğu, yemyeşil bir tabiata ayak basmıştık.
Kulağımı ahenkle dolduran dalgaların huzur veren sesinden, bir uçurumun
yakınlarında ya da deniz kıyısında olduğumuzu anladım.



“Yardım eder misin?” Bakışlarımı Chin e çevirerek, elindekilerin bir kısmını
aldım. “ Piknik mi yapacağız?” dedim hayretle “ Bay Chin beni şaşırtıyorsunuz…”



“ Sanırım bugün amacım da bu…” diye onayladı. Gülümsemek kesinlikle ona
yakışıyordu. İçtenlikle karşılık vererek, arkasından adımlarını takip ettim.



Boy boy ağaçların arasında kısa bir yolculuktan sonra, oldukça renkli bir
açıklığa çıktık. Tahmin ettiğim gibi bir uçurumun kenarındaydık..



“Vay canına…”



“Beğeneceğini biliyordum…” dedi. Aslında sesli olarak söylediğimin farkında
bile değildim..



“ Hadi gel, halana seni besleyeceğim konusunda söz verdim..”



Aç olduğumu yeni yeni hissediyordum.“ Çok hızlısın…” dedim hayretle,
yiyecekleri çoktan hazırlamış, oturmam gereken yeri gösteriyordu.



“ Bu tür konularda her zaman çabuk olmak gerektiğine inanırım.”dedi.



“ Özel bir nedeni var mı?” Uzattığı sandviçi alarak, küçük bir ısırık
kopardım.



Kafasını olumsuz anlamda salladı. “ Zaman kıymetli Hana… Bunu anlayabileceğini
zannediyorum.”



“ Evet… Öyle…” demekle yetindim.



“ Dün…” kısa bir tereddüt anı yaşadı. “ Bir şeyler gördün öyle değil mi?”



Bu soruya cevap vermek istemiyordum, gürültüyle yutkundum.



“Cevabını zaten biliyorsun Chin… Sormanın sebebi ne?”



“ İnanabilmem için görüntüden fazlası gerek Hana…” Gözleri gözlerime
kilitlenmişti. “Senden duymaya ihtiyacım var…” dedi.



İsteksizce başımı sallayarak “ Evet…” diye mırıldandım. “ Gördüm…”



“ Ve?” diye üsteledi.



“ Beni öldürebileceğini biliyorum Chin ve benimde seni öldürebileceğimi…”
derin bir soluk aldım.



“Ama bunlara anlam veremiyorum özelliklede o dokuz kuyruklu tilkiye…”



Uzun süre bir yanıt vermedi. Sanki kendi içiyle bir savaş halindeydi.
Elindeki sandviçi bir hamlede bitirerek, getirdiği kalın örtünün üstüne uzandı.



“ Efsanelere inanır mısın?”



“ Teknik olarak bakacak olursak… Hayır…” dedim, çekinerek de olsa yanına
uzanarak bakışlarımı gökyüzüne odakladım.



“ Güzel… O zaman bu anlatacağım efsaneyi de doğru olarak görmeyebilirsin.”



“ Büyük ihtimalle…” diye onayladım.



“ Kumiho ‘u biliyorsundur…” diye sözüne başladı. “ Efsaneye göre tilki insan
halindeyken, istediği görüntüye bürünebilirmiş.. Kimi günler erkeklerin aklını
başından alabileceği bir kadına, kimi zamanlar ise kadınların uğruna
ölebileceği bir erkek olurmuş.”



Kolunu kaldırarak, parmağıyla gökyüzünde ki belli belirsiz hilali işaret
etti.



“ Yalnız bunun gerçekleşebilmesi için tek şart Dolunay ın baş
göstermesiymiş. Yani her ay değişik bir formda geliyormuş insan yaşamına…”



“Neden sadece insan yaşamı…” diye sorarak, sözünü yarıda kestim.



“ Sadece insan yaşamı çünkü… Beslenmeleri gerekiyormuş…”



“ İnsanlarla mı?” dehşete düşmüştüm, dirseklerimin üzerinde doğrularak
yüzünü görebilir bir pozisyon aldım.



“ Aslında sadece Karaciğerleriyle…” dedi. “ Yaşam güçlerini arttırıyormuş.”



“ Devam et…” dedim merakla, ilgimi çekmeyi başarmıştı.

“ Pekâlâ, Kumiholar ın zaman içinde sayıları ikiye katlanmış ve tabi ki
bununla birlikte insan ölümleri de…”



“ Eee…” diye üsteledim.



“ Durdurulmaları gerekiyormuş ama bunu nasıl başaracakları konusunda en ufak
bir fikir bile yokmuş. Ta ki Yokwe adında yeni bir tür meydana gelene kadar. “
dedi. Gözlerinde ki acıyı hissedebiliyordum.



“ Yokweler, Venüs ün sihirli varlığından kopup genetiklerine doğuştan
savaşma gücü işlenmiş yaratıklarmış. Fiziksel açıdan insan ile birçok yönden
benzerlikleri olsa da asla onlar gibi olamamışlar.”



“ Mesela…” dedim, anlamaya çalışarak..



“ Mesela, Yokweler in hepsinin göz rengi mavi ve vücutlarında, Kumiholar ın
tam karşıtı olduklarını anlatan simgevi mavi desenler var…”



İliklerime kadar donduğumu hissettim, kas katı kesilmiştim.

Sesimin titrememesi için dua ederek “ Bu desenler ne koşulda beliriyormuş
peki?” dedim.



Bedenini bedenime yasladı. “ Titriyorsun…” dedi telaşla. “ Önemi yok… Ben
iyiyim…” diye güçlükle fısıldadım. Hava nın kararmaya başladığının henüz
farkına varmıştım. Başımı, kolunun üstüne yerleştirerek, sıkıca sarıldı. Adeta
alev alev yanıyordu.



“ Bu desenler… Dolunay yaklaştığında ve bir Yokwe insan formunda ki bir
Kumiho a tehlikeli hisler beslemeye başladığında belirir.” Dedi.



“ Yani onu sevmeye başladığında mı demek istiyorsun.” Bunu sorudan çok bir
teori olarak söylemiştim.



“ Evet Hana, ama bu desenler tek taraflı değil. Eğer Kumiho da bir Yokwe ye
karşı derin hisler beslerse, desenlerle damgalanır. Onların desenleri, gözleri
gibi zümrüt yeşilidir. Ve yaşamları sonlanana kadar o damgayı bedenlerinde
taşırlar.”



“ Peki, tilki formundayken…”



“ İşte olayların, en dramatik tarafı da orası Hana…” diye mırıldanarak, daha
sıkı sardı bedenimi.



“ Kumiho tilki formundayken, hisleri körelir ve sadece avlanmaya odaklanır.
Ama Yokwe her şeyin bilincindedir. Tilki beslenebilmek için düşmanını
tanımaksızın, Yokwe ise insan yaşamını korumak için hisleriyle öldürür.” Dedi.



“ Bu efsaneye göre sen Kumiho bende Yokwe oluyorum öylemi?”



Gözlerini gözlerime dikti. “ Çok derin…” diye geçirdim içimden. “ Çok derin
bakıyorsun Chin…”



“ Evet, öyle…” dedi.



“ Efsaneye göre, seni öldürmem gerek…” Tatlı nefesini yüzümde hissediyordum.



“ Sen beni öldürmeden önce…” diye yineledi. Kalp atışlarım, göğsümü
parçalamak istercesine hızla atıyordu. Nefesimi tuttum. Chin in dudaklarının
daha önce bu kadar dolgun olduğunu fark etmemiştim.



“ Söylemeyi unutuyordum…” dedi, aramızda sadece birkaç santim vardı.



“ Bu iki düşman çift olarak yaratılırlarmış. Yani sen benim için bende senin
için yaratılmışım Hana.”



Daha fazla konuşmadı, dudaklarını dudaklarıma bastırarak bedenini adeta
bedenime hapsetti.

***********

NOT: Arkadaşlar böyle bir efsane var ama kelimesi kelimesi aynı değildir.
Üstünde birçok oynama yaptım. Bilginiz dahilinde olsun...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: Geri: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:16 pm

Dönüş yolu, tahmin ettiğimden çok daha kısa sürmüştü.



Chin arabayı kapının önüne yaklaştırdığında, hayal kırıklığımı belli
etmemeye çalışarak, “ Teşekkür ederim…” diye mırıldandım.



“ Bugün çok güzel vakit geçirdim.”



“ Benim için bir zevkti bayan…” dedi böbürlenerek, gülerken gözlerinin içi
adeta ışıldıyordu. Kalp atışlarımın hızlanmasına engel olamadım.



“ Pekâlâ, yarın okulda görüşürüz öyleyse.”



Aslında ondan ayrılmayı hiç istemiyordum. Nedenini çözemediğim bir dürtü,
varlığını sürekli yakınımda hissetmek istiyordu.



İsteksizce kapıya doğru yöneldiğim sırada “ Bir şey unutmuyor musun?” diye
sordu.



Neyi unuttuğumu hatırlamaya çalışarak, etrafımı şaşkın bakışlarla süzdüm.



“ Ahh…” diye inledi sabırsızca.



“ Bu konularda gerçekten hiçbir bilgin yok değil mi?”



Seri adımlarla yanıma süzülerek, tek koluyla belimi kavradı. Diğer eliyle de
gözümün önüne gelen saçları geriye itiyor, tenimi adeta yakıp kavuruyordu.



“ Bu tip görüşmelerden sonra mutlaka bir veda öpücüğü olur.”

Diye fısıldadı kulağıma.



Gürültüyle yutkundum, bu hareketim onu daha çok güldürmüştü.



Yavaşça eğilerek, dudaklarını alnıma bastırdı. Bunu beklemiyordum, yani daha
farklı bir şekilde bekliyordum.



“ İşte şimdi yukarı çıkabilirsin.”



Belime doladığı kollarını gevşeterek, saçlarını karıştırdı.



Afallamış halim onu eğlendiriyordu. “ Görü-şürü-z” diye kekelediğim sırada
Chin, çoktan arabasına binip uzaklaşmaya başlamıştı.



Gözden tamamen kaybolduğunda, kendime gelerek bir süredir öylece arkasından
baktığımın farkına vardım.



Merdivenleri çabucak
tırmanıp, hemen evin içine girdim.. Biran önce uyumak istiyordum.



“ Hana.”



“ Evet, hala benim…” diye
seslendim. Ses tonundan, tam zamanında gelmiş olmamdan memnun olduğunu
anlayabilmiştim.



Rahatlıkla, salona
yönelerek “ İşte buradasın…” dedim.



Yalnız değildi, “ Dami…”
diye haykırdım şaşkınlıkla.



“ Sen…” ayağa kalkarak
koluma sertçe girdi. “ Bana bir hesap vermek zorundasın küçük hanım.”



Dami nin yüz hatları
sinirle gerilmiş, dudakları tek bir çizgi halini almıştı.



“ Ama halama…”



“ Önemli değil kızım,
arkadaşın uzun süredir bekliyor.” Diye sözümü kesti halam.



Kendimi ihanete uğramış
hissediyordum. Sorularla dolu bir işkenceden kurtulmak için en ufak bir umut
ışığım bile kalmamıştı.



Derin bir nefes alarak, Dami nin beni odama kadar sürüklemesine izin verdim.



“ Kafayı mı yedin sen?” diye sordu kapıyı arkamızdan sertçe kapatırken.



“ Nasıl onunla bu kadar saat tek başına kalabilirsin? Telefonuna bakmayı hiç
düşündün mü peki? Ya sana bir
zarar verseydi…”



“ Hey… Hey “ diyerek araya
girdim. “ Dami sakin ol… Buradayım ve iyiyim öyle değil mi?” Sıkıca sıktığı
kolumu kurtararak ceketimi çıkardım.



“ Ayrıca, kafandakileri tek
tek soramaz mısın?”



Gerilen çenesinden,
dişlerini sıktığını anlamıştım. “ Pekâlâ, baştan alalım.” Dedi bir süre sonra,
“ Ne yaptınız?”



“ Küçük bir piknik…” diye yanıtladım, ayrıntılara girmek istemiyordum.



“ Ne yani sadece piknik mi?”



“ Evet, Dami sen ne bekliyordun ki?” üstüme günlük giydiğim kıyafetleri
geçirerek, yatağa uzandım.



“ İşkence aletleri, silah, kesici olarak bıçak…”



“ Yapma Dami, bunları da nerden çıkardın? Chin o kadar da cani biri değil.”



“ İğneleyici sözlerde mi yok?” diye sordu yanıma uzanırken. Gerçekten
meraklı görünüyordu.



“ Hayır, yok…” dedim derin bir iç geçirerek. “Hem sen neden böyle fikirlere
kapıldın ki?”



“ Yapma Hana…” dedi, gözlerini iri iri açarak, “ O çocuğun sana olan kaba
davranışlarını biran da unutmuş olamazsın... Ayrıca…” Duraksadı, söyleyip
söylememek arasında tereddüt ediyordu.



“ Ayrıca ne?” diye üsteledim.



“ Sana bakışlarını beğenmiyorum. Her an boynunu koparmak istermiş gibi bir
hali var.” Dedi, kaşlarını çatarak.



Sırtımdan derin bir ürperti geçti.



“ Partide, böyle söylemiyordun ama dans ettirebilmek için en başta sen
dürtükledin.” Dedim, mantıklı bir şeyler bulmayı ümit ederek.



“ Tamam, pekâlâ bunu kabul ediyorum.”diye onayladı, başını sallıyordu. “
Zaten partiden sonra fikrim bu yönde değişti.”



“ Ahhh… Her neyse.” Diye geçiştirdim. “ Kuruntularından kurtulabilirsin,
Chin bana asla zarar vermez.”



Tamam, belki şu“ Asla zarar vermez.” Kısmının doğruluğu tartışılabilirdi ama
yine de tüm anlattıklarına rağmen Chin in beni öldürebileceği ihtimalini
düşünemiyordum.



Uzun bir sessizliğin ardından Dami şaşkınlık ve heyecanla üstüme atılarak “
Tanrım…” diye haykırdı.



“ Seni öptü değil mi?” elleri yakamı kavramış halde, üstümde oturuyordu.



“ Sakın bana yalan söylemeye kalkma küçük hanım. Bu çocukla, daha düne kadar
yan yana durmak bile istemiyordun.”



“ Önce üstümden kalkar mısın?” dedim nefes nefese. “ O değil ama sen beni öldüreceksin..”



Ellerini üstümden çekerek,
merakla yanıma oturdu. “ Hadi Hana…”



“ Tamam…”diye tersledim,
tamamıyla zaman kazanmaya çalışıyordum. “ Evet, beni öptü..” Sesim fısıltı gibi
çıkmıştı.



“ Biliyordum…” dedi,
kahkahası kulaklarımı tırmalamıştı. “ Biraz sessiz olsana… Halamın duymasını
falan mı istiyorsun?”



Elleriyle ağzını sıkıca
kapattı. Bazen, gerçekten çok sinir bozucu biri olabiliyordu.



“ Şunu keser misin?”



“ Pekâlâ, tamam…” dedi uzun
birkaç saniyenin ardından “ Ona âşıksın…” Bu bir soru değildi.



“ Sana öyle bir şey
söylemedim…” dedim. Ters bir davranışta bulunmamak için dilimi ısırıyordum.



“Evet, ama gözlerin
söylüyor.”



“ Dami, üstündekileri
değiştir ve yat uyu… Tamam mı? Bilmen gerekenler sadece bunlar .”



Yataktan kalkarak,
dolabımdan birkaç eşya aldı. “Sadece bugünlük bu kadar hayatım, daha
soracaklarım bitmedi.”



Yanıma tekrar uzandığında,
kendimi çoktan deliksiz bir uykunun kollarına teslim etmiştim.



*****







Sabahın ilk ışıkları ile
birlikte gözlerimi araladığımda, derin bir nefes alarak ayaklarımın arasına
ihtiyatla dolanmış çarşafı hışımla ittirdim. Mugunhwa nın baş döndüren kokusu,
adeta vücudumun tüm hücrelerine itaat etmek istercesine hâlihazırdaydı.



Dirseklerimin üzerinde doğrularak, hızla yataktan kalktım. Kendimi hiç
olmadığı kadar dingin ve huzurlu hissediyordum. Rüyasız, derin bir uyku
çekmiştim.



Esneyerek banyoya yöneldim. Dami çoktan kalkmış, dişlerini fırçalıyordu.



Aynada ki yansımamı gördüğünde “ Günaydın…” dedi boğuk bir sesle. Bu kız
gerçekten banyo adabı denilen şeyden bir haberdi.



“ Günaydın.” Diye yanıtladım düz bir sesle. Aynı anda hem bıkkın gözükmeye
çabalıyor, hem de çekmeceden temiz bir havlu çıkarıyordum.



“ Dami…” Elimde olmadan titremiştim. “Ağzın doluyken ya da dişlerini
temizlerken konuşmamayı ne zaman öğreneceksin sen?”

Bir süre sadece gözlerime bakmakla yetindi.



“ Ahhh Hana…” dedi sitemle. Bardağa doldurduğu suyu yudumlayarak, lavaboya
tükürdü.



“ Beni bilirsin... Hiçbir zaman.”



“Doğru ya…” dedim gülümseyerek, aniden bir şeyi hatırlamış gibi başıma
vurdum. “ Bunu tamamen unutmuşum.”



Elinde ki fırçayı çantasına attıktan sonra, lavaboya yaslanarak bedenimi
baştan aşağı süzdü. Bir tür bilimsel çalışma yapıyormuşçasına ciddileşmişti.



“ Ne var?” diye sordum merakla. “ Bana neden öyle bakıyorsun Dami?”



“ Sen mutlusun…” Bunu bir soru değildi, tahminde bulunuyordu.



“ E-ve-t.” Diye kekeledim. “ Bu yanlış bir şey mi?”



“ Hayır, hayır…” dedi kaşlarını çatarak “ Sadece, seni böyle görmeyeli uzun
zaman oldu.”



Gözlerinden, bana beslediği sevginin büyüklüğünü anlayabiliyordum. Nadir
olarak yakaladığım ama oldukça duygu yüklü anlardan birini yaşıyorduk bu sabah.



“ Pekâlâ, bu kadar yeter. “ dedi, kendini ancak toparlayabilmişti. Hiçbir
zaman hislerini bir kitap gibi açığa vuranlardan olamamıştı.

Duygusallaştığı anlarda yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirerek,
gerçeklerin ardına gizlenmeyi tercih ederdi. Yine aynısını yapıyordu.



“Okula geç kalmak istemiyorsan biran önce elini yüzünü yıka ve giyin
küçükhanım.”



“ Emriniz benim için bir zevktir hanımefendi.” Diyerek, saygıyla eğildim. Bu
gibi zamanlarda onu rahatlatan taraf hep ben olurdum. Bana söylemek isteyip de
söyleyemediklerini, tek bakışından anlar ve üstelemezdim.



Yanımdan uzaklaşırken, bir süre arkasından boş gözlerle baktıktan sonra
derin bir iç çekerek aceleyle banyoda ki işlerimi bitirip odama yöneldim.



Hazırlanmam çok uzun sürmedi. Saçlarımı ensemde toplayarak, üzerime tek omzu
açıkta bırakan bir bluz ve her zamanki gibi koyu renk dar kesim bir pantolon
geçirdim.



Gyu Ri halam kapıya, halletmesi gereken bir iş olduğunu ve eve geç
geleceğini bildiren bir not bırakmıştı. Bu ondan beklenecek türde bir hareket
değildi, bir yere gideceği zaman mutlaka bana önceden haber verirdi.



“ Çok tuhaf…” diye mırıldandım dışarı çıktığımızda. Dami ne söylediğimi
anlamaya çalışarak, dudaklarını birbirine bastırdı.



“ Daha önce hiç bana haber vermeden bir yere gitmemişti.” Diye açıkladım. “
Sadece şaşırdım.”



“ Her şeyin bir ilki vardır Hana Seok.” Koluma girerek hızlı yürümem için
çekiştirdi.



“O yaşlı bir kadın ve sürekli evde durması onu daha çok yoruyor. Hala bir
şeyler yapabilmek için uğraş vermesi bence güzel bir gelişme, onun için
sevinmelisin.”



Söylediklerinin doğruluğunu bir süre kafamda tarttıktan sonra, omuz silkerek
başımla onayladım.



“ Galiba haklısın…”



Bunun üzerine, yol boyunca başka bir şey konuşmadık. Kampüs’ e vardığımızda Dami
felsefe tarihi dersliğine bense anatomi dersliğine yöneldim.



Profesör Hyun Ki henüz sınıfa girmemişti. Rahatlayarak sıralardan birine
yöneldiğim sırada, Chin in yanındaki boş yere oturmam için el salladığını fark
ettim.



Siyah deri ceketi yine üzerindeydi ve içine gök mavisi bir ceket, altına ise
siyah bir kot giymişti.



Gürültüyle yutkunarak, adımlarımın birbirine karışmaması için dua ettim.
Dağınık saçları ve zümrüt gözleriyle aynı anda hem çok tehlikeli, hem de çok
sıcak gözüküyordu. Beni ona doğru, koşulsuzca sürükleyen dürtünün hangisi
olduğunu düşünmeden edemedim.



“ Selam…” dedim yanına otururken, sesim neredeyse fısıltı gibi çıkmıştı.



Sınıfta ki meraklı gözleri, vücudumun her yerinde hissedebiliyordum.
Bakışlarıyla adeta tenimi delip geçiyorlardı. Kanın yanaklarıma hücum ettiğini
hissettim.



“ Selam güzellik…” Chin beklemediğim bir şey yaparak, ceketinin cebinden
çıkardığı beyaz bir gülü sıranın üzerine bıraktı.



Kulağıma ilişen hayret nidalarını bastırmaya çalışarak “ Bana mı?” diye sordum.



Şaşkınlığımı saklayamasam da, sesimin titrememesine sevinmiştim.



“ Tabi ki sana, hayatımda senden başka bir bayan yok öyle değil mi?”



Ne yapacağımı bilemeyerek, elimi göğsüme götürüp tekrar indirdim. “ Teşekkür
ederim…”



“ Bir şey değil…” dedi elini saçlarının arasında dolaştırıyordu.“ Ama
karşılığında bir isteğim var.”



“ Heyy…” diye karşı çıktım.. “ Hem bir talepte bulunmama rağmen gülü getiren
sen, hem de onu kabul ettim diye karşılık verecek olan niye ben oluyorum?”



Yüzünden karanlık bir parıltı geçti, dudaklarında tehlikeli bir tebessüm
belirmişti.



“ Bugün başka dersin yok değil mi?”

Söyleyip söylememek konusunda kararsız kalarak “ Evet…” dedim.



“ Sadece tek dersim var.”



“ Güzel… Seni özel bir yere götüreceğim. Pişman olmayacaksın emin ol.”
Nefesini tenimde hissedebilecek kadar yakınımda duruyordu.



Doğru sözcükleri bulmayı dileyerek “ Ya seninle gelmezsem ?” diye sordum.



Gözlerimin içine anlamla bakarak, bir kahkaha attı. “ Tabi ki geleceksin.”



Sesi öylesine netti ki bir cevap veremedim. Sınıfta derin bir sessizlik
oluşmuştu ki, Profesör Hyun Ki tahtaya vurarak dersi başlattı. Kapıdan
girdiğini bile fark etmemiştim.



Ders boyunca, önümdeki deftere anlamsız şekiller çizerek, içimde ki
ürpertiyi yok etmeye çalıştım. Hocanın anlattığı hiçbir şeye odaklanamıyor,
Chin ile arama hatırı sayılır bir boşluk koymak için fırsat kolluyordum.



“ Titriyorsun…” Chin in kulağıma fısıldayan sesiyle irkilerek, daldığım
düşüncelerden sıyrıldım.



“ Ahhh…” Alt dudağımı ısırarak “ Sadece biraz üşüdüm.” Diye yalan söyledim.
Az önceki tehditkâr tavırlarından şimdi eser yoktu. Gözleri gerçekten benim
için endişelendiğini belli ediyordu.



Ruh halinin nasıl bu kadar çabuk değiştiğine şaşırarak, dilimin ucuna kadar
sızan soruları tırnaklarımı tenime batırarak aynı hızla geri gönderdim.



“ Ben seni ısıtırım.” Chin yanıma biraz daha sokularak ellimi tuttuğu
sırada, bileğinde ki daha önce kesinlikle orada olmadığına emin olduğum yeşil
desen gözüme çarptı.



“ Teşekkür ederim.” Diye mırıldandım.



Daha sonra çok geçmeden dersin bitiş zili çaldı. Eşyalarımı toparlarken, bir
önceki dolunay ın ne zaman olduğunu hatırlamaya çalışıyordum.



Sınıftan çıkıp, okulun giriş kapısına yaklaştığımızda “Chin…” diye soludum
telaş içinde.



“ Profesör Kwan a bu yıl ki tezim hakkında bir soru soracaktım, unutmuşum.
Beni biraz burada bekler misin?”



Kısa bir an tereddüt etsede, tuttuğu elimi bırakarak “ Çabuk ol ama…” dedi.



“ Merak etme çok uzun sürmez.” Diyerek yanından ayrıldım. Hızla
profesörlerin odasına doğru yürüyordum ki aradığım kişi kendiliğinden karşıma
çıktı.



“ Bay Dong Sun…” diye seslendim heyecanla. “ Sizi gördüğüme çok sevindim.”

“ Merhaba Hana…” dedi, kırgınlığını saklayamayarak “ Bende seni gördüğüme
çok sevindim. Uzun zamandır yanıma uğramıyorsun.”



Profesör Dong Sun, gezegenler ve doğadaki hareketleri hakkında alanında
dünyanın en başarılı hocalarından biriydi. Bu nedenle soruma da en sağlıklı
cevabı ancak o verebilirdi.



“ Bunun için sizden çok özür dilerim efendim. Başka bir zaman mutlaka telafi
edeceğim ama şimdi vaktim yok.” Derin bir soluk alarak devam ettim.



“ Dolunay tam olarak hangi gün efendim?”



“ Ahhh Hana…” dedi inanamayarak “ Doğadan ne zamandır bu kadar habersizsin.”



“ Bilemiyorum efendim… Uzun zaman oldu.” Dedim sabırsızca.



“Sorumun cevabı nedir?”



Bana sonsuz gibi gelen birkaç saniyenin ardından gülümseyerek



“ Dolunay bugün…” dedi. Hesaplarından kesinlikle emin gözüküyordu.



Hiçbir şey söyleyemedim… Bedenimin buz kestiğini hissediyor, iliklerime
kadar titriyordum. Ayaklarım, ağırlığımı taşıyamayacak kadar güçsüzdü adeta.
Kulaklarım uğulduyor, sadece göğsümde tekdüze bir ritimle gümbürdeyen kalbimin
sesini işitebiliyordum.



“ Seni sevmiyor…” diye haykırıyordu adeta beynim. “ Seni yok etmek için
yanında…”



“ Hana iyi misin?” Sesin kime ait olduğunu çözemedim. Sanki çok uzak bir
noktadan adımı haykırıyorlardı.



Gözlerimi aralamaya çalışarak, etrafımdakileri algılamaya çalıştım. Tam
karşımda Chin in yüzü vardı, ya da zihnimin bana oynadığı bir oyunda
olabilirdi. Değilse bu kadar çabuk nasıl gelebilmişti?



“ Chin…” diye seslenmek istiyor ama sesimi bulamıyordum. Ayakta mıydım yoksa
yerde mi onu bile anlayamıyordum. Adeta hissizleşmiştim.



“ Hana… Bana bak.” Söyleneni yapmaya çalıştım. Chin in yüzü hala birkaç
santim uzağımdaydı ve o… O ağlıyordu.



“ Bana bak Hana… Lütfen benimle kal.” Bedenini sıkıca bedenime yaslayışından
kucağında olduğumu anladım. Çevrede ki seslerin hepsi adeta bir okyanusun
dalgaları kadar bulanıktı, yalnızca onun sesi oldukça netti.



Zihnim bir tek, onun sesiyle hayat bulan Romeo un, Juliet ine söylediği
dizelerle dolup taşıyordu.



“ Tüm göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,

yalvarıyorlar onun gözlerine işleri olduğundan:

biz dönünceye dek siz parıldayın diye.

Gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde;

utandırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı.

Gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı.

Öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte

gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.’”



Devam etmemi istiyordu, sesinde ki beklentiyi hissedebiliyordum. Beni duyup
duyamayacağından emin olamasam da, dudaklarıma gerek duymadan, beynimden
akmasına izin verdim Juliet in Romeo suna haykırışını.



“Bana Romeo’mu ver; sonra öldüğünde

al da küçük yıldızlara böl onu;

onlar göğün yüzünü öyle bir süsleyecektir ki,

bütün dünya gönül verip geceye,

tapmayacaktır artık o muhteşem güneşe…”



Öylesine yakındı ki gözleri, öylesine sıcak, öylesine endişeli… Kaybolmayı
diledim görebildiğim tek güzellik karşısında.



“ Beni hiç sevmedin…” diye seslendim zihnine. Yanaklarımdaki ıslaklıktan
ağladığımın henüz farkına varmıştım.



“ Asaletim sadece aşkının tapınağına girdiğimde olacak içimde. Bir gün
yıkılırsa bedenin başka ülkelerin çamurlu evlerinde: Bil ki bütün denizleri
ayaklarına dökeceğim.”



Kendimi çok güçsüz hissediyordum, göz kapaklarımı yumarak Juliet in
sözleriyle devam ettim.



“ Eğer sevgin azalacaksa gittikçe çoğalan aşkımdan, Bırak avcılar çıkarsın
kalbimi yerinden! Sök at ne varsa: çamura bulanmış sevdaları, bu dağların
ceylanlarını, kana susamış kontları ve senden arta kalan şu cılız bedenimi!
Yok, et benim olmadığım bütün şatoları. Görebileceğin bir şey kalmasın benden
kalan…”



Bedenimi göğsüne daha sıkı bastırdığını hissediyor ama parmağımı bile
oynatacak dermanı bulamıyordum kendimde.



“Senin dudaklarınla, dudaklarım günahtan arındı.”



Sadece zihnimdeyken bile hıçkırıklarını duyabiliyordum, kalbim adeta göğüs
kafesimden fırlayacakmışçasına hızla çarpıyordu.



“ Öyleyse şimdi günah dudaklarımda kaldı.”



“Öyleyse ver bana günahımı geri.

Savaşır gözlerimle gönlüm öldüresiye

Senin güzelliğinin ganimeti yüzünden:

Gözüm kovar gönlümü seni görmesin diye,

Gönlüm ister gözüme pay vermemek yüzünden.

Gönlüm bildirir senin orada yattığını

Öyle bir hücredeki giremez billur gözler;

Gözüm inkâra kalkar gönlün anlattığını,

Güzel yüzünün ona sığındığını söyler.

Gönlü dinleyip karar vermek için toplanır

Düşünceler Kurulu: soruşturur hakçası

Kurulun yargısıyla bir karara bağlanır

Seven gözün payıyla duyan gönlün parçası..”



Chin, Romeo nun son dizelerini fısıldarken zihnime, tutkuyla dudaklarını
dudaklarıma bastırdı.



“ Özür dilerim…” diyordu pişmanlıkla. “ Seni seviyorum Hana.”



Kendimi karanlığın ehemmiyetli kollarına bırakmadan önce duyduğum son sözler
bunlardı.



Şiddetle başlayan hazlar şiddetle son bulurlar… Ölümleri olur zaferleri...
Tıpkı öpüşürken yanıp tutuşan ateşle barut gibi…

**************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

~*~SIZI~*~ Empty
MesajKonu: Geri: ~*~SIZI~*~   ~*~SIZI~*~ Icon_minitimePerş. Haz. 30, 2011 11:17 pm

7. BÖLÜM ( DOLUNAY):



Gözlerimi açtığımda kendimi, parlak beyaz ışıkların duvarlarla büyük tezat
oluşturduğu, yabancı bir odada buldum. Kenarlarında demir parmaklıkları olan,
sert ama kavisli bir yatakta yatıyordum ve koluma içinden saydam renkli sıvı
akan bir hortum bağlanmıştı.



İlk önce, havada ki nahoş ilaç kokusundan bir hastanede olduğumu düşünsem
de, daha sonra yerde ki broşürlerden okulun revirinde olduğumu anladım.



Anne ve babamı kaybettiğim gündün bu yana, hastaneler ve onu çağrıştıran her
türlü şeyden nefret etmiştim.



Bu yüzden kolumdaki hortumu koparmak için uzandığım sıra da

“ Bunu sakın yapma…” diye uyardı tanıdık olmayan bir ses.



Bakışlarımı oda da dolaştırarak“ Ben iyiyim.” Dedim, doğrulmaya çalışıyordum.



“ Bunlara ihtiyacım yok.”



“ Bırak ta bu kararı ben vereyim tatlım ne dersin?” dedi yanıma gelerek,
tekrar uzanmam için omuzlarımdan bastırdı.



Uzun boylu, zayıf ama atletik yapılı bir kadındı. Küt olarak kesilmiş kestane
rengi saçları ve çıkık elmacık kemikleriyle oldukça şirin gözüküyordu.



“ Sizi daha önce gördüğümü hatırlamıyorum.” Diye tahminde bulundum.



“ Evet, burada yeniyim…” dedi kendinden emin bir tavırla. Sonra kapıya doğru
yönelerek, bir süre koridoru süzdü.



“ Adım Ae Young ve sende Hana olmalısın.”



Olumlu anlamda kafamı salladım. “ Nereden bili…”



Sözlerimi tamamlayamadan, Dami ve Jung kapıdan içeri girdi. İkisi de oldukça
üzgün ve endişeli gözüküyordu.



“ Ahhh Hana…” diyerek, elimi avuçlarının arasına aldı Dami. Yüzünde ki
kurumuş gözyaşı izlerinden ağladığını anlamıştım.



“ Bizi çok korkuttun.” Dedi Jung. Omuzları çökmüş ve gözlerinin altında ne
kadar yorgun olduğunu hissettiren mor halkalar oluşmuştu.



Sesimin canlı çıkmasına özen göstererek “ Hey çocuklar…” dedim.



“ Ben iyiyim sadece küçük bir baş dönmesi o kadar.”



“ Belki de değildir.” Dedi Jung sertçe, duvara yaslanmış ve ellerini cebine
sokmuştu. “ Seni buraya getirirken sürekli özür dileyip duruyordu.” Gözleri
gözlerime anlam veremediğim bir kızgınlıkla kilitlenmişti. “ Bir sebebi
olmalı?”



O anda aklıma gelebilecek en saçma şeyi yaparak “ Kim?” diye sordum. Jung a
yönelik konuşmama rağmen cevap Dami den geldi.



“ Chin, hayatım.”



“ O…” dedim biraz tereddütle “ Burada mı?”



Görmek istediğimden emin değildim, kendimi ihanete uğramış ve güçsüz
hissediyordum.



“ Beni soruyorsan…” dedi Chin, kapının girişinde duruyordu. “ Buradayım.”



Gözlerimi devirmemek için kendimi zorladım, hiçbir şey olmamış gibi
davranabildiğini görmek canımı sıkmıştı.



“ Evet…” dedi Jung sadece duvara bakıyordu “Ama şimdi gitmek üzereydi.”



Ellerini yumruk haline getirerek “ Bana kimse ne yapacağımı söyleyemez.”
Diye yanıtladı Chin. Sınıfta fark ettiğim o karanlık parıltı yine gözlerindeki
yerini almıştı.



Dami derin bir iç çekerek parmağını ikisine doğrulttu “ Sizi ahmaklar.” Dedi
sitemle.



“ Kavga etmeyi kesin artık. Yoksa ben ikinizi birden kapı dışarı edeceğim.”



Uzun bir sessizliğin ardından “ Buna gerek kalmadı.” Diye aradaki gerilimi
dağıtmaya çalıştı Ae Young. Oda da olduğunu tamamen unutmuştum.



“ Serumu bitti zaten.” Yanıma gelerek, kolumdaki hortumu ve damarıma takılan
iğneyi çıkararak pamuk bastırdı.



“ Kendini daha iyi hissediyorsun Hana değil mi?”

Başımı sallayarak “ Evet…” dedim. “ Çok daha iyiyim, teşekkür ederim Ae
Young ”



“ Yüzüne renk geldi.” Diye onayladı Dami, gülümsüyordu. Jung rahatladığını
belli eden bir nefes alarak, birkaç adımla yanıma ulaştı. Chin i mümkün
olduğunca yok saymaya çalışıyor, ondan tarafa bakmıyordum.



“ Yürüyebilecek misin? Yoksa seni taşıma mı istersin?” diye sordu Jung.



“ Gerek yok.” Dedim ayakkabılarımı giyerken “ Yürüyebilirim.”



Eşyalarımı toparladıktan sonra, yavaş adımlarla okulun park yerine doğru
yürüdük. Jung beni kendi arabasına yerleştirmeye çalışırken, zihnimde Chin in
tanıdık sesini işiterek, irkildim.



“ Özür dilerim Hana.” Olduğum yerde durarak, bakışlarımı Chin e çevirdim.



“ Ne için?” diye sordum sitemle “ Bana, beni öldüreceğin yeri söylemediğin
için mi?”



Bedenim sinirle öylesine gerilmişti ki, sesli olarak söylememeyi
başarabildiğim için dua ettim.



Chin, yüzüne ani bir tokat yemişçesine geri geri birkaç adım attı. Dudakları
ince bir çizgi halini almış, titreyen ellerini güçlükle kontrol altına
alıyordu.



“ Be-n…” diye kekeledi, bu sefer zihnen değil sesli olarak konuşuyordu. “
Gitsem iyi olacak.”



Kendi arabasına binerek, hızla uzaklaşmaya başladı.



“ Vay canına.” Dedi Dami, uzun birkaç saniyenin ardından. “ Çocuğu bir
bakışınla ağlattın Hana.”



“ Saçmalama…” dedim inanamayarak. “ O asla ağlamaz.” Alt dudağımı
dişleyerek, Chin in gittiği noktaya bir süre bakmaktan kendimi alamadım. Yoksa
ağlar mıydı? Bayılmadan önce gördüğüm son manzarayı hatırlayarak titredim.



“Emin misin?” diye sordum telaşla, farkında olmadan Dami nin iki omzunu da
sıkıca kavramıştım. Ne olursa olsun Chin i kırmak, isteyeceğim en son şeydi.



“ Gözlerinde ki yaşları gör…”



“ Jung bana arabanı bugünlük ödünç verebilir misin?” Diyerek Dami nin sözünü
yarıda kestim. Bir yandan ayağımı sabırsızca yere vuruyor, bir yandan da Chin
in çok uzaklaşmamış olması için dua ediyordum.



“ Hayır Hana…” Jung, tek kaşını havaya kaldırarak, gözlerime ihtiyat dolu bir
bakış fırlattı.



Görmezden gelerek elinden anahtarları kaptım. “ Bunun için özür dilerim,
size haber vereceğim.”diyerek, itirazlarını kulak ardı edip, hızla arabaya
bindim.



Ana yola çıktığımda, ilk bakışta arabaların arasında onunkini fark edemesem de
biraz ilerledikten sonra, ışıkların orada olduğunu gördüm.



Arabayı durdurması için telefonla aramayı düşünerek yan koltuğa uzandığım
sırada, çantamı almadığımı fark ederek “ Lanet olsun.” Diye iç geçirdim.



Otobanda oldukça hızlı ilerliyordu, yaklaşık kırk beş dakika boyunca hiç
durmadan sürdükten sonra yıkık dökük bir binanın önünde durdu.



Oldukça geniş bir araziye sahip alanın, dört bir yanı ağaçlarla çevriliydi.
Gökyüzünde güneş batmış, geriye asiliğiyle harlanan bir alev misali kızıllığını
bırakmıştı.



Chin, usul adımlarla harabenin içine girdiğinde, yavaşça arabanın kapısını
açarak dışarı çıktım. Bir anlam veremesem de sessiz olmak için büyük bir çaba
sarf ediyordum.



“ Hana.” Olduğum yerde sıçrayarak, topuklarımın üzerinde döndüm.



Ağaçların arasında gizlenmiş biri vardı, kim olduğunu görebilmek için birkaç
adım attığım sırada gördüğüm yüz karşısında donakaldım.



“ Hala…” dedim şaşkınlığımı gizlemeye çalışmayarak “ Senin burada…”



“ Şşşşt…” diye fısıldadı, parmağını dudağına götürerek. “ Sessiz ol kızım,
yanıma gel.”



Sarsak hareketlerle yanına vardığım da, kolumdan tutarak çalıların arasına
oturttu.



“ Burada olduğumu nereden biliyorsun?” Sesimi bu kez kontrol altına
alabilmiştim.



“Senin nerede, nasıl olduğunu her zaman bilirim yavrum.” Dedi, parmağıyla
yanağımı okşuyordu.



“ Nasıl?” diye sordum, kaşlarımı çatarak.



“ Anlatacağım, sözümü kesmeden sadece dinle. Çok fazla vaktimiz yok, hızlı
hareket etmeliyiz tamam mı?”



Sadece kafamı sallamakla yetindim.



“ Dünya değişiyor, yüzyıllar önce verilen sözler değerini yitiriyor.”



Gözleri arkamdaki boşluğa dehşet içinde kilitlenmişti. Sanki dudaklarından
dökülen sözleri, başka birinin ağzından söylüyor gibiydi.



“ Dolunay, seçilmişi gün ile buluşturacak,

Tenine işleyen semboller, ırkına ihanetini haykıracak

Ay ın en nadide parçası, ruh eşi için kalbini sunacak

Zehirli bir mızrak ikisinin de sonu olacak…”



Aniden gözlerini tekrar bana çevirerek, omuz silkti. Başka bir diyara ayak
basmış ve geri dönmüşçesine nefes nefese kalmıştı.



“ Bunları sen söylemedin.” Dedim telaşla, titrediğimi hissediyordum.

Başını salladı, “ Evet ben söylemedim kızım.”



“ Öyleyse K...”



“ Bu önemli değil… Eğer bu geceyi atlatabilirsen, sana her şeyi anlatacağım
inan. Bilmediğin ve artık öğrenmen gereken çok şey var. Öncelikle sana hediye
edilen bu kehaneti, sakın aklından çıkarma.”



“ Hala, bunu tek başıma başaramam. “ dedim ellerini sıkıca

tutarak. “ Daha ne yapmam gerektiğini bile bilmiyorum. Lütfen bana yardım
et.”



Çenesi üzüntüyle gerildi, “ Yapamam yavrum, bu senin savaşın.”



“ Ama…” dedim iç çekerek, ağladığımın henüz farkına varmıştım. “ Ben Chin i
öldüremem.”



Ağzını açıp tekrar kapadı, bir şey söylemek istiyordu.



“ Kalbini dinle Hana. Yanlışı da doğruyu da o sana gösterecek.”

Yüzümü avuçlarının arasına alarak, alnımı öptü. “ Hoşça kal kızım…”



Karanlık gölgelerin arasında kaybolurken, dizlerimi göğsüme çekerek bir süre
öylece oturup, gözyaşlarımın hesapsızca yanaklarımdan süzülmesine izin verdim.
Kendimi yardıma muhtaç, yaralı bir kuş misali kırılgan hissediyordum.



Hayatın tüm acımasız yönleri kanatlarıma yüklenmiş, ağırlığıyla bir dibe
çekiliyor, bir karşı koyarak tekrar yükselmeye çalışıyordum.



“Hana, senin burada ne işin
var?” Chin in şiddetle gürleyen sesiyle kendime gelerek, başımı kaldırdım.



Uzun süren bir sessizliğin
ardından, “ Benim yüzümden üzülmüştün.” Dedim hıçkırıklarımı
dizginlemeye çalışarak. “ Böyle olsun istememiştim, benim için ağlamamalıydın.”



“ Saçmalık.” Dedi ellerini sallayarak “Ne olursa olsun buraya
gelmemeliydin.” Sesindeki soğukluk, içimi ürpertmişti.



“ Tüm planlarımı alt üst ettin.”



Ne söylediğini umursamayarak, devam ettim. “ Tüm şu efsane saçmalıkları bu
kadar önemli mi?” diye sordum. “ Bana hala anlamsız bir şakaymış gibi geliyor.”



Bir an cevap vermekte tereddüt etse de “ Önemli…” diye yanıtladı.



Dizlerimin üstünde doğrularak, harabenin önünde ki açıklığa doğru yürüdüm.
Çim zeminde çıkan, ıslak ayak seslerinden adımlarımı takip ettiğini anlamıştım.



“ Canımı çok yakmayacağına söz verir misin Chin?”

Yine tereddüt ediyordu. “ Hissetmeyeceksin, söz veriyorum.” Dedi kuru bir
sesle.



“ Bu iyi.” Dedim. Ayaklarımın üzerinde durmakta zorlanıyor, kendimi şimdiden
ölümün soğuk rüzgârına teslim etmiş gibi hissediyordum.



“ Bende ki farklılığı, daha sınıfta anlamıştın öyle değil mi ?” diye sordu,
derin bir sessizliğin ardın. Anlam veremesem de onun da canının yandığını
hissediyordum.



“Evet…” Dudaklarımı birbirine bastırıyordum.



“ Ama en azından bana söylemeliydin…” dedim hışımla dönerek, aramızda sadece
birkaç santimlik bir mesafe vardı. Bu kadar yakınımda olabileceğini tahmin
etmemiştim.



“ Seni öldürmek istediğimi mi?” diye sordu Chin güçsüz bir sesle.
Gözlerinde, şimdi öfkenin yerini anlayış almıştı.



“ Hayır… Beni hiç sevmediğini.” Dedim, çenemin titremesine engel olamayarak.



Chin aramızdaki o birkaç santimlik mesafeyi de kapatarak, gözyaşımdan bir
damlayı parmağının ucuyla aldı.

Dudaklarına götürerek, bir süre gözleri kapalı öylece durdu.



“ Seni seviyorum Hana…” dedi gözlerini tekrar aralarken. “ Seni hep sevdim
ve ölene kadar da seveceğim.”



Söylediklerinin doğru ya da yalan olmasına aldırış etmeyerek, gülümsedim.
Kalbim göğüs kafesimden fırlayacakmışçasına hızlı çarpıyordu. “ Bana son kez
sarılır mısın?” dedim titrek bir sesle.



Herhangi bir cevap vermeyerek, hızla kollarımdan tutup bedenini bedenime
bastırdı.



Ay, tüm asaletiyle doğuyordu gönlümüze. Gündüz yerini yıldızların
parlaklığına devrediyor ve âşıklar, duygularını ay ile yıldızın parıltılı
sevdasında buluyordu.



Çünkü biliyorlardı ki ay ın gösterişli parlaklığı olmadan noktaları andıran
yıldızların, yıldızlarında uzaktan ayrı ayrı baktığında küçücük ama hepsini bir
araya topladığında aya eş değer ihtişama sahip parıltısı olmadan, gökyüzünün
hiç bir anlamı kalmayacaktır…



Chin kulağıma eğilerek “ Kaç Hana…” diye fısıldadı.



*******************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
~*~SIZI~*~
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Kore Hikayeleri :: Dream Stories of Korea :: Devam Eden Hikayeler-
Buraya geçin: