| . |
| | Wait There | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Wait There Cuma Şub. 04, 2011 3:20 pm | |
| 1. Bölüm
Mavi ışıklar bir okyanus gibi dalgalanıyordu heyecanlı ellerde. Herkes bir ağızdan önceden belirlenmiş cümleleri bağırıyordu. Tamam, çığlık atan bu kadar çok kızın arasında olmak geçici duyma kaybına yol açıyordu; ama burası yine de harikaydı. Bi ara arkamdaki kıza dönüp, “Lanet olsun! Biraz daha sessiz yırtınır mısın?!” demiş olabilirim. Çantamdaki bir taşı sağ çaprazdan üçüncü kızın kafasına atmış da olabilirim.
Sonunda Güney Kore’ye gelmiştim ve en sevdiğim grubun konserindeydim. Yıllardır bu an için bekliyordum. Evimden, ülkemden bunun için kaçıp gelmiştim. Bu yüzden kafası kanayan ve ağlayarak uzaklaşan kızlar beni ilgilendirmiyordu.
“Ah şu kartonu gözümün önünden çekseniz keşke! ‘Sungmin oppa! Seni seviyorum!’ Ben de seviyorum ama göremeyeceği kadar ufak bi kartona yazıp kendi kendimi yormuyorum.” Sonunda yanında kalmaya geldiğim arkadaşımın dikkatini çekebilmiştim. Konsere heyecanlanabilmek veya benim sinir krizlerimi atlatmamda yardımcı olmak için fazla meşguldü. 24 saat, işte değilken bile çalışmak zorundaydı. Şimdi bile iri-teknoloji harikası telefonuna sarılmış metin yazıyordu. Onun bu kadar zorlanması, gidip patronlarının evini bombalama isteği doğuruyordu içimde. “Kızma.” diye mırıldandı mor halkalara sahip, uykulu gözlerini bana dikip. “Onlar her zaman öyleler.” Sonra eliyle bizim kanatta ama geride oturan bir kız grubunu gösterdi. Ellerinde uzaydan görülebilecek kadar büyük bir karton vardı. ‘Wookie, benimle evlen!’
Cevabımı aldıktan sonra gerçekten susmaya karar verdim. Hepsinin kafasını yaracak kadar taşım yoktu. Sessiz sessiz, Super Junior konserinin tadını çıkaramayacaktım. Yola geldiğimi arkadaşıma da söyleyecektim elbette, tekrar elindeki teknolojik canavar tarafından yenmeseydi.
Sonunda ışıklar kapandı ve orta sahnede bir spot yakıldı. Altında siyah, örgü bir şapka takmış olan Eunhyuk göründü. O anda kızlar sakladıkları asıl çığlık bombalarını patlatmaya başladılar. Üstünde beyaz-dar bir atlet ve ince bir sweatshirt vardı çığlıkları hakeden adamın. Elini havaya kaldırmasıyla geriden bir alarm sesi yükselmeye başladı. Ses yeterince yükseldiğinde baslar da devreye girdiler. Müzik yavaş yavaş şekil alırken, aynı anda Eunhyuk da bacaklarını ritme uydurmaya başlamıştı. Seyirciler şimdi sessizlerdi. Büyük ihtimalle Eunhyuk’un muhteşem hareketlerine hayran kalmışlardı; ya da ‘ne zaman tişörtünü kaldıracak’ diye düşünüyorlardı kim bilir... Işıklar renklendi, müzik alarmı aşıp çok güzel bir ritme dönüştü. Eunhyuk bir süre daha dans etti. Sonra bir anda durdu. O durduğunda müzik de ışıklar da onunla birlikte durmuştu. Şimdi arkadaki büyük ekranda Siwon’un karizmatik yüzü görünüyordu. Hemen altında, ismi Latin karfleriyle, altın sarısı bir fontla, kibarca yazılmıştı. Ardından Donghae ve şirin gülümsemesi göründü. Daha sonra Yesung, Leeteuk ve Shindong... Aynı anda yüksek bir kadın sesi isimleri tek tek okuyordu. Her yeni resimde çığlıklar tekrar yükseliyordu.
Benden ilk çığlık duyulduğunda büyük ekranda Kyuhyun görünmüştü. Neden bu kadar ‘evil’ sırıtmak zorundaydı ki? Ve neden o resim sadece üç saniye görünmek zorundaydı? Hemen arkasından Sungmin ve Ryewook’un çıktığına eminim ama ben hala Kyuhyun’u görüyordum. Hipnotize mi olmuştum? Kesinlikle evet. Sağımdaki kolu yumruklamaya başladığımı da, arkadaşım “Sadece bir resimdi!” diye bağırdığında fark edebildim. Pekala şimdi Heechul’u gayet net görüyordum, yani sanırım. Eunhyuk’un görüntüsü de yayınlandıktan hemen sonra bir video oynamaya başladı. Üyelerin hepsi yara bere ve çamur içindelerdi. Ormanın içinde dalların arasında koşarak yol bulmaya çalışıyorlardı. Hafif(?) bir kas gösterisi olduğundan fanlar çıldırmış durumdaydı. Kendilerini yerden yere atıyor, saçlarını başlarını yoluyorlardı. Ya da videoya konsantre olabilmek için bunu yaptıklarını hayal ediyordum. Salondaki herkesle birlike, yırtılmış ya da zaten giyilmemiş atletler yüzünden kalp krizi tehlikesi atlattıktan sonra giriş müziğiyle kendimize geldik. Üyeler tek tek sahneyi doldurmaya başladığında çığlıklardan kendi dediğimi bile duyamıyordum. Super Junior ciddi bakışlarla salonu süzüyordu, aynı anda mavi bir ışık üzerlerinde geziniyordu.
“‘Cause i can’t stop” duyuldu ve şov başladı...
...
‘Why I Like You’, ‘It’s You’, ‘Sorry, Sorry’, ‘What If’ harika videoları ve şovlarıyla söylendikten sonra sıra sololara gelmişti. İşte tişörtümde buz gibi bir soğukluk hissettiğim zaman Donghae ‘Beautiful’u söylemek için sahneye çıkıyordu. Kızlardan biri yerinde duramayıp ayağa kalkmasaydı, yanındaki arkadaşını tüm gücüyle ittirmeseydi, arkadaşının ayağı koltuğun kenarına takılmasaydı; o kola üstüme dökülmeyecekti ve ben de güzelim gösteriyi kaçırmayacaktım. Neyse ki çıkış kapısı yeterince yakındı. Tuvalete gidip temizleyecektim, diğer soloyu kesinlikle kaçırmayacaktım.
Planımı devreye sokmak için arkadaşıma haber verdim ve insanları yara yara ilerledim. Ayağa fırlayan kızın yanından geçerken de suratını aklıma güzelce kazıdım. Hayat bu, neyle karşılaşağı hiç belli olmaz. Kapının yanına ulaştığımda koridor tamamen karanlıktı. Ne tarafa gideceğimi de bilmediğimden yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Sola dönüp ilerlemeye başladım. Ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum; ama karşımda içeri girilmemesi için kırmızı bir şerit gördüğüme eminim. Tek ışıklı yer merdivenin aşağısı olduğu için yasağı falan düşünmeden içeri atladım. Şimdi tamamen aydınlıktaydım, üstelik yeşil tuvalet işareti de tam karşımdaydı. ‘Afferin bana.’
Henüz tuvalete doğru üç adım atmıştım ki, tıpkı benim gibi gömlek-papyon kombinasyonu yapmış onlarca insan beni kendileriyle birlikte sürüklemeye başladılar. Bağırsam duymayacaklardı. Hem ne diyebilirdim ki? İki tanesi zaten koluma ölesiyle yapışmıştı. Arkadakiler de bana fırsat vermeyecek kadar çok konuşuyor, emirler veriyorlardı. Nefes nefese koşuyorduk. Onlarca yüz saniyeler içinde geride kalıyordu. Tanrım! Nereye gidiyorduk böyle?!
Gerçeği anlamam için sahne arkasına kadar sürüklenmem gerekmişti. Onlar, Leeteuk’un arka dansçılarıydı! Sahneye yetişmeye çalışıyorlardı. Şimdi ise Leeteuk tam karşımda duruyordu. Asla hayal edemeyeceğim kadar yakınımda! Birisi onun papyonunu düzeltiyor, birisi saçlarının arkalarına sprey sıkıyordu. Kimse yabancı olduğumu anlamadan önce kaçmam gerektiğinin farkındaydım. Yakalanırsam, başıma gelecekleri hayal etmek bile ürkütücü geliyordu. Sadece kolumdaki elin bir anlık boşluğundan faydalanmam gerekiyordu.
Kulaklıkları olan bir kadın el işaretiyle gelmemizi işaret etti. “15 saniye içinde sahnede hazır olun!”
Pekala, işte fırsat. Papyonlu ekip merdivenleri tırmanmak için hamle yaptığında ben de geriye doğru hamle yapmıştım. Kimse beni fark etmeden geldiğim yoldan dönebilirdim. Koridora çıktığımda artık özgürdüm; en azından uzun boylu, kıvırcık saçlı cüsseyle çarpışana kadar.
...
‘KYU!’ Hayatımın fırsatını kendi ellerimle tepmiştim. Başımı önüme eğip, özür dileyerek ondan da kaçmıştım. Yanlış zamanlamaydı ve arkamdan SEOUL klibindeki işaret parmağını uzatmış, kalakalmış tavrını yaptığını görebiliyordum. Dansçılardan birinin kaçtığını falan düşünüyordu heralde.
Bu anlık kaza da böyle bitecekti tabii.
“Hey! Sen!” Olamaz olamaz olamaz! Arkamdan bağırıyordu! “Dur! Yabancı, sana diyorum!”
Adımlarımı hızlandırıp, hatta koşmaya başlayıp, ilk gördüğüm koridora girdim. Kyuhyun'un peşimden gelmemesi için dua ederek üzerinde yazı olmayan tek kapıdan içeri girdim. Tahmin ettiğim gibi boştu. Bir ikili koltuk, makyaj aynaları, sehpanın üstünde yemek artıkları ve kocaman Super Junior posteri... Odamı andırıyordu aslında. Nefesimi düzenleyebilmek için koltuğa oturdum. Titremekten suyumu bile içemiyordum. Atlatmıştım ama değil mi?
DEĞİL!
Öyle olsa kapı neden aralansındı ki? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Cuma Şub. 04, 2011 3:20 pm | |
| 2. Bölüm
Önce suratında yarım bir gülümsemeyle, bana doğru yaklaşmaya başladı. Karşımdaki koltuğa oturana kadar da çıtını bile çıkartmadı. Kaçsam kaçamıyordum, bağırsam –ne bağırması suçlu olan zaten bendim.
İki elimi havaya kaldırdım. “Tamam o kırmızı şeridi geçmem hataydı.” Büyük bir kahkaha patlattı. “Bu nasıl bir aksan böyle. Nereden geldin sen?” “Ben-” “Ya da dur, bir oyun oynayalım. Ben senin geldiğin ülkeyi tahmin edeyim. Bilemediğim her ülke için bir kere ‘Burada bir kaçak var!’ diye bağıracağım. Bilirsem, gitmekte özgürsün. Nasıl?”
Gözlerini tam olarak 6 kere ardı ardına, hızla kırptı. O korkunç sırıtması hala suratındaydı. Eğleniyor muydu? Kesinlikle, evet. Yatışması gerekiyordu. Ama ben onun yatışmış halini hayatımda hiç görmemiştim.
“Heechul oppa,” dedim söze başlamadan önce. “Oppa,” diye tekrar etti. Yine güldü. “Genelde kısa saçlı ve papyon takan tipler bana ‘hyung’ derler.” “AMA BEN BİR KIZIM DEĞİL Mİ?” Hırsla ayağa kalktığımı fark etmiştim. Ona etkisi ise kahkahalarının daha da şiddetlenmesi olmuştu. O, sandalyeden düşmeden önce biri duymasa iyi olacaktı.
Bir anda, “Özür dilerim. İsterseniz ‘hyungnim’ bile derim. Lütfen.” dedim süt dökmüş kedi gibi. Tekrar yerimde oturuyordum. “Lütfen gülmeyin artık.” Bunun üstüne sırıtması saniyeler, hatta saliseler içinde yok oldu. Saatine bakmak için kolunu kaldırdı ve “Bir şartım var.” dedi gözlerini bana dikip. “Ne isterseniz!” dedim sevinçle. Bu işten bir şekilde sıyrılacağımı adım gibi biliyordum. HAHA!
Benimle pek aynı fikirde olmayan bakışlarla ayağa kalktı ve gelip yanıma oturdu. İnce parmaklarını yakama doğru uzattı. Papyonumu çözmeye başladığında saç uçlarımdan başlayan bi ürperti topuklarıma kadar gitti. “Ne yapıyorsun?” diye, haykırdım neredeyse. Sanırım artık gerçek bir çığlık atsam da suçlu duruma düşmeyecektim. Ama, direk istediği şeyi yapmasını söyleyen de bendim değil mi? Ah, lanet olsun. Bunu kastetmemiştim ki!
Papyonumu sehpanın üstüne koyduktan sonra ayağa kalktı ve elime bir tişört bıraktı. “Korkma, daha çok küçüksün.” dedi sinir sırıtmasını suratına tekrar yerleştirerek. Odadan çıkmadan önce de, “Kapının önünde bekliyorum, çabuk ol.” diye emir verdi.
Tişörte baktım; beyazdı, önünde mavi yazılarla Super Junior yazısı ve birkaç şekil vardı. Arkasında ise kocaman, E.L.F yazıyordu. Hiç düşünmeden kirli gömleğimi çıkarıp çantama attım ve tişörtü üstüme geçirdim. Başıma az önce düşündüklerimden kötü ne gelebilirdi ki?
Kapıyı araladığımda, “Gel benimle.” dedi ama; cevap veya tepki bile beklemeden kolumdan tutup sürüklemeye başladı. Az önce koşturduğum ve Kyuhyun ile çarpıştığım koridordan geçip, tekrar sahne arkasında gelmiştik. Gösterilerini az önce bitirmiş olan papyonlu arkadaşlarım, iki yanımdan geçmeye başlayınca acı gerçek beynime balta gibi saplanmıştı. Bu sahneden kaçışım yoktu.
Zamanın gelmesini sessizce bekledim. Bekleme süresince hiç hareket etmedim. Sonra merdivenleri kuzu gibi tırmandım. Geniş sahne önümde uzanıyordu. Nasıl kaçabilirdim? Fare deliğine bile girsem bulurdu bu adam beni. Kalbimin çıkacak gibi çarptığını hissediyordum. Ellerim terliyordu. Ne yapmamı istiyordu ki? Ne yapabilirdim? Biraz alıştırma yapınca sesim güzel çıkıyor gibiydi. ‘Gelmeden önce biraz şarkı mırıldansaydım keşke.’
Belki de sadece sahne arkasında onu beklememi isteyecekti ha?
Ama öyle olmadı. Bileğimden tuttuğu gibi sahnenin ortasında, yanındaki yerimi almamı sağladı. Işıklar kapalı olduğu için seyircilerin çoğu beni göremiyordu ama yakınlardakilerin çığlıkları çok korkunçtu. Hepsi beni öldürmek isteyecekti. Çıkışta cesedimi ele geçirmek için birbirleriyle yarışacaklardı. Tüm hayran sitelerinde resimlerimi karalayacaklar, bana küfür edecekler ve ben Kore’den kaçana kadar peşimden kovalayacaklardı.
“Son beş saniye.” dedi kulaklıklı kadın. Sonrasında olaylar şöyle gelişti;
Beş, Heechul bileğimden yakalar. Dört, üç, sahnenin arkasına doğru yürümeye başlar. İki, ikimizi de sakladığından emin olur, Bir, Kyuhyun’un solo gösterisi başlar ve kadife sesi tüm salonu doldurur.
“Bu korku sana yetmiştir herhalde.” “Fazlasıyla, hyungnim.” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Cuma Şub. 04, 2011 3:21 pm | |
| 3. Bölüm
İki gün önceki konserden bir hayran kamerası görüntüsü oynuyordu karşımda. Yavaşlatılmışı, yakınlaştırılmışı, aydınlatılmışı; tekrar tekrar...
Haru, “Heechul’un yanındaki bu gizemli silüet kime ait acaba?” dedi imayla. Aynı zamanda sağ ayağına ağrı bandı yapıştırıyordu. Sol ayağını yeni bitirmişti de. “Gerçekten ben istemedim!” diye çıkıştım. “Bileğimden tuttuğu gibi sahneye çıkardı beni.” Çalan telefonunu açarken, “Ben bilmem. Altındaki yorumları bi oku istersen.” dedi.
Okuduğum kelimelerin üçte birini anlamamış olsam bile içerisindeki tehditler ve yeminler korkudan titrememe sebep olmuştu. Daha fazla okumak istemiyordum. Bu yüzden 10 dakikalık, kendini tekrar eden görüntüyü kapattım. Ama bununla bitmiyordu ki! Anlaşılan Haru büyük bir araştırmaya girişmişti. Arama motorundan çıkan siteleri tek tek açmıştı. Ünlüleri her saniyelerinde takip eden, sapığımsı tipler, resimler ve görgü tanıklıklarıyla Kore’li olmadığımı anlamışlardı. Onlara göre iş konsere kaç tane yabancı geldiğini öğrenmeye kalmıştı. Bunun için de Super Junior’ın yapım şirketi SM Entertainment ile bağlantıya geçmişlerdi bile.
Kanımın çekildiğini hissediyordum. Parmak uçlarım uyuşuyordu. Haru, “B., Bir şey mi oldu?!” diye çığlık atıp beni yatırmaya çalışmasaydı suratımın bembeyaz olduğunu öğrenemeyecaktim. “Korkma,” diyordu. “Heechul konuşmadığı sürece kim olduğunu nereden bilebilirler ki? Hem öğrenseler de bir şey olmaz. İki güne yatışırlar.” “Öyle mi diyorsun?” dedim kendimi inandırmaya çalışarak. Canavar değillerdi ya.
Telefonun sesi tekrar yankılandı ufak salonda. Ama bu sefer arayan Haru’nun patronları değildi.
“Alo?.. Kimsiniz?” Biraz bekledi ve meraklı, biraz da sinirli, gözlerini bana çevirdi. “B. mi?”
Başımı öne eğip telefonu aldım. “Hyungnim?” “Aaah, tamam tamam. Sen Go Mi Nam değilsin. Yeter bu kadar cinsiyet değişikliği.” “Siz nasıl isterseniz.” dedim neredeyse mırıltı gibi. Telefonun diğer hattından yüksek bir kahkaha duyuldu. “İki günde meşhur olmuşsun. Tebrik etmek için aradım.”
İçimdeki kuzunun öldüğünü hissettiğim an, işte o andı. “HEP SENİN YÜZÜNDEN. ÖLDÜRECEKLER BENİ. PARÇA PARÇA EDİP KÖPEKLERE YEM EDECEKLER. AMA SEN BENİ TEBRİK ETMEK İÇİN Mİ ARIYORSUN? PEKİ PATRONLARINA NE DİYECEKSİN?”
Önce bir sessizlik oldu. Haru bana -hala- öldüresiye bakıyordu. Heechul susuyordu. Ben ise bağırmaya devam etmek istiyordum. “Sanırım,” dedi Heechul yola gelmiş gibi. Sonra tekrar gülmeye başladı. “Onlara gerçekleri söyleyeceğim. Başka ne yapabilirim ki? Sen beni hiç yalan söylerken gördün mü?” Sabrımı zorluyordu. “O insanlar beni öldürürlerken yalnız olacağımı mı sandın? Heechul-sshi! Seni de kendimle birlikte çekerim.” Güzel atıyordum, evet. “Birlikte düşeriz!” Heechul’a kim ne yapabilirdi ki? “Tamam, bir bakalım... Bir randevum var, sonra bir kaydım var... Radyo programımdan önceki iki saatlik sürede buluşalım ve ne yapacağımızı konuşalım. Ne dersin?”
Neden bu adamı biraz bile korkutamıyordum?
...
“Peki,” dedim ve ben telefonu kapatır kapatmaz Haru’yu burnumun dibinde buldum. “Numaramı nereden buldu?” “Bilmiyorum...” “Biliyorsun!” “Pekala, beni mecbur bıraktı. Sonuçta hala bir numaram yok değil mi? Seninkini vermek zorundaydım.” Acındırmak için açılmış kocaman gözler işe yarıyor muydu?
Haru derin bir nefes aldı ve yumruklarını sıkarak odasına doğru ilerledi. Neyse ki okula gitmesi gerekiyordu, bu da azarlarından akşama kadar kurtulduğum anlamına geliyordu. Ama aynı zamanda beni buluşma yerine bırakmayacağı anlamına da geliyordu. Ama, JoJo kafe denen yer neredeydi ki?
İçeri doğru seslendim. “Sevgili arkadaşım, bir şey sorabilir miyim?”
...
Kafenin önündeydim. Hava gayet sıcaktı, peki ben neden titriyordum? Bu heyecandan falan değildi, artık Heechul’u göreceğim için heyecanlanma devrini çoktan geçmiştim. Korkudan titriyordum. Hani ufak, süs köpekleri olur ya, sürekli titrerler... İşte aynı onlara benziyordum. Boynumda, diğer ucu Heechul’un elinde olan bir tasmam eksikti sadece.
Buluşmayı kafede yapmayacaktık. Hayranlara ‘ben burdayım’ diye haykırmak istemiyordum açıkçası. Beni kapının önünden alacağını söylemişti. ‘Orada bekle uslu chihuahua.’
Karşımda son model, siyah bir araba durduğunda, yaklaşık on iki dakika geçmişti. Filmle karartılmış siyah camlarından soldaki yavaş yavaş açıldı ve mükemmel parfüm kokusu olduğum yere kadar esti. Sürücü koltuğundaki yakışıklı, güneş gözlüklerini çıkararak gülümsedi. Diğer eliyle de arabaya binmemi işaret etti. Beynimin kontrolüne itiraz eden bacaklarım arabaya doğru yürüdü. Ellerim pürüzsüz kapı koluna uzandı. Gözümü açtığımda Donghae ile göz gözeydim. Suratı -tam anlamıyla- pürüzsüzdü, utanarak söylüyorum ki bir kızdan bile güzeldi.
“Heechul hyung seni almamı istedi, işi varmış.” dedi muhteşem, ıslak dudakları ile. Tanrım, öldüm de cennette miydim?
Konuşmaya başlamadan önce açık kalan ağzımı kapattım. Yutkundum. “Be- ben- ben-, yani benim adım,” Söyelesene şunu yahu! “Adım şey, adım, B.”
İşte yine o mükemmel gülümseme belirmişti karşımda! “Biliyorum,” dedi, sonra hemen yanında duran sözlüğü alıp sallamaya başladı. “Ve, buna ihtiyacımız olduğunu da biliyorum.” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Cuma Şub. 04, 2011 3:22 pm | |
| 4. Bölüm
Koltuğa tam anlamıyla gömülmüştüm. Donghae meraklı gözlerle bana bakıyordu, ama ne yaptığımı sormuyordu. Zihinsel sorunlarım olduğunu falan düşünüyordu büyük ihtimalle.
“Hayranlar,” dedim. “Arabayı tanıyabilirler.” Açıklamam üzerine kaşları olabilecek en tatlı şekilde çatıldı. Sonra anladığını belirtmek için gülümsedi. “Tanıyamazlar, daha yeni aldım.” dedi. “Onlar her şeyi bilir...” dedim sinsi sinsi sağa sola bakarak.
Bu, kahkaha atmasını sağlamıştı. Evet, doğru bildiniz: muhteşem bir kahkaha.
“Korkma, ben korurum seni.” dedi saçlarımı çocukmuşum gibi karıştırarak. Çocuk gibi veya değil, saçlarımı asla yıkamayacaktım. Hatta düzeltmeye bile uzun bir süre yeltenmedim.
Uzun, ya da benim uzun sandığım, bir sessizlikten sonra, “Sahne arkasına nasıl girdin?” diye sordu. “Sizin solonuz sırasında bir kız heyecanlanıp üstüme kola dökülmesini sağladı. Temizlemek için çıktığımda arka dansçılar beni yanlarına aldılar ve sahne arkasına getirdiler. Zorla yaptılar, gerçekten!”
Önce üzülür gibi başını sağa sola salladı; dilimin kötülüğüne üzülüyor olmalıydı. Buna ben de üzülüyordum. Ne kadar ayrıntısız bir anlatımdı bu!
“Bütün gününü başı boş, ona buna çarpan bir hayrandan korkarak geçirdi Kyuhyunie’miz.” Başımdan aşağı sıcak, hayır bariz kaynar sular dökülmüştü. Kyuhyun, benden, korkarak, gününü—“KYUHYUN MU?” “Evet, pek sevmiyorsun sanırım. Arkandan seslenmiş ama sen kaçmışsın.”
Ne demeliydim? Aşkından öldüğümü duysa benimle dalga geçerdi. Hem bir hayran olduğumu öğrenmemesi lazımdı. Öyle olsa bu harika arabadan inmem kaçınılmaz olurdu.
“Sevmem,” dedim. “Sevilecek nesi var ki?”
...
Donghae, hemen geleceğini söyleyerek arabasıyla ayrılmıştı. Beni gönderdiği mekan bir kayıt odasıydı. İçeride Heechul siyah, deri bir koltukta uzanırcasına oturuyordu. Geldiğimi fark etmişti ama nedense telefonundan başını kaldırmaya tenezzül etmiyordu. Masadaki bilgisayarda hareketli bir parça çalıyordu. O da ritme uygun olarak başını sallıyordu.
“Aslında şarkıyı duyman pek doğru değil.” dedi ben bir süre öylece bekledikten sonra. Gülümsedi ve devam etti, “Ama bana söz geçiremezler ki.”
Artık kulaklarının altına gelmeye başlamış siyah saçlarını savurarak kafasını kaldırdı. Adamın her hareketi ihtişamlıydı. Bu insanı deli ediyordu! En azından beni...
“Neyse, duysan da yarın unutursun zaten.” dedi. “Sen bunu nereden biliyorsun?!” diye atıldım. Unutkanlığımı birilerinden öğrenmesi imkansızdı. “Sadece uydurmuştum, ama doğru olmasına sevindim.” dedi gülümseyerek, sonra sesini yükseltti. “YA! Kirli gömlek! Sen benimle ne zamandır resmi konuşmuyorsun?” Hiç ürkmediğimi göstermek için gözlerimi döndürdüm. “Bir süredir, neyse ne, artık şu çözümü konuşalım.”
Oturuşunu düzeltti ve yandaki koltuğa oturmam için işaret yaptı. “Ben hepsini düşündüm, senin de beynini yormana gerek yok ki hayatım.” “Ne demek? Ne düşündün?”
Koltuğa oturmuştum ve elime iki sayfalık, tamamen dolu bir kağıt tutuşturuluyordu. Yazıların hepsi Koreceydi, elbette. Hanüz maddelere göz gezdiremeden Heechul açıklamaya başlamıştı, “Benim uşağım olacaksın.”
“UŞAK? SEN BENİM UŞAĞIM OL!” diye haykırdım ayağa kalkarak. “Sen bilirsin, ben de SM’e, ayrıca hayranlara senin kim olduğunu açıklarım.”
Hayır, mideme yumruk yememiştim. Bu daha çok birinin ayağı altında sigara gibi ezilmeye benziyordu. Nasıl böyle bir şeyi, beni tehdit etmek için kullanabilirdi?! Bu adam çılgının tekiydi!
“İstemiyorum,” dedim. “Senin uşağın olmak istemiyorum! Bu çok fazla.” Sevecen şekilde gülümsedi. “Merak etme, çok yorulmayacaksın. Hem, senin yararına olacak maddelerimiz de var.” “Mesela?” dedim kağıda göz gezdirmeye başlayarak.
İkinci sayfanın son 5 maddesi benim içindi. ‘*B.’yi okula yazdıracağım. *Eğitiminde ve dili tamamen öğrenmesinde yardımcı olacağım. *Öğlenleri karnını doyurmasını sağlayacağım. *Çalışması karşılığında cüzzi miktarda maaş vereceğim. *Hey! Beni görebilmesi başlı başına mükemmel bir madde.’
“30 maddeden sadece 5 tane mi benim için? Sen kendini ne zannediyorsun?!” “Ben Kim Heechul.” dedi ve yüksek-korkunç kahkahasını patlattı. Sonra elime bir kalem tutuştturdu. “İmzala şurasını.”
İmzayı atarken elim titriyordu. Tüm maddeleri okumam gerekirdi. Neden bu aptallığı yapıyordum? Yapmazsam başıma gelecekler yüzünden elbette. İmzaladığım kağıdı geri uzattım, ve o da bana bir kopyasını verdi. Yeterince memnun olmuş görünüyordu.
Ben ise ağlamak üzereydim. Hayatımın hatasını az önce yapmıştım. “Gidiyorum artık.” “Seni aradığımda telefonu aç.” dedi, sonra cebinden mavi bir şey çıkardı ve bana uzattı. “Bunu almazsan açacak bir telefonun olamaz tabii.”
Bir telefondu, üstelik ucuz bir şey de değildi. Neyse, en azından bu işe yaramıştı. Telefonu çantama atmadan önce ucuna takılmış sarışın çocuk figürüne gözüm takıldı. “Bu senin BONAMANA tarzın ama...”
“Evet. Figürlerim bile yakışıklı.” Sonra gözleri benden kapıya doğru kaydı. “Aaa Kyuhyun-ah!”
Oradaydı, kapının hemen önünde. Şok olmuş şekilde bana bakıyordu. “Sen- senin burada ne işin var?!”
Heechul mutlu bir şekilde kolunu boynuma doladı, “Tanıştırayım, yeni uşağım Bee-goon.” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Cuma Şub. 04, 2011 3:23 pm | |
| 5. Bölüm
Boynumda asılı duran kolu ittirdim ve gülümsemeye çalıştım. “Uşak derken, birbirimize karşılıklı yardımcı olacağımızı söylüyor. Değil mi Heechul-sshi!” Gözlerini kırpıştırdı. “Hayır, tabii ki benim uşağımsın. İmza attın ya!” İki dakika ağzını kapalı tutsa ölürdü zaten.
Kyuhyun daha da korkmuş ve iki adım geri gitmişti. Heechul, tepkisini anlamaya çalışarak onu izliyordu. “Yardım...” diye sadece kendimin duyabileceği kadar mırıldandım. Sonra yalan söylemekten vazgeçtim, neden savunma yapmak zorundaydım ki?
“AAAH! Ben gidiyorum artık.”
Bağırmam üzerine refleksle iyice geriye zıplamıştı Kyuhyun. “Hyung,” dedi kekeleyerek. “Hırsız veya katil olmadığını nereden biliyorsun? Ya üzerimize saldırırsa?”
“NE SALDIRMASINDAN BAHSEDİYORSUN SEN?!” diye çıkışacaktım, elbette Heechul kahkahalar atmaya başlamasaydı. Bir yandan “Katil mi? Hırsız mı?” diye söyleniyor, bir yandan da sırtıma vurarak gülmeye devam ediyordu.
Beynimde tek tek patlayan sinir çığlıklarını susturmak için yutkundum. “Kimseye saldırmam, ben iyi bir kızım.” dedim gülümseyerek. Heechul, ölesiye attığı kahkahalarını biraz dindirdi ve konuşmaya çalıştı. “Evet! O bir kız! İnanması çok güç değil mi?” Sonra tekrar kahkahalarla yere düştü.
Onu durduğu yerde ölesiye tekmelemek istiyordum. Ama boşuna uğraşırdım, kötülere bir şey olmazdı ki.
...
Sabahın köründe gözlerimi telefonun sesiyle açmıştım. Ekranda ‘Yüce Heenim’ yazıyordu ve saat daha 6’yı birkaç dakika geçiyordu.
“İsmin telefonumda böyle kayıtlı olmak zorunda mı?” dedim telefonu açar açmaz. “Sen hala uyanmadın mı?” diye karşılık verdi telefonun diğer ucundaki dinç ses. “Bu saatte?” Bu saatte uyuyor olmak mı doğaldı, yoksa millete telefon edip dalga geçmek mi?
“Söyle ne var?” dedim sabırsızca, gerçekten uykuma geri dönmek istiyordum. “Bugün MBC’de çekimim var. Orada giyeceğim takımı kuru temizleden alman gerekiyor.”
“Tamam,” dedim derin bir iç çekerek. “Ne zaman gelmem lazım?” “HEMEN!”
Otobüse binerken küfrediyordum. Hala tam olarak uyanamadığım için beynimin yarısı çalışmıyordu. Arka taraflardan boş bir koltuk buldum ve oturdum. Şaşkınlık içinde bakınıyordum, bu saatte bu kadar kalabalık nasıl olabilirdi ki? Yarım saat içinde de göz gözü görmez olmuştu. Her taraf formalı ve takım elbiseli insanlarla dolmuştu.
Kuru temizlemeci açıktı, ilginç bi şekilde. Çalışanlar tamamen uyanıklardı. Yüksek bir müzik eşliğinde oradan oraya koşturuyorlardı. Takım elbiseyi gülen yüzlerle bana teslim ettiler. Ben de esneyerek kabul ettim. O zaman anladım ki, doğal olmayan gerçekten bendim. En azından bu şehirde.
...
Telefonuma mesaj olarak gönderilen adrese gitmiştim. Sitenin girişindeydim ve güvenlik görevlisi beni içeri almıyordu.
“Bu takımı on dakika içinde teslim etmem gerekiyor.” dedim. “Açın kapıyı lüften.” Adam inanmayarak gözümün içine bakıyordu. “Neden kuru temizlemeci getirmemiş ki? Bu sence de fazla şüpheli değil mi?” Derin bir nefes aldım. “Bilmiyorum. Benim getirmemi istedi ve sebebini bilmiyorum.”
Adam anladığını belirtmek için başını aşağı yukarı salladı. Sonra okuduğu gazetesine geri döndü. Beni takmamıştı! Bana inanmamıştı!
Yumruklarımı sıktım. “Ajusshi! Bu kıyafeti teslim etmek zorundayım diyorum! AÇIN ŞU KAPIYI!” Adam tekrar ifadesizce bana bakmıştı. “Sana neden inanmalıyım ki?” “Telefon edin,” dedim. “Göreceksiniz bekleniyor muyum, beklenmiyor muyum.” Adam aldığı nefesi yüksek bir sesle geri bıraktı. “Tamam, söyle kimi arıyorum.” “Kim Heechul, 12 numara.” Kaldırdığı telefonu tekrar yerine bıraktı. “Demek Super Junior...”
Ahh hayır, beni onu kandırmaya çalışan bir hayran zannetmişti. Bilmiyordu iki saattir yollardaydım ve takımı en geç yedi dakika sonra Heechul denen adamın eline teslim etmem gerekiyordu.
Ellerimi hırsla adamla aramızda duran cama vurdum. “ARAYIN DİYORUM, ŞİMDİ!” Patlıycak kadar açılmış gözlerim, cama yapışmış duran ellerim ve tüm sitenin duyabileceği kadar yükselmiş sesim... işe yaramıştı!
“Burada bir kız var, kıyafet teslimi yapması gerektiğini söylüyor.” diye mırıldandı önce telefonun ahizesine. Sonra şaşkınlıkla bana baktı. “Nasıl bir kız mı? Psikolojik sorunları var gibi.” Sonra korkup tekrar yere baktı ve aynı anda kapının açıldığını duydum.
...
Apartmanı ve evi bulmak için bayağı bir koşmak zorunda kalmıştım. Kapının önüne vardığımda nefes nefese kalmıştım. Zile bastım ve bekledim.
“Kimsiniz?” Evin kapısının hemen yanındaki kutudan gelmişti tanıdık ses. Shindong soruyordu. Kameranın görüş açısına girmeye çalışarak cevap verdim. “Kim Heechul’a takımını teslim etmeye geldim.”
“Aaa, biliyorum. Şu psikolojik sorunları olan kız.”
Gülümsemeden, hatta mimiklerimi bile kıpırdatmadan kameranın önünden çekildim ve açılan kapıdan içeri girdim. Heechul ve Shindong gülmekten yaş gelmiş gözlerini silerek beni içeri buyur ettiler.
“Al takımını,” dedim salona vardığımızda. “Ayrıca bir dahaki sefere kapıdaki ajusshiye haber vermeyi unutma!” Heechul uzattığım takımı ittirdi. “Vazgeçtim, öğleden sonra MBC’nin binasına getir direk.”
Sadece baktım, öylece. Çünkü hareket edersem hiç güzel şeyler olmayacaktı. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Cuma Şub. 04, 2011 3:23 pm | |
| Dış kapının sesi duyuldu ve saniyeler içinde Ryewook, Sungmin’le beraber salondaydı. “Bee-goon geldi diye duyduk.”
Heechul suçluyu bulmuşçasına Shindong’un elindeki telefona baktı. Shindong da telefonunu arkasına sakladı yaramaz yaramaz gülümseyerek.
“Beni—nereden tanıyorsunuz?” dedim merak içinde. Sungmin dibime kadar gelmiş yüzüme bakıyordu. İşaret parmağının ucuyla perçemlerimi kaldırdı. Sonra başını salladı. “Tam anlattığın gibiymiş hyung.”
Delici gözlerimi Heechul’a çevirdim. “Ne anlattın onlara?” Heechul beni duymamış gibi yaptı. “Ryewook-ah, aşağıda yemek var mı? Bee-goon insin de karnını doyursun.” “Tabii ki var!” dedi Ryewook da ellerini çırparak. Beni doyurmak için bu kadar sevinmesine şaşırmalı mıydım?
Kapıya doğru ilerlerken elimdeki takımı arkamda duran koltuğa fırlattım. Heechul, “YA!” diye bağırmış olabilir ve ben bunu duymazdan gelmiş olabilirim.
...
Elimde aynı mavi takımla bekleme odasında ayakta duruyordum. MBC’deydim. Neden sürekli onun istedikleri oluyordu sanki? Ne kadar inatçıydı... Kendimi, yok yok, bizzat Heechul’u yumruklamak istiyordum.
İçeri girmem zor olmamıştı. Ben geçerken kimse kim olduğumu bile sormamıştı. Sadece şaşkın şaşkın bakmışlardı. İnsan yiyor gibi mi duruyordum uzaktan?
Yarım saattir öylece beklediğim için sandalyelerden birine oturmaya karar verdim. Oda fazla ışıklıydı, aynalardan yüzünüzdeki her gözeneği görebiliyordunuz. Perçemlerimin yeterince uzamış olduğunu fark ettim ve yaklaşıp onları geri atmayı denedim.
“Uğraşma,” dedi arkamdan bir ses. “Hiçbir şekilde güzel görünmüyorsun.”
Konuşan kişinin Heechul olduğunu düşündüm. Ama sesleri hiçbir şekilde benzemiyordu. Beni böyle aşağılayan başka biri var mıydı dünya üzerinde?
Kafamı merakla arkama çevirdim. Kyuhyun oradaydı. “Heechul hyung sana böyle söylememi istedi.” “Ama o ne yaptığımı nereden biliyor ki?” “Bilmiyorum.” dedi ifadesizce ve gidip koltuğa oturdu.
Heyecandan ellerimin titrediğini fark ettim. Odada yalnızdık, sadece beş adım uzağımdaydı. Tekrar rüya gördüğümü düşündüm, kendime tokat atmalıydım.
Telefonunda bir şeyler yapıyordu, büyük ihtimalle oyun oynuyordu. Ben de dimdik onu seyrediyordum. Gözümü alamıyordum. Neden bu kadar yakışıklı olmak zorundaydı?
“Öyle bakma bana.” dedi sonunda kafasını kaldırarak. “Korkuyorum.” “Korkacak ne yaptım size?” dedim ağlamaklı bir ses tonuyla. Gerçekten ağlayacak gibiydim. Ne kadar kötü bir intiba bırakmıştım üstünde böyle. Bilmiyorum der gibi dudağını büktü. “Sadece yanlış zamanlarda karşılaştık.” diye ekledim. “Belki de.” dedi. Dudaklarının kenarları yukarı doğru kıvrıldı. GÜLÜMSÜYOR MUYDU? Yanlış mı görüyordum?
Bütün büyüyü bozan kişi Heechul oldu. “Bee-goon! Gelmişsin.”
Odaya onunla birlikte iki kişi daha gelmişti. Birisi siyah saçlara ve bıyık izlerine sahipti. Diğerininse koyu sarı saçları vardı, maşa ile kıvrılmışlardı.
Elimden takımı aldı ve “G.O ve Thunder, MBLAQ üyeleri.” diye tanıttı onları Heechul. “Biliyorum,” dedim, üyelere döndüm. “Sizin büyük bir hayranınızım.”
Heechul gözlerini devirdi. “Her neyse. İşin bittiyse git sen.” “Gidecektim zaten-” dedim ama ben henüz sözümü bitiremeden Thunder yanıma gelmişti. “Sizin adınız ne peki?” “Onun adı Bee-goon.” dedi Heechul gelip ikimizin arasında durarak. “Ama şimdi gidecek.”
Ben gitmek istemediğimi söyleyecektim ama Heechul, Kyuhyun’a dönerek, “Kızı al ve kapının yolunu göster.” dedi. Kyuhyun da hemen emiri yerine getirmek için beni dışarı çıkardı. Çekiştire çekiştire merdivenlerden bir kat aşağıya indirdi.
“Eminim yolu biliyorsundur.” Kolumu elinden kurtardım. “Elbette biliyorum.”
...
Bilmiyordum. Bu bina neden bu kadar karışık olmak zorundaydı? Bütün katlar birbirinin aynısıydı. Benzer kapılar ve benzer koridorlar. Aslında gitmemek için yolu bilerek kaybetmiş de olabilirdim. Ortam çok güzeldi, her köşeden bir ünlü fırlıyordu. Yakından o kadar güzellerdi ki...
Sonunda duyduğum bir sesi takip etmeye karar verdim. Gürültünün geldiği kapıdan girdiğimde sete ulaştığımı fark ettim. Demek saatlerdir kovaladığım takım bu program içindi. Henüz çekimler başlamamıştı ama tüm konuklar içeridelerdi. Kimisi setteki koltuklara oturmuşlardı, kimisi arka tarafta topluluklar halinde bekliyorlardı.
“Merhaba. Adınız Bee-goon’du değil mi?” “Adım Bee-goon falan değil! Öyle isim mi olur?!” dedim ve o gözlerle karşılaştım. Thunder karşımda duruyordu. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There C.tesi Şub. 26, 2011 2:16 am | |
| Adı: Wait There Yazar & Kurgu: Gökçe Özkan Kurgu: Berfu Şengün 6. Bölüm Dış kapının sesi duyuldu ve saniyeler içinde Ryewook, Sungmin’le beraber salondaydı. “Bee-goon geldi diye duyduk.” Heechul suçluyu bulmuşçasına Shindong’un elindeki telefona baktı. Shindong da telefonunu arkasına sakladı yaramaz yaramaz gülümseyerek. “Beni—nereden tanıyorsunuz?” dedim merak içinde. Sungmin dibime kadar gelmiş yüzüme bakıyordu. İşaret parmağının ucuyla perçemlerimi kaldırdı. Sonra başını salladı. “Tam anlattığın gibiymiş hyung.” Delici gözlerimi Heechul’a çevirdim. “Ne anlattın onlara?” Heechul beni duymamış gibi yaptı. “Ryewook-ah, aşağıda yemek var mı? Bee-goon insin de karnını doyursun.” “Tabii ki var!” dedi Ryewook da ellerini çırparak. Beni doyurmak için bu kadar sevinmesine şaşırmalı mıydım? Kapıya doğru ilerlerken elimdeki takımı arkamda duran koltuğa fırlattım. Heechul, “YA!” diye bağırmış olabilir ve ben bunu duymazdan gelmiş olabilirim. ... Elimde aynı mavi takımla bekleme odasında ayakta duruyordum. MBC’deydim. Neden sürekli onun istedikleri oluyordu sanki? Ne kadar inatçıydı... Kendimi, yok yok, bizzat Heechul’u yumruklamak istiyordum. İçeri girmem zor olmamıştı. Ben geçerken kimse kim olduğumu bile sormamıştı. Sadece şaşkın şaşkın bakmışlardı. İnsan yiyor gibi mi duruyordum uzaktan? Yarım saattir öylece beklediğim için sandalyelerden birine oturmaya karar verdim. Oda fazla ışıklıydı, aynalardan yüzünüzdeki her gözeneği görebiliyordunuz. Perçemlerimin yeterince uzamış olduğunu fark ettim ve yaklaşıp onları geri atmayı denedim. “Uğraşma,” dedi arkamdan bir ses. “Hiçbir şekilde güzel görünmüyorsun.” Konuşan kişinin Heechul olduğunu düşündüm. Ama sesleri hiçbir şekilde benzemiyordu. Beni böyle aşağılayan başka biri var mıydı dünya üzerinde? Kafamı merakla arkama çevirdim. Kyuhyun oradaydı. “Heechul hyung sana böyle söylememi istedi.” “Ama o ne yaptığımı nereden biliyor ki?” “Bilmiyorum.” dedi ifadesizce ve gidip koltuğa oturdu. Heyecandan ellerimin titrediğini fark ettim. Odada yalnızdık, sadece beş adım uzağımdaydı. Tekrar rüya gördüğümü düşündüm, kendime tokat atmalıydım. Telefonunda bir şeyler yapıyordu, büyük ihtimalle oyun oynuyordu. Ben de dimdik onu seyrediyordum. Gözümü alamıyordum. Neden bu kadar yakışıklı olmak zorundaydı? “Öyle bakma bana.” dedi sonunda kafasını kaldırarak. “Korkuyorum.” “Korkacak ne yaptım size?” dedim ağlamaklı bir ses tonuyla. Gerçekten ağlayacak gibiydim. Ne kadar kötü bir intiba bırakmıştım üstünde böyle. Bilmiyorum der gibi dudağını büktü. “Sadece yanlış zamanlarda karşılaştık.” diye ekledim. “Belki de.” dedi. Dudaklarının kenarları yukarı doğru kıvrıldı. GÜLÜMSÜYOR MUYDU? Yanlış mı görüyordum? Bütün büyüyü bozan kişi Heechul oldu. “Bee-goon! Gelmişsin.” Odaya onunla birlikte iki kişi daha gelmişti. Birisi siyah saçlara ve bıyık izlerine sahipti. Diğerininse koyu sarı saçları vardı, maşa ile kıvrılmışlardı. Elimden takımı aldı ve “G.O ve Thunder, MBLAQ üyeleri.” diye tanıttı onları Heechul. “Biliyorum,” dedim, üyelere döndüm. “Sizin büyük bir hayranınızım.” Heechul gözlerini devirdi. “Her neyse. İşin bittiyse git sen.” “Gidecektim zaten-” dedim ama ben henüz sözümü bitiremeden Thunder yanıma gelmişti. “Sizin adınız ne peki?” “Onun adı Bee-goon.” dedi Heechul gelip ikimizin arasında durarak. “Ama şimdi gidecek.” Ben gitmek istemediğimi söyleyecektim ama Heechul, Kyuhyun’a dönerek, “Kızı al ve kapının yolunu göster.” dedi. Kyuhyun da hemen emiri yerine getirmek için beni dışarı çıkardı. Çekiştire çekiştire merdivenlerden bir kat aşağıya indirdi. “Eminim yolu biliyorsundur.” Kolumu elinden kurtardım. “Elbette biliyorum.” ... Bilmiyordum. Bu bina neden bu kadar karışık olmak zorundaydı? Bütün katlar birbirinin aynısıydı. Benzer kapılar ve benzer koridorlar. Aslında gitmemek için yolu bilerek kaybetmiş de olabilirdim. Ortam çok güzeldi, her köşeden bir ünlü fırlıyordu. Yakından o kadar güzellerdi ki... Sonunda duyduğum bir sesi takip etmeye karar verdim. Gürültünün geldiği kapıdan girdiğimde sete ulaştığımı fark ettim. Demek saatlerdir kovaladığım takım bu program içindi. Henüz çekimler başlamamıştı ama tüm konuklar içeridelerdi. Kimisi setteki koltuklara oturmuşlardı, kimisi arka tarafta topluluklar halinde bekliyorlardı. “Merhaba. Adınız Bee-goon’du değil mi?” “Adım Bee-goon falan değil! Öyle isim mi olur?!” dedim ve o gözlerle karşılaştım. Thunder karşımda duruyordu. Takip etmek isteyenler için; hptt://waitthereforme.blogspot.com Blogda üyelik gerekmiyor, yorumlarınızı bekliyoruz.. (: Kusura bakmayın birkaç gündür internete giremediğim için bölümü geç paylaştım. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There C.tesi Şub. 26, 2011 2:16 am | |
| Adı: Wait There Yazar & Kurgu: Gökçe Özkan Kurgu: Berfu Şengün 7. Bölüm İki gün önce olanları düşünüp iç çektim kapıdan girmeden önce. Sete girmiştim ve Thunder gelmişti. Henüz iki kelime edememiştik ki Heechul ve Kyuhyun isimli iki pislik beni fark etmiş ve neredeyse dışarıya sürümüşlerdi. Ama beni hayran olduğum kişilerden kimse uzaklaştıramazdı, kader beni seviyordu ne yapalım... Şimdi Heechul ve arkadaşlarının karaoke partisindeydim. Ekipte süper-ses-Kyu, saçları siyaha boyanmış Thunder, hala bıyık izlerine sahip G.O, her zamanki deli haliyle Hongki, kas yığını Sangchu, sakin çocuk Jonghoon, kelimelerle ifade edilemeyecek Simon D ve tanımadığım birkaç ünlü daha vardı. İşin ilginç tarafı, hepsi beni görmezden gelmişti. İçerisi fazla karanlık ve içkiliydi. Belki de bu yüzden kimse beni fark etmiyordu. İçeriye girdiğimde Hongki SNSD’nin ‘Hoot’ isimli şarkısını söylüyordu ve ona uygun olarak dans etmeye çalışıyordu. Köşeli uzun koltuğun en dibine oturdum, bir süre ne yapmaya çalıştığına baktım. Anlamayınca etrafa bakınmaya karar verdim. Heechul; gecelerimin süper, gündüzlerimin mega eziyeti, odanın diğer ucundan Hongki’nin dansına eşlik ediyordu. Doğru tahmin, o da beceremiyordu. Henüz ayık olduğunu düşündüğüm kısım, Kyuhyun ve Thunder aralarında sohbet ediyorlardı. Diğerleri de gayet içkiyle meşguldu. Arada ‘Trouble, trouble, trouble’ diyerek ok atmalarını saymazsak tabii... Şarkı bittiğinde ışıklar aydınlandı ve yeni geldiği için en ayık kafalı kişi, ben herkesin dikkatini çektim.“YA!” diye bağırdı Heechul her zamanki gibi. “Ne zaman geldin? Neden haber vermiyorsun?”“Muhteşem performansın beni büyüledi, tek bir söz bile edemedim.” diye cevap verdim alayla.“Aish!” dedi gözlerini döndürerek. Çünkü arkadaşları gülme krizine girmişlerdi.Kafamı çevirdiğimde gözlerini kocaman açmış Hongki ile burun buruna geldim. “Bu benim performansımdı!”Simon D ve Sangchu “Beni performansımdı,” diye, özellikle son heceyi vurgulayarak Hongki’nin taklidini yapmaya başladılar.Kafamı biraz geriye çekmeye çalıştım. “Ö-ö-özür dilerim.” Heechul rehberden bir şarkı seçti ve söylemek için televizyonun önüne gitti. Kesinlikle söyleyemeyeceği üç şarkıdan birini seçti, SHINee – Lucifer. Şarkının girişini yapabilmişti ama bir sonraki yükselmeyi yapamayacağı için Hongki’yi da elinden tutup kaldırdı. Şarkıyı berbat ettiler... Yaklaşık üç-dört şarkıdan sonra, artık ben uyuklamaya başlarken, Thunder’ın sesiyle dünyaya döndüm.“Yanına geldim ama seni yine götürmelerinden korkuyorum.”“Bundan ben de korkardım,” dedim, sonra elimle masanın diğer ucunu gösterdim, “Tabii Heechul bu kadar sarhoş olmasaydı.”Thunder o tatlı, yuvarlak dişlerini göstererek gülümsedi. “Senin hakkında birkaç şey söyledi, uşak gibi.”“Ah, beni uşağı sanıyor. Sırf şu sözleşme yüzünden.”“Sözleşme?” dedi kaşlarını çatarak.“Sonra anlatırım,” dedim. “Gerçekten çok uzun bir hikaye.” O sırada gözüme çarpmayan ama sonradan mükemmel matematik hesaplarıyla ve harika mantığımla çözdüğüm bir olay oldu. Kyuhyun, Thunder’ın yanından kalktığını fark etti ve dikkatini Secret’ın ‘Shy Boy’unu katleden Simon D’den alıp Thunder’a verdi. Yanıma geliyordu, ve bunu -çok sebepsiz bir şekilde-, Heechul ile birlikte istemiyorlardı. Bu yüzden hemen telefonuna sarıldı ve durumu mesajla Heechul’a bildirdi. O yüzden Heechul da bana seslenmekte HİÇ gecikmedi. “Bee-goon! Gel buraya!”“Emredersin.” dedim gözlerimi devirerek. Ama gittim.“Viski,” dedi. “Eğer shot yarışında beni geçersen, seni azat edeceğim köle.” Önce ‘köle’ kelimesine takıldım ama, takılmam gerekenin azat kısmı olduğunun farkına varmam uzun sürmedi. İlk bardaklarımız F.T Island’in lideri Jonghoon tarafından dolduruldu ve saniyesinde yuttuk. Ne kadar acı olduğunu kelimelerle anlatamazdım. Yemek borumdan aşağı inişinden, kanıma karışışına kadar her saniyeyi hissettim. Ama dayanmak zorundaydım! Özgür kalacaktım. Bir, iki, üç, on.. derken odanın döner raylı sistemi olduğunu fark ettim. Yoksa nasıl bu kadar dönebilirdi ki? Hey bu gülme hissi de neyin nesiydi? Gülünecek bir şey yoktu ama yanak kaslarım kendi kendilerine gerilmeye başlamışlardı. Sonra bardakları saymayı bıraktım ve beynimi sadece yutma-sırıtma eylemleri için kullanmaya başladım. Bu kadarına bile zor yetiyordu zaten. En son gördüğüm Heechul’un masaya düşen başı oldu. Ve gözlerimi açtığımda bir arabanın içindeydim. “Aptal.” diye mırıldanıyordu sürücü koltuğundaki kişi kendi kendine. “Daha içki içmek için yaşın bile dolmadı. Nasıl iddiaya girebilirsin?!”Benimle konuşuyordu. Sanırım.“Nereye?” dedim cümleyi tam kurduğumu zannederek.“Ne demek nereye?” dedi sinirle. “Sakın kusayım falan deme. Zaten arabamı yeterince kötü kokuttun.”Gülmeye başladım. Tam bir aptala benzediğimden emindim. “Neden ki?” Sonra ağzımı kapattım. “Yoksa osurdum mu?” Şimdi attığım kahkahalar arabayı inletiyordu.Kyuhyun olduğunu sandığım kişi sinirle iç çekti. “Hayır, o zaman çoktan arabadan inmiş yolun ortasında donuyor olurdun. Gerçi iyi fikir, ayılırsın biraz.” Ne dediğini anlamadığım için öylece bakındım. Sonra uyumaya geri mi dönsem diye düşündüm. Miğdem öylesine kaynıyordu ki, ah dayanılmazdı. “Tekrar mı uyudun?” dedi sürücü.“Hayır,” dedim. “Nereye gidiyoruz.”“Nerede yaşadığını iki saattir söylemediğin için bizim eve gidiyoruz.”“Erkeklerin arasında mı uyuyacağım,” dedim ve yine gülmeye başladım. Sonra şaşılacak bir durum oldu ve beynim bir saniyeliğine çalıştı. “Haru’nun size adresi verdiğini sanıyordum.”Kyuhyun bana döndü. “Haru kim bilmiyorum ama Heechul hyung uyuyakaldığı için adresini alamadım.” Onu hiç bu kadar sinirli gördüğümü hatırlamıyordum. Gerçi o an bu sahneyi beynim uyduruyor da olabilirdi. ... İki kol tarafından çekiştirilerek arabadan aşağı indirildim. “Geldik mi?”“Ne gelmesi?” dedi beni çekiştiren kişi. “Kusmak istediğini söyledin ya!”“Öyle mi? Ama istemiyorum ki.” Popom soğuk asfalta değdiğinde ve sert rüzgar yüzüme vurduğunda havanın -36 derece olduğunu düşündüm. Kyuhyun tüm gücüyle beni yandaki araziye çekiştirdi ve yerde bıraktı.“Kus işte.”“Ama kusmak istemiyorum.” dedim ayağa kalkarak. Sonra gidip boynuna sarıldım. Neye uğradığını şaşırıp beni ittirmeye çalıştı. Ama ellerimi öyle sıkı bağlamıştım ki kurtulamıyordu.“Chotto matte kudasai.” dedim.“Sathoşluğun etkisiyle dil devrelerin de yandı.” dedi Kyuhyun da uğraşmaktan vazgeçerek. Parmaklarımın ucuna çıktım ve dudaklarına –tam anlamıyla- yapıştım. Dördüncü saniyede suratımı uzaklaştırdım ve gördüğüm şey taş kesilmiş bir Kyu’ydu. Kahkaha atarak iki adım geriye yürüdüm. Sonra sustum. Etrafa bakındım. Neredeydim? “Do I know you, sir?” dedim bayılmadan hemen önce. Takip etmek isteyenler için; hptt://waitthereforme.blogspot.com Blogda üyelik gerekmiyor, yorumlarınızı bekliyoruz.. (: | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Ptsi Nis. 25, 2011 11:32 am | |
| 7. Bölüm İki gün önce olanları düşünüp iç çektim kapıdan girmeden önce. Sete girmiştim ve Thunder gelmişti. Henüz iki kelime edememiştik ki Heechul ve Kyuhyun isimli iki pislik beni fark etmiş ve neredeyse dışarıya sürümüşlerdi. Ama beni hayran olduğum kişilerden kimse uzaklaştıramazdı, kader beni seviyordu ne yapalım... Şimdi Heechul ve arkadaşlarının karaoke partisindeydim. Ekipte süper-ses-Kyu, saçları siyaha boyanmış Thunder, hala bıyık izlerine sahip G.O, her zamanki deli haliyle Hongki, kas yığını Sangchu, sakin çocuk Jonghoon, kelimelerle ifade edilemeyecek Simon D ve tanımadığım birkaç ünlü daha vardı. İşin ilginç tarafı, hepsi beni görmezden gelmişti. İçerisi fazla karanlık ve içkiliydi. Belki de bu yüzden kimse beni fark etmiyordu. İçeriye girdiğimde Hongki SNSD’nin ‘Hoot’ isimli şarkısını söylüyordu ve ona uygun olarak dans etmeye çalışıyordu. Köşeli uzun koltuğun en dibine oturdum, bir süre ne yapmaya çalıştığına baktım. Anlamayınca etrafa bakınmaya karar verdim. Heechul; gecelerimin süper, gündüzlerimin mega eziyeti, odanın diğer ucundan Hongki’nin dansına eşlik ediyordu. Doğru tahmin, o da beceremiyordu. Henüz ayık olduğunu düşündüğüm kısım, Kyuhyun ve Thunder aralarında sohbet ediyorlardı. Diğerleri de gayet içkiyle meşguldu. Arada ‘Trouble, trouble, trouble’ diyerek ok atmalarını saymazsak tabii... Şarkı bittiğinde ışıklar aydınlandı ve yeni geldiği için en ayık kafalı kişi, ben herkesin dikkatini çektim. “YA!” diye bağırdı Heechul her zamanki gibi. “Ne zaman geldin? Neden haber vermiyorsun?” “Muhteşem performansın beni büyüledi, tek bir söz bile edemedim.” diye cevap verdim alayla. “Aish!” dedi gözlerini döndürerek. Çünkü arkadaşları gülme krizine girmişlerdi. Kafamı çevirdiğimde gözlerini kocaman açmış Hongki ile burun buruna geldim. “Bu benim performansımdı!” Simon D ve Sangchu “Beni performansımdı,” diye, özellikle son heceyi vurgulayarak Hongki’nin taklidini yapmaya başladılar. Kafamı biraz geriye çekmeye çalıştım. “Ö-ö-özür dilerim.” Heechul rehberden bir şarkı seçti ve söylemek için televizyonun önüne gitti. Kesinlikle söyleyemeyeceği üç şarkıdan birini seçti, SHINee – Lucifer. Şarkının girişini yapabilmişti ama bir sonraki yükselmeyi yapamayacağı için Hongki’yi da elinden tutup kaldırdı. Şarkıyı berbat ettiler... Yaklaşık üç-dört şarkıdan sonra, artık ben uyuklamaya başlarken, Thunder’ın sesiyle dünyaya döndüm. “Yanına geldim ama seni yine götürmelerinden korkuyorum.” “Bundan ben de korkardım,” dedim, sonra elimle masanın diğer ucunu gösterdim, “Tabii Heechul bu kadar sarhoş olmasaydı.” Thunder o tatlı, yuvarlak dişlerini göstererek gülümsedi. “Senin hakkında birkaç şey söyledi, uşak gibi.” “Ah, beni uşağı sanıyor. Sırf şu sözleşme yüzünden.” “Sözleşme?” dedi kaşlarını çatarak. “Sonra anlatırım,” dedim. “Gerçekten çok uzun bir hikaye.” O sırada gözüme çarpmayan ama sonradan mükemmel matematik hesaplarıyla ve harika mantığımla çözdüğüm bir olay oldu. Kyuhyun, Thunder’ın yanından kalktığını fark etti ve dikkatini Secret’ın ‘Shy Boy’unu katleden Simon D’den alıp Thunder’a verdi. Yanıma geliyordu, ve bunu -çok sebepsiz bir şekilde-, Heechul ile birlikte istemiyorlardı. Bu yüzden hemen telefonuna sarıldı ve durumu mesajla Heechul’a bildirdi. O yüzden Heechul da bana seslenmekte HİÇ gecikmedi. “Bee-goon! Gel buraya!” “Emredersin.” dedim gözlerimi devirerek. Ama gittim. “Viski,” dedi. “Eğer shot yarışında beni geçersen, seni azat edeceğim köle.” Önce ‘köle’ kelimesine takıldım ama, takılmam gerekenin azat kısmı olduğunun farkına varmam uzun sürmedi. İlk bardaklarımız F.T Island’in lideri Jonghoon tarafından dolduruldu ve saniyesinde yuttuk. Ne kadar acı olduğunu kelimelerle anlatamazdım. Yemek borumdan aşağı inişinden, kanıma karışışına kadar her saniyeyi hissettim. Ama dayanmak zorundaydım! Özgür kalacaktım. Bir, iki, üç, on.. derken odanın döner raylı sistemi olduğunu fark ettim. Yoksa nasıl bu kadar dönebilirdi ki? Hey bu gülme hissi de neyin nesiydi? Gülünecek bir şey yoktu ama yanak kaslarım kendi kendilerine gerilmeye başlamışlardı. Sonra bardakları saymayı bıraktım ve beynimi sadece yutma-sırıtma eylemleri için kullanmaya başladım. Bu kadarına bile zor yetiyordu zaten. En son gördüğüm Heechul’un masaya düşen başı oldu. Ve gözlerimi açtığımda bir arabanın içindeydim. “Aptal.” diye mırıldanıyordu sürücü koltuğundaki kişi kendi kendine. “Daha içki içmek için yaşın bile dolmadı. Nasıl iddiaya girebilirsin?!” Benimle konuşuyordu. Sanırım. “Nereye?” dedim cümleyi tam kurduğumu zannederek. “Ne demek nereye?” dedi sinirle. “Sakın kusayım falan deme. Zaten arabamı yeterince kötü kokuttun.” Gülmeye başladım. Tam bir aptala benzediğimden emindim. “Neden ki?” Sonra ağzımı kapattım. “Yoksa osurdum mu?” Şimdi attığım kahkahalar arabayı inletiyordu. Kyuhyun olduğunu sandığım kişi sinirle iç çekti. “Hayır, o zaman çoktan arabadan inmiş yolun ortasında donuyor olurdun. Gerçi iyi fikir, ayılırsın biraz.” Ne dediğini anlamadığım için öylece bakındım. Sonra uyumaya geri mi dönsem diye düşündüm. Miğdem öylesine kaynıyordu ki, ah dayanılmazdı. “Tekrar mı uyudun?” dedi sürücü. “Hayır,” dedim. “Nereye gidiyoruz.” “Nerede yaşadığını iki saattir söylemediğin için bizim eve gidiyoruz.” “Erkeklerin arasında mı uyuyacağım,” dedim ve yine gülmeye başladım. Sonra şaşılacak bir durum oldu ve beynim bir saniyeliğine çalıştı. “Haru’nun size adresi verdiğini sanıyordum.” Kyuhyun bana döndü. “Haru kim bilmiyorum ama Heechul hyung uyuyakaldığı için adresini alamadım.” Onu hiç bu kadar sinirli gördüğümü hatırlamıyordum. Gerçi o an bu sahneyi beynim uyduruyor da olabilirdi. ... İki kol tarafından çekiştirilerek arabadan aşağı indirildim. “Geldik mi?” “Ne gelmesi?” dedi beni çekiştiren kişi. “Kusmak istediğini söyledin ya!” “Öyle mi? Ama istemiyorum ki.” Popom soğuk asfalta değdiğinde ve sert rüzgar yüzüme vurduğunda havanın -36 derece olduğunu düşündüm. Kyuhyun tüm gücüyle beni yandaki araziye çekiştirdi ve yerde bıraktı. “Kus işte.” “Ama kusmak istemiyorum.” dedim ayağa kalkarak. Sonra gidip boynuna sarıldım. Neye uğradığını şaşırıp beni ittirmeye çalıştı. Ama ellerimi öyle sıkı bağlamıştım ki kurtulamıyordu. “Chotto matte kudasai.” dedim. “Sathoşluğun etkisiyle dil devrelerin de yandı.” dedi Kyuhyun da uğraşmaktan vazgeçerek. Parmaklarımın ucuna çıktım ve dudaklarına –tam anlamıyla- yapıştım. Dördüncü saniyede suratımı uzaklaştırdım ve gördüğüm şey taş kesilmiş bir Kyu’ydu. Kahkaha atarak iki adım geriye yürüdüm. Sonra sustum. Etrafa bakındım. Neredeydim? “Do I know you, sir?” dedim bayılmadan hemen önce. Takip etmek isteyenler için; hptt://waitthereforme.blogspot.com Blogda üyelik gerekmiyor, yorumlarınızı bekliyoruz.. (: | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Ptsi Nis. 25, 2011 11:33 am | |
| 8. Bölüm Gözlerimi açtığımda Haru’nun evinin tavanına bakmıyordum. Tanımadığım bir odadaydım. Neler olduğunu anlamak için yataktan doğrulmak istedim, ama beynime giren büyük ağrıyla yastığa geri düştüm. Birileri kafatasımı testere ile ikiye ayırmaya çalışıyordu sanki. “Uzak durun benden!” diye haykırdım yattığım yerden. Biri görse şizofren olduğumu düşünürdü. Gerçi bazen ben de öyle düşünüyordum. Peki, gerçekten birinin o anda beni görmediği ne malumdu ki? Hemen korkuyla etrafa bakındım. Hayır, odada kimse yoktu. Karşıdaki boş yatak düzgündü. Sanırım gece boyunca yalnız kalmıştım. Kafamı, saçlarımı karmakarışık edene kadar kaşıdım ve tekrar doğrulmaya çalıştım. Gözlerim yanıyordu. Kulaklarım çınlıyordu. Doğru düzgün düşünemediğim için ne olduğunu da anlayamıyordum. Ah bir de, inanılmaz derecede susamıştım. Nerede olduğumu anlarsam belki mutfağın yerini bulur ve bir bardak su içebilirdim, ya da bir sürahi. Telefonum? O neredeydi? Üzerime baktım. Kot ve tişört ile mi uyumuştum? Gerçekten mi? Cebimdeki şişiklikten anlaşıldığı kadarıyla telefonum da yanımdaydı. Çıkarıp ekranına baktım, kapalıydı. Şarjı bitmişti. Tekrar bağırmak için ağzımı açtım ama açılan kapının sesiyle öylece kaldım. Ryewook karşımda duruyordu. “Sonunda uyanmışsın,” diyerek yanıma koşturdu. Kocaman gülümseyerek gözlerimin içine bakıyordu. “Neredeyim?” dedim neredeyse ‘bak ne kadar aptalım’ diye haykıran gözlerle. Ryewook şaşkın şaşkın baktı. Sonra etrafı gösterdi. “Tabii ki de bizim evimizdesin.” Gösterdiği her noktada, posterlerde, kupalarda, çoraplarda; yani her yerde üyelerin resimleri ve isimleri vardı. “Ahh, tabii... Ama neden?” Hala saçlarımı karıştırıyordum. Birinin hızla elime yapıştığını hissettim. “Şunları rahat bırak, yoksa asla çözemeyeceğiz.” Sungmin kaşlarını çatmış şekilde hemen yanımda duruyordu. ... “Açsındır şimdi,” dedi Ryewook, Sungmin’in saçlarımı düzeltme çabalarına şirin şirin kıkırdadıktan sonra. Üç tarafı kıyafetlerle çevrili odada yerde oturuyorduk. Evde bizden başka kimse yoktu. “Ama biz kahvaltı yapalı 5 saat oluyor. Birlikte öğle yemeği yemek ister misin?” Sungmin dalga geçer bir tonda konuşmuştu. “O kadar çok mu uyumuşum?” dedim. Hala neler olduğunu anlayamamıştım. Pirizin önünde takılı duran telefonum titreyince üçümüzün de kafası o tarafa döndü. Ryewook fırladığı gibi telefonu aldı ve mesajı sesli okumaya başladı. “Dün gece eve sağ sağlim varabildin mi? Götürmeyi önerdim ama Kyuhyun hyung izin vermedi. Umarım başın çok ağrımıyordur. Thunder.” “Thunder mı?” diye haykırdı Sungmin. “Çabuk ara, çabuk.” Ama o anda onu duymuyordum. Dün gece olanlar flaş gibi patlıyordu gözümün önünde. Çatlamış sesler kız gruplarının şarkılarını söylemek için uğraşıyorlardı. Arka arkaya viski dolu bardakları kafaya dikiyordum. Heechul’un kafası masaya düşüyordu. Arabadan dışarı sürükleniyordum. Ve o dudaklar... “ÖPMEDİM DEĞİL Mİ?” İki çift göz merakla ve tamamen şok içinde bana döndü. “Öpüştünüz mü? Ne çabuk!” Neredeyse bir ağızdan konuşmuşlardı. “Sanırım...” “Ne demek sanırım? Thunder seni öptü mü öpmedi mi?” Sungmin çıldırmak üzereydi. “Thunder mı?” dedim kafası karışmış şekilde bakarak. “Hayır öpmedi.” “Ne demek? Kiminle öpüştün o zaman?” Telaş içinde ayağa kalktım. Dün gece Kyuhyun’u öpmüştüm. Dudaklarından! Tanrım! Utanç verici! Yerde oturanlar Thunder ile öpüştüğümü düşündükleri için içinde bulunduğum durumu anlayamıyorlardı. Asla anlamamalarını umarak saçlarımı tekrar kaşımaya başladım. O sırada telefon tekrar titredi. “Bu arada akşam işin yoksa buluşabilir miyiz? Arkadaşımın doğumgünü var ve ne almam gerektiğini bilemiyorum. Yardım edersin değil mi?” “Anlaşıldı,” dedi Sungmin de ayağa kalkarak. Kolumdan tuttuğu gibi banyoya doğru sürüklemeye başladı. “Ryewook-ah hemen stilisti ara ve şirin bir elbise ayarlamasını söyle. Çok süslü olmasın, ilk buluşma sonuçta. Ayakkabılarının topukları da çok yüksek olmasın, çünkü onlarla yürüyemez. Bedenine gelince... çok zayıf olmadığını söyle, o anlar.” “Gayet zayıfım-” diye karşı çıkacaktım elbette. Ama olanların şoku yüzünden nasıl konuşulduğunu bile unutmuştum. Sürekli aynı sahneyi hatırlayıp duruyordum. Boynuna sarılışımı, parmak uçlarında yükselişimi düşünüyordum. Yanaklarımın kendi kendine kızardığını hissediyordum. Beni ittiren kollara uydum ve banyoya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Tabii amacım buluşmaya hazırlanmak falan değildi. Sadece bir an önce yalnız kalmak istiyordum. Bir dakika buluşmaya mı gidiyordum? Ne buluşması yahu? ... Neredeyse bir saat olanları tekrar unutmak için banyoda kalmıştım. Hemen sonrasında elime tutuşturdukları elbisenin kısa, pileli etekleri altındandan uzanan ince, çiçek desenli çorabım ve üzerinde duramadığım ufak topuklu ayakkabılarımla baştan ayağa pembeydim ve bence iğrenç duruyordum! Ama dışarıdaki tepki aynen şöyle olmuştu: “Muhteşem görünüyorsuuun!” Tarzıma kesinlikle uymuyordu bu kılığım, ve bunu biri dile getirmişti. Salonun karşısında, kapıya çıkan koridorun başında kollarını bağlamış ve sol omzunu duvara dayamış beni süzüyordu bu kişi. Beğenmeyerek kaşlarını çatıyordu. “Boya küpüne mi soktunuz bu erkek çocuğunu?” Ryewook ellerini beline koyarak ileri doğru iki adım attı. “Öyle söyleme Kyuhyun-ah!” Takip etmek isteyenler için; http://waitthereforme.blogspot.com/ Blogda üyelik gerekmiyor, yorumlarınızı bekliyoruz.. (: | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Ptsi Nis. 25, 2011 11:33 am | |
| 9. Bölüm
“Ev arkadaşın falan mı evleniyor? Ne bu hazırlık?”
Kafamı Kyuhyun’un alaycı bakışlarından başka tarafa çevirdim. Elmacık kemiklerim yanıyordu. Dudaklarımı tutarak ve aynı anda çığlık atarak kaçmak gibi planlar kurmaya başladım. Pembe bir hediye pakedini andırıyordum, bir saat sonra Thunder ile buluşacaktım, ama düşündüğüm tek şey dünkü öpücüktü!
Sungmin yerinde zıplarken ellerini çırptı. “Bee-goon’un randevusu var!” Sonra kendisi gibi zıplayan Ryewook’un yanına gitti ve birbirleriyle sevinçlerini paylaşmaya başladılar.
Kyuhyun’un gözleri dehşet içinde açıldı. Sonra hafifçe öksürerek yerinden doğruldu. “Randevu mu? Heechul hyung’un haberi var mı? Ona söylemedin değil mi? Duyduğunda seni öldürecek. Ben de kurtarmaya çalışmayacağım. Dünkü olanlardan sonra...” Sonra dediği şeyi fark ederek sustu. Kafasını birkaç kere sağa-sola çevirdi, dikkat çekecek bir şeyler arıyordu. Ama dikkat çeken tek şey o an içinde bulunduğu panikti. “Kiminle bu randevu?” Kulakları mı kızarıyordu, yanlış mı görüyordum?
“Kiminleyse kiminle,” dedim umursamazca burnumu havaya dikerek. “Geç kalmamam lazım. Çıkıyorum ben.”
İki saattir umrumda bile olmayan randevu işine fazla ilgili davranmaya başlamıştım. Kyuhyun’un paniği hoşuma gidiyordu sanırım.
“Ben bırakırım seni.” Aslında bana değil, yere bakıyordu. Parkelere mi kendisini bırakmayı teklif ediyordu anlayamamıştım.
“Gerek yok, ben taksi ile giderim.” Tavrım aynen devam ediyordu.
Sinirle gözlerimin içine baktı. “Ben bırakacağım!”
“Hayır!” diye cevap verdim aynı yüksek ses tonuyla.
“Ahh,” dedi ve derin bir nefes aldı. Vazgeçmişe benziyordu, omuzları düşmüştü. “Ama neden?”
Gözlerimi kırpıştırıp karşımda iki büklüm kalan dünyaca ünlü şarkıcıya baktım. Doğru kişiye mi bakıyorum diye düşünmeden de edemiyordum.
Benden cevap gelmeyince kendi kendine tekrar konuşmaya başladı. “Anladım, sevgilini görmemi istemiyorsun.”
O anda büyük bir haz duymuş olmalıyım ki, “Evet!” diye haykırmış olarak buldum kendimi. “İstemiyorum. Kendim gideceğim.”
...
Lunapark? “Hediye alacağımızı sanıyordum,” dedim Thunder’a, merak içinde.
“Ben de öyle sanıyordum. G.O hyung buranın en iyisi olacağını söyledi.” Sonra kaşlarını çattı. “Sanırım kandırıldım.”
Geldiğimizden beri yüzüme bile bakmıyordu. Bu kadar utanabileceğini tahmin etmiyordum. Ortamın yumuşaması için gülümsedim. “Olsun, burada da bir şeyler bulabiliriz. Hem baksana, çok eğlenceli görünmüyor mu?”
Elimle karşımda yuvarlaklar çizen hız trenini gösteriyordum. Ama Thunder gösterdiğim yere değil bana dönmüştü. “Seni de peşimden sürüklediğim için özür dilerim.”
“Ah, önemli değil,” dedim moral vermeye çalışarak. “Hadi girelim artık. Sabırsızlanıyorum!”
İçeriye girdiğimizde gerçekten büyük bir kalabalık ile karşılaştık. Havalar ısındığı için herkes kendini dışarı atmış gibi görünüyordu. Thunder’ın tanınma -ve benim ikinci bir saldırıya uğrama- olasılığıma karşı dükkanlardan birine attık kendimizi.
Tişörtler, oyuncaklar ve birsürü harika şey vardı girdiğimiz yerde. Thunder aldığı hırkaları soyunma kabininde denerken, ben de üzerinde hayvan kulakcıkları olan taçlara bakıyordum. Siyah kedi kulaklarınından birini kafama takar takmaz omuzlarımda ağırlık hissettim. Thunder, giydiği hırkanın aynısından bir tane de benim omuzlarıma koymuştu.
“Ah, üşümüşsündür diye düşündüm,” diye lafı ağzında geveledi. Aynı anda kafasını kaşıyordu.
“Teşekkür ederim,” dedim tacımdaki kulaklarla uyumlu hırkaya bakarak. “Çift gibi olacağız ama.”
Gülümsemeye çalıştı. “Evet öyle görüneceğiz biraz.”
Kapişonunu kapattığı hırka sayesinde tanınmamayı başarmıştı Thunder. Ben ise korku tünelinin sonuna geldiğimizde iştahla yediğim dondurmamı yeni bitirmiştim.
“Neden hiç korkmadın?” dedi Thunder bembeyaz olmuş suratını gizlemeye çalışarak.
“Korkunç değildi,” dedim kocaman gülümseyerek. “Bir daha mı girsek?”
“Olmaz!” diye çıkıştı. “Acıkmışsındır. Bir şeyler yemeliyiz.”
Omuzlarımı kaldırdım. “Hayır, acıkmadım.”
O sırada gözleri dudağımın hemen üzerindeki bir noktaya sabitlendi. “Bir dakika,” diyerek eğildi ve parmağının ucuyla orayı sildi. “Dondurma bulaşmıştı da.”
“YA! YA! YA!”
Bu ses! Tanrım! Heechul beni burada da mı bulacaktı? Üstelik uzun, siyah peruğu ve kırmızı rujuyla!
“Uşağımı öpme hakkını kim verdi sana?” diye bağırarak yanımıza geliyor, bir yandan eteğinin kenarlarını çekiştiriyordu.
“Sen neden kız kılığındasın?” dedim kahkalarımı kesinlikle saklamayarak.
Saçlarını geriye attı ve dudaklarını büzdü. Sonra seksi davranmaktan vazgeçip “Aish,” dedi. “Bana en çok bu yakışıyor. Ya! Asıl sen neden bu çocukla birliktesin?”
Hemen bu sözün ardından, geldiği yönden biri daha çıktı. Kocaman gözlükleri ve beyaz maskesi ile ‘hayranlardan gizleniyorum’ diye haykırıyordu sanki. Ama kendisi başka türlü haykırdı. “Üstelik çift hırkası giymişler! Hyung bunlar senden habersiz çıkmaya başlamışlar.” Sonra bana döndü. “Sana yardım etmeyeceğimi söylemiştim.”
Heechul beni baştan ayağa süzdü. “Al götür bunu Kyuhyun-ah.”
“Gitmek istemiyorum!” diye çıkıştım. “Yemek yiyeceğiz biz daha!” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Ptsi Nis. 25, 2011 11:34 am | |
| 10. Bölüm
Hamburgerimden kocaman bir ısırık aldım. Gözlerimi sinirle karşımda oturan ve hayatında ilk kez patates kızartması yiyormuş gibi davranan Heechul’a diktim.
Bir süre sonra kayıtsız kalamayarak, “Ne var?!” diye çıkıştı.
“Randevumuzu,” dedim imayla, “Thunder ile çıkmış olduğum randevuyu mahvediyorsun.”
Heechul bir avuç patatesi ağzına sıkıştırdı ve konuşmaya çalıştı. “Bu, randevu sayılmaz ki.”
“AH! Nedenmiş?” dedim gözlerimi devirerek.
“Çünkü,” Kolasını almak için yağlı ellerini masada gezdirdi. “Benden izin almadan çıktın.”
Elbette ‘ondan izin almam gerekmediği’ hakkında, bir sürü, dilbigisi yanlışı taşıyan cümle kurardım. Ama neden bunu yaparak ona günlük, beyin jimnastiğini yaptıracaktım ki? Daha başka bir yol düşünmüştüm bile.
“Oppa!” dedim yanımda oturmuş hamburgerini dişlemeye çalışan Thunder’a dönerek.
Thunder kenarlarında susamlar kalmış ağzını büzerek, “Oppa?” diye tekrar etti. Korkudan, ya da şaşkınlıktan ölmek üzere gibi duruyordu.
Kyuhyun’un girdiği öksürük krizini zerre kadar önemsemeyen Heechul, kolasını masaya vurdu ve haykırdı; “Ya! Bana bile oppa demiyorsun da, bu çocuğa mı diyorsun?!”
“O çocuk değil. Ah pardon senin yaşınla kıyaslayınca çocuk kalıyordu. Unutmuşum.”
Kyuhyun büyük bir gürültüyle sandalyesinden düştü ve sonra kollarını masaya koyarak kalktı, sandalyesini düzeltip oturdu. İki saniye önce hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladığında, bu adamda bir gariplik olduğuna kanaat getirmiştim.
“Buna da izin vermiyorum! Vermiyorum izin! İzin yok!” Heechul ağzındaki patatesleri göstererek yırtınıyordu.
“Neye izin vermiyorsun?” dedim dikkatimi Kyuhyun’dan almaya çalışarak.
“Buna!” dedi. “Verecek cevap bulamamamı sağlıyorsun, buna izin vermiyorum bundan sonra!”
Onu umursamayıp, Thunder’a kurduğum cümleyi bitirmeye karar verdim ve kafamı sağıma çevirdim. Thunder az önceki susamlı haliyle ve aynı şokla bana bakıyordu.
“Artık kalkalım mı?” diye sordum, belki robotik halinden kurtulur diye.
“Olur,” Neredeyse mırıldanmıştı.
“Hayır olmaz!” Bu sefer çıkışan Heechul değil, Kyuhyun’du. “Seni eve geri götüreceğim. Arkadaşın merak etmiştir. Onu hiç düşünmüyorsun zaten. Varsa yoksa, oppanla takıl, öpüş, çift hırkaları giy. Oh ne güz--”
Heechul, Kyuhyun’un kolunu çekiştirdi. “Abartma.”
...
İki eliyle direksiyona yapışmış, bana bakmamaya dikkat ederek sürüyordu arabayı. Şirin profili ve sinirli gözleri o kadar güzel görünüyordu ki, dimdik onu seyretmekten başka hiçbir şey yapamıyordum. Ona olan düşüncelerimin boyut değiştirdiğini hissediyordum sanki. Eskiden hayranıydım, her saniye ‘KYU!’ diye çığlık atasım gelirdi, her gece onu düşünürdüm ve en kötüsü diğer hayranlarla kavga ederdim. Ama son zamanlarda, o aklıma geldiğinde aptal bir gülümsemeyi evlat edindiğimi fark etmeye başlamıştım. Sabahları uyandığımda karnımda kelebeklerin fink attığını hissediyordum ve günüm, Heechul’un eziyetlerine rağmen harika geçiyordu. Gerçekliği umut, gülümsemesi hayat vericiydi. Kızdığında, kızardığında ve korktuğunda bile muhteşemdi benim için. İyi ki vardı, iyi ki ona bu kadar yakın olma şansını yakalamıştım.
“Bana böyle dik dik bakmamanı kaç kere söylemem gerekiyor?”
Oturuşumu düzelterek, “Sadece gözüm takılmış,” dedim. “Özel bir durum yok.”
Sinirini bastırmak istercesine gülümsedi. “Olamaz da zaten. Sevgili erkek arkadaşın bu durumdan pek hoşlanmaz.”
“Erkek arkada--”
Sözümü kesmişti. “Bugünkü ilk öpücüğün müydü yoksa?”
“İlk öpücük mü?” dedim şaşkınlıkla. Ahh, dün gece olanlar! Hatırlıyordu!
“İlk öpücük ne demek biliyorsun değil mi? İngilizcesini söylememe gerek var mı?”
Kalbim boğazımda mı atıyordu, ben mi yanlış anlıyordum? Camı açıp kendimi atmak istiyordum. Biri beni koltuğa kelepçelemiş olmalıydı, hareket edemiyordum.
Kyu sinirle direksiyona vurdu. “Önüne geleni öpüyor musun sen?!”
“ÖPMÜYORUM!” diye aynı ses tonuyla bağırdım. “Ben kimseyi öpmüyorum.”
“Kimseyi mi?” dedi şaşkınlık içinde. Yola değil, bana bakıyordu. Biraz sonra bir kamyonun altına girersek, şans eseri olmayacaktı. “Yani HİÇ kimseyi öpmediğini mi iddia ediyorsun?”
Gözlerimi gözlerinden kaçırdım ve saniyeler içinde kaybolan ağaçları yakalamacılık oynamaya başladım. “Tabii belki öpmüşümdür ve sarhoşumdur. Pek hatırlamıyorum.”
“Ahh,” dedi derin bir nefes alarak. “Çok içiyor olmalısın.”
...
Apartmanın geniş bahçesinden büyük bir sükûnet içinde geçtik. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Henüz Thunder’a yaptığım ayıbın büyüklüğü kafama dank etmediği için mutluydum. Haber vermediğim için Haru’dan yiyeceğim azar konusunda ise, fark etmemiş gibi davranmak dışında elimden bir şey gelmiyordu.
Demir kapının önünde durdum ve yüzümü Kyuhyun’a döndüm. Öpücük konusunu yüzüme vurmadığı için mutluydum.
“Pekala,” diye mırıldandı ve yüzüme doğru eğildi.
İşte geliyordu! İyi akşamlar öpücüğü. İkinci öpücüğümüz! Bilinçli ve isteyerek! Gözlerimi sıkı sıkı kapattım, yumruklarımı sıktım ve dudaklarımı öne doğru büzdüm.
Ding, dang, dong...
Bir saniye önce zile bastığı parmağını ve bedenini geri doğru çekti, gülümedi. “Sonra görüşürüz.”
Ama, öpücük? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Salı Mayıs 03, 2011 1:34 am | |
| Yazar & Kurgu: Gökçe Özkan
Kurgu: Berfu Şengün
Yayınlayan: #Daisy
Anlaşma Maddeleri
Bu anlaşmada yazılı olan maddelerin hepsi, aşağıda imzası olan B. tarafından koşulsuz, şartsız kabul edilmiş demektir. Kağıdın kaybolması, yok sayılması ve bilerek yok edilmesi halinde bildiğim bütün sırları, yapım şirketim SM’e (Buradan patronum Lee Soo Man’a saygılar.) ve çok sevgili hayranlara her şeyi açıklama hakkına sahibim. Ona göre.
1. B. benim istediğim her şeyi yapacak.
2. Çağırdığımda gelecek.
3. Gönderdiğimde gidecek.
4. Sabahları ben kaçta istersem, o saatte kalkacak.
5. Gerektiğinde kıyafet taşıma, bakkala gitme ve ayakkabıları silme gibi görevleri yerine getirecek.
6. Ona hediye edeceğim figürlerim, üzerinde adımın yazılı olduğu çoraplar, posterlerim ve adıma düzenlenmiş ajandalara zarar vermeyecek. Gülümseyerek kabul edecek.
7. Bunun üzerine arkamdan –hiçbir dilde- küfür de etmeyecek.
8. Telefonunun ekranını çizmeyecek.
9. Super Junior’dan başka bir grup dinlemeyecek... Tamam, diğer SM gruplarına da izin var.
10. Bana aşık olursa açıklamayacak, içten içe acı çekecek. Beni her gördüğünde ağlamak isteyecek ama kendini tutacak. Etrafında olmam ona azap verecek. Yakışıklılığım ile büyülenecek; ama ağzını açıp tek kelime edemeyecek. Her gece ağlayacak. Yazık.
11. Bana aşık olmayacak.
12. Diğer grup arkadaşlarıma da olmayacak. Özellikle de Siwon’a.
13. Saçlarını uzatacak. Ya da uzatmasın, erkek gibi olması daha komik.
14. Cosplay veya dizi parodisi yapmak istediğimde bana katılacak.
15. Bana içinden gelerek hakaret etmeyecek. Bu çok acı verici.
16. Partilerde yanımda bulunacak. Böylece yiyecek-içecek istediğimde getirebilecek. Beğendiğim kızlardan numaralarını isteyebilecek. Bunun gibi bir şeyler daha...
17. Masajı çok severim. Günaşırı omuzlarımı ovacak. Ama bu konuda yeteneği yoksa hiç yaklaşmasın.
18. Spor yapacak ve az yiyecek. Böylece okul başlayana kadar zayıf bir kız olacak.
19. Ünlü olup da başıma iş açmayacak.
20. Twitter’da ağzım açık uyuduğum veya ellerime şeker kokulu krem sürdüğüm resimlerimi yayınlamayacak.
21. Bunun yerine ne kadar harika biri olduğumdan ve benim hayranım olduğundan bahsedecek. Reklamımı yapacak.
22. Arabamı çizmeyecek, biri çizdiğinde olabildiğince yüksek sesle çığlık atacak.
23. Bilgisayarımın tozunu alacak.
24. Toz alma bahanesiyle içini karıştırmayacak. Ne kadar ayıp!
25. Bana köle demeyecek. Hangi köle kendine ev ve araba alabilir ki? Ama ben ona diyeceğim.
B.’nin yararına olan maddeler.
26. B.’yi okula yazdıracağım.
27. Eğitiminde ve dili tamamen öğrenmesinde yardımcı olacağım.
28. Öğlenleri karnını doyurmasını sağlayacağım.
29. Çalışması karşılığında cüzzi miktarda maaş vereceğim.
30. Hey! Beni görebilmesi başlı başına mükemmel bir madde.
-------------------------------------------------------------------------
4. bölümde (https://www.facebook.com/note.php?note_id=148938151839296) bahsedilen anlaşmanın maddelerini yayınlamak istedim. Böylece siz de merakta kalmazsınız.
Bu bir bölüm sayılmaz. Yeni bölümü de bugün-yarın yazarım. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Salı Mayıs 03, 2011 1:35 am | |
| Yazar & Kurgu: Gökçe Özkan Kurgu: Berfu Şengün 11. Bölüm “Düşmana yenilmek yok!” diye haykırdım elimdeki ölümcül ağırlıkları kaldırarak. Kafama bol gelen Nichkhun bandı gözlerimin önüne düşünce, sinirle geri ittirdim. Tozluklarım, taytım ve ‘Fighting!’ yazılı tişörtüm ile tam bir sporcu gibi görünüyordum. “Seohyun’dan bile zayıf olacağım. Seni yeneceğim Kyu!” Ağırlıkları bir kez daha kaldırdım, ve bir kez daha. Lanet olsun ki çok havalıydım. Saçlarımı bile özel yapmıştım, tıpkı Nichkhun gibi yakışıklı görünüyordum. Birazdan ‘I’ll Be Back’ diye tavşan dansı yapacak gibiydim. Telefon yeni mesaj geldiğini haber verince yerimden kalktım ve terimi silerek salonun diğer ucuna yürüdüm. “Benim hayat savaşımı engelleyen ahlaksız da kim böyle?” diye tiyatromsu metinler söylerek mesajı açtım. ‘Yarım saat içinde kapının önünde olacaklar. Hazır olsan iyi edersin. – Yüce Heenim.’ Ne?! Yarım? Saat? Ter içindeydim ve şu taytı çıkarmak bile en az iki saatimi alacak gibiydi! Hemen banyoya girmeliydim. Hemen! Koşmaya başladım. Evet, bir maratonda olduğumu hayal ediyordum. Neredeyse banyo kapısına ulaşmıştım ki koltuğun kenarına küçük ayak parmağımı vurdum. Acıyla tek ayağım havada zıplamaya başladım ve bunun üzerine yere kapaklanmam bir oldu. Ama yılmayacaktım. Asla asla demeyecektim. Ayrıca Justin Bieber’dan nefret ediyordum. Tekrar ayaklandım ve dosdoğru banyoya ilerledim. Yolun ortasından gitmeme rağmen kapının sağına çarpmış olabilirim. Kendime durumu çaktırmadım, taytı çıkarmaya odaklandım. ... Dış kapının önünde kahverengi, yuvarlak gözlerini şirin şirin kırpıştıran bir maymun ve yakışıklı bir balık bulmuştum. “My name is Eunhyuk. Iıııın-Hyoook. Okeeey?” Anlamamış gibi gözlerimi kırpıştırdım. Neden ingilizce konuşuyordu? Donghae sağ elini havaya kaldırdı. “Donghae.” Kısa ve öz. Eunhyuk, Donghae’ye döndü. “Hiç Korece bilmiyor mu gerçekten?” Neredeyse fısıltı gibi konuşuyordu. Donghae üzgün bir şekilde başını aşağı yukarı salladı. “Hayır, hiç bilmiyor.” Hala anlamıyordum. İyi de, ben Korece biliyordum. Yani biraz. Her neyse! Sonuçta biliyordum ve bildiğimi Donghae de biliyordu. Bunu neden yapıyordu öyleyse? “We go university today. Okeeey?” diye bağırdı Eunhyuk tekrar bana dönerek. Eline bir gramer kitapçığı yapıştırmamak için kendimi zor tutuyordum. 32 dişini göstererek sunduğu kocaman gülümsemesi birden yok oldu ve yüzü ciddileşti. “Oh nice weather!” Sonra tekrar gülümsedi. “Don ge mi rlong! (Don’t get me wrong?)” “Ben daha çok soğuk ve karlı havaları severim. Özellikle böyle sıcak günlerde daha çok özlem duyarım. Çünkü yazlar insanı terletir ve sinir eder. Halbuki so--” Sözümü kesen Eunhyuk olmuştu. “YAH YOU FISHY!” ... “Bana yalan söylediğine inanamıyorum. Aldatılmışım gibi hissediyorum! Bu ilişki nereye gidiyor?!” diye haykırdı Eunhyuk koltuğuna otururken. “İngilizce konuşunca daha tatlı oluyorsun, o yüzden.” “Hah,” dedi Eunhyuk başını dramatik bir şekilde sağına çevirerek. “Bu da yalan.” Donghae arabayı çalıştırırken, kendi kendine kıkırdadı. Ben ise arka koltukta çift alarmı verildiğini fark etmiş ve köşeye sinmiştim. Tanrım! Korkunç! “Üniversiteye kaydolmanın böyle kolay olduğunu düşünmüyordum,” diye mırıldandım, arabadaki havayı değiştirmek için. Az önce beş karış suratla dışarıyı izleyen Eunhyuk, şimdi tekrar tüm yanak kaslarını germiş gülümsüyordu. “Zaten kolay değil ki. Yetenek sınavına gireceksin.” “YETENEK?” diye haykırdım. Hangi bölüme gidecektim böyle? “Heechul hyung senin yeteneğinin olma ihtimalinin, bende beyin olma ihtimaliyle eşit olduğunu söyledi. Yani bayağı iyi olmalısın.” Sinirlerim geriliyordu. “Ben gayet yetenekliyim! Kim Heechul, gününü göreceksin!” Donghae tekrar gülmeye başladı. “Su şişeleriyle ağırlık çalışarak mı?” Gözlerimi kocaman açtım. “Onlar tam tamına birer litre!” Hayatımda toplamda o kadar su bile içmemiştim ben. ... Okulun kocaman bahçesine girdiğimizde yanımdaki ikili, değil ünlü gibi, insan gibi bile davranmıyorlardı. Eunhyuk alabildiğine geniş bahçeyi gördüğünde. “SPARTAAAA!” diye bağırarak çimenlere kadar koşturmuştu. Ekürisi de ona katılınca birlikte zıplamaya ve etrafta yuvarlanmaya başlamışlardı. Öğrencilerin cep telefonlarını çıkarmamaları ve rezilliğin artmaması için dua etmeye başlamıştım. Neyse ki kimse bu kadar aptal iki tipin ünlü olduğunu düşünmüyordu. Bu da iyi bir şeydi, değil mi? İkisini bırakıp kaçmayı düşünüyordum ki, dar-uzun etekli, güzel bir kadın yanımıza gelmiş ve bizi içeriye davet etmişti. Şimdi yeni mobilya kokusu eşliğinde, genişçe bir odada oturuyorduk. Kadın da Donghae’nin içine düşecek şekilde eğilmiş, bilgi veriyordu. “Bu formu doldurduğunuzda başvurunuzu yapmış sayılacaksınız. Aslında başvuru süremiz bitti ama Kim Heechul beyin uzun ısrarları sonrasında ufak bir göz yumma yapabileceğimizi düşündük.” Donghae’ye uzatılmış duran formu hızla kaptım ve incelemeye başladım. Kadın oralı bile olmamıştı. Hala karşısındaki erkeğin gözlerinin içine bakıyordu. Eunhyuk sevinçle arkasına yaslandı. “Haftaya kadar çok iyi bir iş çıkarabiliriz.” Kafama balta inmişti. “Haftaya mı? O kadar erken mi?!” ------------------------- http://waitthereforme.blogspot.com/ Nichkhun Bandı http://2.bp.blogspot.com/_k5CfWqaDerw/TNJ5PbocxkI/AAAAAAAABH4/wJMHzAItcB4/s1600/tumblr_lbc6tqPnhG1qbozjz.jpg | |
| | | brightside Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 1 Kayıt tarihi : 23/05/11
| Konu: Geri: Wait There Ptsi Mayıs 23, 2011 1:59 am | |
| Kaç gündür yeni bölüm yok heyecandan çatlamak üzereyim sanırım hergün girip bakıyorum sanırsam şimdiye kadarki en beğendiğim hikaye tebrik ederim canım | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Perş. Mayıs 26, 2011 9:12 pm | |
| Wait There - 12. Bölüm
Artık dümdüz görünen karnımı bir kez daha inceledim. Tişörtümü bel kıvrımımın üzerinden bağladığımda tamamen havalı görünebiliyordum. Bu muhteşemdi. Kıyafetlerim bol geldiği için, dolabımın kapağını bile açamıyordum. Ama onun yerine Sungmin ‘anne’min bana günlük olarak gönderdiği, sabahın 7’sinde elime ulaşan ve Haru’yu uykusundan ettiği için büyük hakaretler yiyen elbiseleri giymek zorunda kalıyordum. Evet, kot ve tişörtten bahsetmiyorum. Şort günü olan ‘Perşembe’ dışında, her gün elbise giymek zorundaydım. Neyse ki spor ayakkabılarıma karışamıyordu. Topuklularla ayak bileklerimi kaybetme tehlikesini buram buram hissetmektense, bu en iyisiydi.
“Yaptığım gibi yap!” diye haykırdı Eunhyuk, onunla ilgilenmediğimi görünce. Önce kalçasını iki yana sallıyor ve etrafında dönmeye başlıyordu.
“Ben bu dönüşün ikinci turuna varmadan yere yığılırım...” diye mırıldandım.
Donghae aynanın önünde oturmuş suyunu yudumluyordu. “Neden son günde koreografiyi değiştiyorsun anlamıyorum.”
“Böylesi daha iyi, gerçekten.” diye cevap verdi Eunhyuk sevinçle. “Hem daha 3 gün var. Ezberleyecektir.”
Tabii, kesin ezberleyebilirdim...
“Okula zaten girecek, neden zorluyorsunuz ki?” Ses bulut desenli duvarları olan çalışma odasının diğer ucundan gelmişti. Kyuhyun bir süredir oradaymış gibi görünüyordu.
Şaşkınlıkla, “Neden?” diye sordum. “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Senin yetenekli olduğunu düşünüyorum tabii ki,” dedi gözlerini devirerek. “O okulun önemsediği tek şey para ve o para da Kim Hee Chul’da fazlasıyla var.”
Gerçekten öyle miydi? O zaman uğraşmama ne gerek vardı ki? Zaten her türlü girecektim. Çünkü onlar ünlülerdi. Çünkü onlar paralılardı ve çünkü onların lafı geçiyordu. Boşu boşuna kendimi zorluyordum. Oraya gittiğimde de aynı şekilde devam edecektim. Bunu istemiyordum. Hak etmediğim halde, başkalarının okuma hakkını elinden alamazdım. Birilerinin kuyrukluğunu yapıp, bir diğerlerinin hayatlarını kısıtlayamazdım.
Boynumdaki havluyu yere bıraktım ve hızla odanın diğer kapısından çıktım. İçecek kutuları aşağı katta olmalıydı. Bir şeyler içmek ve eve dönmek istiyordum. Yanlış şeyler yapıyordum. Ünlüler camiasında, SM’in şirket binasında ve hatta Güney Kore’de ne işim vardı benim? Dansçı olmayı hak etmiyordum. Yeteneğim yoktu. Geri dönmek en akıllıcası olurdu.
Parayı kutuya attım ve enerji içeceklerinden birini seçtim. Düşmeyince tekrar bastım. Tekrar, tekrar, tekrar... İçeceğimi vermiyordu. Aptal makine! Hayatımı mahvediyordu. Herkes gibi, her şey gibi!
Makineyi tekmeledim ve soluna çöküp ağlamaya başladım. Belki hıçkırıklar atmıyor ve bağırmıyordum. Ama içimdeki bütün birikmişlikleri atabilecek kadar çok gözyaşı döküyordum. Bunu istiyordum. Burada, öylece, saatlerce ağlamak.
Çok geçmeden önümde iki yanında kanatlar olan bir çift beyaz ayakkabı belirdi. Beyaz pantolonu, beyaz işlemeleri olan gri gömleği ve bal köpüğü saçlarıyla ‘Lider’ hemen önümde duruyordu. Kocaman bir gülümseme sundu ve makineye uzanıp yeşil tuşa bastı. İçecek aşağıya kayıp cebe düştü.
“Eğer onaylamazsan asla gelmez.”
Gözyaşlarımı silip bana uzatmış olduğu içeceği aldım. “Teşekkür ederim.”
“Bazen çok ufak şeyler seni hayata bağlar ve bazen aynı ufak şeyler her şeyden vazgeçmeni sağlar. Planlarını düşün, hayallerini düşün. Anın getirdiklerine kapılıp kendini üzme, yapmak istediklerinden vazgeçme. Güçlü bir kız olmazsan, hayat seni yutar Bee-yang”
“Ama..”
“Asla ‘böyle olması gerekiyormuş’ diye düşünme. Zorla, tırmala ki bir yerlere ulaşabilesin.”
Sonra tekrar gülümsedi ve geçip gitti.
O, neden... Neden bu kadar haklı olmak zorundaydı?
Ter içinde olan tişörtdümü çözdüm ve gözlerimi sildim. Enerji içeceğimden bir yudum aldım. En azından deneyebilirdim, değil mi? Bu kadarını kendime borçluydum.
Bileklerimde gücü hissettiğimde doğruldum. Ayağa henüz kalkmıştım ki, Kyuhyun merdivenlerde belirdi. Nefes nefese kalmış gibi görünüyordu.
“Neredesin sen?” diye bağırdı beni görünce.
Cevap vermedim. Hızla yanıma geldi ve omuzlarımdan tutup gözlerime baktı. “Ağladın mı?”
Kollarından kurtulmaya çalıştım. Ama güçlüydü, bırakmıyordu.
“Ağlama,” dedi. “Benim yüzümden ağlamanı istemiyorum.”
“Ağlamıyorum!” dedim sinirle. “En azından senin yüzünden ağlamıyorum.”
Ellerini gevşetti ve geri geri iki ufak adım attı. “Dediklerimi ciddiye alacağını düşünmemiştim.”
Yüzüme insancıl bir ifade yerleştirmek için uğraştım. Zamanı gelmişti, doğru olan buydu.
“Bir daha karşıma çıkmanı istemiyorum Kyuhyun-sshi. Bu ikimiz için de en iyisi.”
| |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Perş. Mayıs 26, 2011 9:12 pm | |
| Wait There - 13. Bölüm
“Hem Bee-goon’un giriş sınavıyla, hem de yeni albümün dansıyla uğraşıyorsun. İşin zor.” dedi Shindong, Eunhyuk’un sırtına vurarak.
Eunhyuk gülümsedi. “Onun sınavı yarın. Kurtuluyorum yani.”
Beni kızdırmak için uğraşıyordu ama; ben iki gündür içinde bulunduğum aynı ruhsuz modla ona bakıyordum. Her gün gelip Eunhyuk ve Donghae ile çalışıyor, sonra dönüp evde tekrar ediyordum. Aralarda ise Super Junior’ın yeni dansları için yaptıkları provaları seyrediyordum. Gündüzleri Haru’ya kahvaltı hazırlıyor, akşamları Heechul’un ayak işlerini yapıyordum. Ne denilirse yerine getiriyordum. Artık robottan bir farkım yoktu.
“Yeni klip de yarın çıkıyor değil mi?” diye sordu Leeteuk paçalarını dizlerinin üstüne kadar sıvamakla uğraşırken.
“Evet,” diye cevap verdi Eunhyuk ona dönerek. “Ah, hyung! Bunu benden iyi bilmen gerekirdi.”
Leeteuk kıkırdadı. “Evet öyle olması gerekirdi,” dedi. “Ancak askere gitmeden önce halletmem gereken onlarca iş çıktı.”
“Bir dakika!” diye haykırdım. “Sen- sen! Oppa! Sen askere gidiyorsun değil mi?”
Leeteuk başını onaylar gibi salladı, neden bu kadar büyük tepki verdiğimi kestiremiyordu. Ama ben içimde patlayan havai fişekleri izleyebiliyordum. Leeteuk askere gidiyor demek, Heechul da askere gidiyor demekti. Bu da şu anlama geliyordu: İki sene boyunca özgürüm!
“Neye seviniyorsun?” diye şüpheli bir soruyla içeri girdi konunun ana kaynağı, Yüce Heenim. Kolunda da bir diğer yüce insan, Siwon vardı.
“Sevinmiyorum,” dedim baş parmaklarımla oynamaya başlayarak.
Heechul güldü. “Kimi kandırıyorsun? Askere gittiğimde serbest kalacağımı mı sandın? Seni Kyuhyun-goon’a emanet edeceğim. Değil mi Kyuhyuna-ah?”
Arkasından geldiğini göremediğim Kyuhyun görüş açıma girdiğinde suratında hiçbir ifade yoktu. Aksine benim yüzümde bir ifade ararcasına gözlerimin içine bakıyordu. Sanki bir... çocuğu andırıyordu.
“Birine emanet edilmeme gerek yok,” dedim alnımdaki teri silerken. Sonra Eunhyuk’a döndüm, “Sizin provanız birince benim son provamı yaparız olur mu? İçecek bir şeyler alıp geliyorum.”
...
Büyük gün gelmişti! Sıram 274’tü. Yani önümde sadece iki kişi kalmıştı.
“Sakin ol!” dedi Haru yolmakta olduğum eteğini elimden çekiştirerek. “Bu bir şeyleri talan etme huyunu nereden kaptın böyle?”
“Sanırım hareketlerimi unutacağım. Çok korkuyorum.”
Haru sırtımı sıvazlamaya başladı. “Unutmayacaksın. Derin nefes al. Sahneye çıktığında hepsi bitecek.”
Dediği gibi yaptım. Bu, sadece sallanmakta olan bacağımı durdurabilmeme yetmişti. Hareketleri unutma korkusundan nasıl başlayacağımı düşünmüyordum bile. Ölecektim!
Kıvırcık saçlı bir çocuk yanıma yaklaşıp, “Sıra sizde sanırım,” diye mırıldandı. Kapının üzerindeki yazı da onu doğrular nitelikteydi. Gitme zamanıydı.
Haru’yu öpüp, tahta kapıdan içeri daldım. Beni yönlendiren elleri izleyerek perdelerin ve kabloların arasından ilerledim. Onlarca ışık gözüme vurduğunda görebilmek için elimi kaşlarımın hizzasında kaldırdım. Sahnenin tam ortasındaydım. Artık her şey bitmişti. Ya dans edecektim, ya da ülkeme geri dönecektim.
Ama... hareketler?! Nasıl başlıyordum? Sağ el havaya? Hayır o değil, önce kalça. Hayır hayır. Lanet olsun!
Müziğin girişi duyulduğunda düşündüğüm tek şey, “İşin bitti B.” olmuştu. Çünkü gerçekten işim bitmişti. Yapamayacaktım. Ama bir dakika? Bu benim şarkım değildi ki! Bu Super Junior’ın yeni şarkısıydı. Ama neden bu çalıyordu ki?
Birden vücudum öne doğru ilerlemeye başladı. Ayaklarım, ellerim ve kafam kendi kendilerine hareket ediyorlardı. Yeni dansı yapıyordum. Elimde olmadan...
...
Haru sevinçle koşturup boynuma sarıldı. “Nasıldı B.?! Nasıl geçti?”
“Bilmiyorum,” dedim. “Koreografiyi unuttum ve sonra... yeni dansı yaptım. Ama neden o şarkı çaldı bilmiyorum. Neler oluyor?”
Haru kaşlarını çattı. “Ben de bilmiyorum. Ama sanırım şu adam biliyor.” Bize doğru gelen görevliyi gösteriyordu.
Adam yanımıza geldiğinde yerlere kadar eğildi. “Özür dilerim. Lütfen kusurumuza bakmayın.”
Bir şey demedim. Sadece anlamayan gözlerle baktım.
“Çalışanlar verdiğiniz diski karıştırmışlar ve içinde bu şarkıyı bulmuşlar. Biliyorsunuz bir saat önce yeni klibi yayınlandı. Dinlemişler ve sonra karışıklık olmuş. Gerçekten özür dileriz. Jüri ile konuşup durumu düzelteceğiz. Tekrar performansını yapacaksınız, söz veriyorum.”
Haru, “Hayır!” diye neredeyse bağırdı. “Böyle kalsın. Düzeltmenize gerek yok.” Sonra bana döndü, “Bu dansı kendi dansından daha iyi bildiğini biliyorum. Güven bana.” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Cuma Tem. 01, 2011 12:01 am | |
| Yazar & Kurgu: Gökçe Özkan
Kurgu: Berfu Şengün
Wait There - 14. Bölüm
Adamın kafası karışık halde ayaklarını sürüyerek yanımızdan ayrılışını izledik. Aslında benim de kafam oldukça karışmıştı. Tamam, orada rezilliğin kıyısından dönmüştüm. Şarkının karışmış olmasına minnettar olmam gerekirdi. İyi de, şarkının bende ne işi vardı? Elimi bile sürmemiştim.
Tabii ya, Kyuhyun! Eunhyuk ona şarkıyı diske atmasını söylemişti. O da, kendisine büyük bir sadakatle bağlı olan karısı, Starcraft’la ilgilenirken şarkıları karıştırmış olmalıydı. Böyle düşününce hiç şaşırtıcı gelmiyordu nedense.
Bir hızla cebimdeki mavi elektronik aleti çıkardım -ona böyle diyorum, çünkü o kadar teknolojik ki çözmek bir haftamı almıştı- ve rehberdeki isimleri karıştırmaya başladım. SinirBozmadaÜzerineOlmayanKyu, işte bu. Birkaç çalış duyuldu, açıldı.
“Alo?” Sesi tamamen sakindi.
Ben sakin olabileceğimden pek emin değildim tabii. “Kyuhyun-sshi!”
“Ah, yine şu- her neyse, bir şey mi oldu?”
“Dans şarkımın olması gereken diskten ne çıktı, bil bakalım.”
Telefonun diğer ucundan büyük bir haykırış yükseldi. “Diski kontrol etmeden seçmelere gitmedin umarım!”
“Ah,” dedim. “Evet, önceden düzenlediğim için seni azarlıyorum. Mantıklı geldi mi?”
Karşıdaki ses kekelemeye başladı. “Be-b-ben, yani, özür dilerim.” Derin bir nefes aldı. “Sadece o şarkıyı dinlersen beni anlarsın diye düşünmüştüm.”
Şarkının sözlerini aklımdan geçirdim. ‘Öylesine güzelsin ki, beni çılgına çeviriyorsun. Sen –anlamını bilmediğim birkaç kelime- en tehlikeli zehir gibisin ve ben sorgulamadan içiyorum.’
“Ya!” diye çıkıştım. “Sapık mısın sen? Beni içiyorsun ha? Üstelik, nerem zehir benim?”
Birkaç saniye sessizlik oldu. “Anladım!” dedi sonunda. “Onu dinlememişsin. Çıkış şarkısını dinlemişsin. Oh!”
“Sen, neyden bahsediyorsun?” Evet, dediğim gibi ‘neyden bahsediyordu’? Başka bir şarkı mı vardı?
“Sakın kıpırdama, okula geliyorum!”
...
“Bakın, geri almam gerek diyorum. Çok önemli bir mesele var.”
Az önce özür dilemeye gelen adamı yakalamıştım, elbette. Adamcağız önümde iki büklüm olmuştu. Az önce olanların mahcubiyetini yaşamaya devam ediyordu. “Anlıyorum; ancak şimdi olmaz. Sınavın tamamen bitmesi gerekiyor. Kural böyle.”
“Nasıl saçma bir kural bu?” diye haykırdım. “Diskimi geri almak istiyorum!”
Hemen arkamda duran ve on saniye öncesine kadar beni yatıştırmaya çalışan Haru’nun sesi duyuldu. “Çok geç...”
Kyuhyun üzerine tam oturmuş kotu, siyah-kısa kollu gömleği, yeni yapılmış saçları ile bütün havasını metrelerce öteye salarak yanıma geliyordu. Şu meşhur, suratının yarısını örten, camlarının rengi aşağıdan yukarıya doğru koyulaşan gözlüğünü bir hamlede çıkardı. Diğer eli ise cebindeydi. Yüzünde okunabilir bir ifade yoktu; ancak bu bile kızların sağa sola devrilmesini önleyemiyordu.
İki adım ötemde durduğunda hafifçe gülümsedi. “Diski alabilir miyim lütfen?”
Şoka girmiş veya beynine çip yerleştirilip robota çevrilmiş –tamam bu fazla fantastikti- olan adam itaatkarca arkasını döndü ve çıktığı odaya girdi.
“Ne bu?” dedim. “Gördüğün gibi herkes fotoğraflarını çekiyor. On üç saniye içinde internetin her köşesinde olacağız.”
“Önemli değil,” dedi gerçekten önemsemeyen bir göz süzüşle. “Bir çalışan veya akraba olduğunu söyleriz.”
Tüm sesimi ve zekamı salarak, muhteşem bir cevap verecektim; elbette adam elinde sarı diskimle çıkıp gelmeseydi.
Kyuhyun diski cebine attı. “Teşekkür ederim.”
“Ne oluyor?” dedim, bu sefer adama çemkirmek için dönerek. “O benim diskim. Hırsıza yardım ve yataklık etmekten tutuklanabilirsiniz, bayım!”
Kyuhyun güldü. “Disk Eunhyuk hyung’un.”
Bazen benim de cevabımın olmadığı zamanlar oluyordu işte.
...
Haru tarafından zorla bindirildiğim arabada kollarımı bağlamış oturuyordum. Belki de, hayır belki değil besbelli 5 yaşında, annesini şeker almaya ikna edememiş bir çocuğa benziyordum. Alt dudağımı bükmüştüm ve derin derin nefesler alıyordum.
Kyuhyun ise bana hiç aldırış etmeden arabasını sürüyordu.
“Beni kaçırıyorsun. Bu da bir suç.”
Gözlerini tepkiyle büyüttü. “Bana suçlu muamelesi yapmayı bırakır mısın? Kendimi kötü hissediyorum.”
“Nereye götürüyorsun beni? Ben sana bir daha görüşmeyelim demedim mi?”
Gözlerini tekrar yola çevirdi. Son cümlemi pek beğenmişe benzemiyordu.
“Hem,” diye devam ettim. “O diskte ne olduğunu bilmeye hakkım var!”
“Vardı,” dedi. “Ama kaçtı.”
“Ne demek kaçtı? Çabuk geri ver onu bana!” diye haykırdım ve üzerine atladım. Sol cebine ulaşabilirsem, zafer benim demekti.
Kabul ediyorum, araba süren birinin üzerine atlamak pek de akıllıca bir davranış değil. Araba bir sağa bir sola sallandı ve sonunda güvenli bir şeritte durdu.
“Tanrı aşkına!” diye bağırdı Kyuhyun. “Ne yaptığını sanıyorsun? Ölecektik!”
Hemen bir kedi yavrusu gibi koltuğun köşesine sindim. İki kaza geçirmiş ve birinde çok ciddi tehlike atlatmış birine bunu yapmam çok aptalcaydı! “Özür dilerim.”
“Beş saniye içinde o kadar çok dua ettim ki neredeyse bir Choi Si Won oluyordum!”
Utanç içinde, kızaran yanaklarımı avuçlarımla kapatım. Gözlerim yanıyordu ve boğazıma bir yumru oturmuştu. Ağlayacak mıydım?
Kyuhyun bir saniyeliğine bana baktı ve sonra tekrar önüne döndü. “Tamam,” diye mırıldandı. “Üzülme.”
“Ama-” diyecek oldum...
“Seni affetmemin bir yolu var.” Sonra hınzırca gülümsedi.
DahiKyu’nun planlarından ölesiye korksam da az önce yaptığım şeyin sorumluluğunu üstlenmem gerekiyordu. “Evet?”
“Öncelikle,” diye başladı. Gülümsemesi büyüyor muydu, ben mi yanlış görüyordum? “Benimle yemeğe çıkman gerekiyor.”
“Peki,” dedim. Bunu kaldırabilirdim.
“İkincisi, bana ‘DansKyu’, ‘KomikKyu’, ‘GıcıkKyu’ değil ‘oppa’ diyeceksin.”
Bunu kaldıramazdım. “İmkanı yok!”
Geçmişi anıyor gibi, kafasını yana çevirdi. Üzüntü içinde kaşlarını çattı. “Biliyor musun? O kaza yüzünden bazen hala acı çekiyorum. Uykudan nefes alamadan uyandığım oluyor.”
“Tamam!” dedim. “Tamam, demeye çalışacağım!” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Cuma Tem. 01, 2011 12:01 am | |
| Yazar & Kurgu: Gökçe Özkan Kurgu: Berfu Şengün Wait There - 15. bölüm Kyuhyun aldığı cevaptan memnun olmuş, şirin şirin sırıtmaya başlamıştı. Telefonu çalana kadar, yani birkaç dakika boyunca da bu anın keyfini çıkarttı. Ancak arayan kişinin sözleri pek hoşuna gitmemiş olacak ki, kapatır kapatmaz yüzüme haykırdı. “Yeni madde: Thunder işini halletmek zorundasın!” ... Heechul beni öldüresiye süzen gözlerini, yanında duran çocuğa çevirdi. Super Junior’ın üst kattaki evinde tam da salonun ortasında öylece duruyorduk. Kyuhyun hemen arka çaprazımdaydı, karşımda ise Heechul ve Thunder vardı. Siwon ikili koltukta oturuyordu ve bir kolunu hemen sağında oturan Yesung’un omzuna atmıştı. Zaten evde başka kimse yoktu; ama nedense içimden bir ses ‘hepsi koşa koşa buraya geliyor’ diyordu. Haberler SJ ailesinde çok çabuk yayılırdı. “Seni kaçırdılar, eziyet ettiler, öldürdüler ya da ona benzer şeyler yaptılar zannettim!” diye olduğu yerde tepindi Thunder. Hemen ardından bana sarılmak için hamle yaptı ancak; Heechul onu tutmakta hiç gecikmedi. “Nasıl yani?” dedim. “Neden beni öldürmüş olsunlar ki? Tabii denememiş değiller ama...” Kyuhyun kolumu sıkıştırdığında çığlığı basmamak için dudaklarımı ısırmam gerekti. Thunder ikna olmamıştı. “Telefonlarımı açmıyorsun. Mesajlarıma bile cevap vermiyorsun!” “A-ah, evet.” “Bir de şu uşaklık meselesi var ki, aklımı en çok o kurcalıyor,” diye devam etti, sözümü keserek. Heechul bir adım öne atladı. “Ya! Ya! Uşaklık ile ne alakası var? Kız sınava çalışıyordu.” Sonra bana döndü. “Hatta o kadar çok çalışıyordu ki benim işlerimi bile yapamadı. Değil mi Bee-goon?” Kafama gelen ağır taşı yok sayarak Thunder’a döndüm. “Özür dilerim. Ama bu kadar endişelenmeni gerektirecek bir şey olduğunu sanmıyorum.” Thunder kafası karışmış bir halde yüzüme bakakaldı. Henüz tek kelime etmeyen Kyuhyun sahneyi devralmaya karar verdi. “Seninle konuşmamız gerekiyor sanırım,” diyerek Thunder’ı kolundan tuttu ve dışarıya sürükledi. Yesung gözlerini baygınca devirdi. “Gençler ne kadar kavga meraklısı oluyorlar böyle...” ... Parmaklarımın kenarlarındaki etleri öylesine kemirmiştim ki, ellerim bir cadınınkinkiler gibi sivrilmişti. Thunder’ın üzülmesini istemiyordum, gerçekten çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Stresimin farkında olan Siwon kaşlarını çatmış beni izliyordu. “Bir sorun yok, korkma.” “Ama,” dedim. “Neden dışarı çıkardı onu? Ne diyecek? Ne yapacak?” Siwon, Yesung’a döndü. “Hyung! Bee-yang senin yüzünden korkuyor.” Yesung memnun bir sırıtış sundu. “Ben bir şey yapmadım.” Sonra bana doğru eğildi. “Erkekler hep böyledir hayatım.” “Ah, oppa!” Beni öldürmek istiyordu herhalde. Siwon, “Öyle bir şey yok!” diye çıkıştı. “Kyuhyun kaba kuvvet seven biri değil, sadece konuşacaktır.” O sırada, bir süredir ortalarda olmayan Heechul, mutfak tarafından elinde bir paket jelibon ile yanımıza geldi. Benim yanıma oturup pakedi uzattı, ben istemeyince de umursamaz bir tavırla bir avuç jelibonu ağzına attı. “Anlaşma maddelerini deldiğini düşünmeye başladım. Bu hiç iyi değil.” Direk gözlerime bakıyordu. Şeker kokulu bir tehdit alıyordum. “Bir şey deldiğim yok. Baksana 5 kilo verdim!” diye çıkıştım ayağa kalkarak. Hatta bununla da kalmadım ve tişörtümü kaldırıp göbeğimi açtım. Siwon bir eliyle kendi, bir eliyle de Yesung’un gözlerini kapattı. “Aah, o maddeden bahsetmiyorum ben!” Henüz açıklamaya başlayacaktı ki evin kapısı büyük bir gürültü ile açıldı ve koridorun başında Eunhyuk ve Leetuk göründüler. Eunhyuk hoplaya zıplaya –ya da tekvando hareketleri yaptığını zannederek- yanıma kadar geldi. “Nerede o?” “Kim nerede?” dedim şaşkınlık içinde. Leeteuk da aynı şekilde; ama biraz daha hızlıca Eunhyuk’un hemen ardından geldi. “Thunder’dan bahsediyoruz. Duyduk ki evimize saldırı gerçekleştirmiş. Haberi alır almaz geldik.” “Evet!” diye haykırdı Eunhyuk. “Ayrıca diğer üyelere ve Lee Soo Man öğretmene de haber verdik.” Yesung ve Heechul aynı anda kahkaha atmaya ve yerleri yumruklamaya başladılar. Gözlerimi kocaman açtım. “Lee Su- NE?!” ... Kyuhyun depresif bir tavırla içeri girdi ve yerde yan yana dizilmiş bizlerin yanına çöktü. “Eee?” dedi Leeteuk sabırsızca. “Ne konuştunuz?” Kyuhyun omuzlarını kaldırdı. “Önemli bir şey değil.” “Biz burada meraktan ölüyoruz. Sen önemli bir şey yok mu diyorsun?” Neredeyse hava kararmıştı ve gerçekten onu beklemekten telef olmuştuk. Tabii bu arada iki kez yemek sipariş etmiş, oyun oynamış, dans etmiş ve ölesiye eğlenmiş olabiliriz. Tüm grup, lidere onay verircesine kafasını yukarı aşağı salladı. Kyuhyun etrafı süzdü ve sonra, “Ya! Gerek olduğunda bir araya gelemeyen grup neden şimdi aynı salonda acaba?” diye bağırdı. Yeni albümle birlikte eve geri taşınan Kibum bile aramızdaydı. Sadece askerde olan Kang-in ve şirketi terk eden Hangeng yoktu. Tam olarak, benimle birlikte, 12 kişiydik. Rüyalarımda görsem inanmayacağım bir manzara ile karşı karşıyaydım. Super Junior üyeleri, tamamen günlük kıyafetleriyle ve makyajsız halleriyle; birbirlerine pis pis şakalar yapıyor, birbirlerinin sırtını ovalıyor veya merakla benim geçmişimle ilgili sorular soruyorlardı. Kafamda kurduğum muhteşem/kusursuz SuJu’nun birkaç ayda yerle bir olup, yerine ailem olan SuJu’nun gelmesinden ölesiye memnundum. Hayatım boyunca şanslı olduğumu düşünmemiştim; ama sanırım artık öyleydim. Onlarla olmak paha biçilemezdi. İlk defa, Heechul’a minnettar hissediyordum. “Bee-goon ile aranızda ne var sizin?” diye haykırdı az önce kendisine iyi duygular beslemeye başladığım adam, ayağa kalkarak. “Çabuk konuş Kyuhyun-ah!” Artık o kadar da sevecen düşünmüyordum sanırım. -------------------------------- Finalden bir önceki bölümdü bu, biliyorsunuz. Bittikten sonra I'll Be There'i yazmayı planlıyorum; ancak zaman bulabildiğimde başlayacağım. Doğru Kişi tam hız devam edecek. Arada ilham durumuma bağlı olarak one-shot'lar çıkabilir. Öylesine, 'Kore'ye gitmiş ve yaramaz Heechul tarafından grubun içine karıştırılmış bir kız' fikrinden yola çıkarak yazdığım hikayeyi, gurur duyarak bitiriyorum. (Tamam arada bazı çürük bölümler olabilir, çaktırmayın.) Wait There'i bu kadar aydır okuduğunuz, sevdiğiniz, beklediğiniz ve takip ettiğiniz için teşekkür ederim. http://waitthereforme.blogspot.com/Hikayelerimi buradan da okuyabilirsiniz. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Çarş. Tem. 06, 2011 7:20 pm | |
| Yazar & Kurgu: Gökçe Özkan
Kurgu: Berfu Şengün
Wait There - 16. Bölüm (Final)
“Tabii ki bir şey yok! O nasıl soru?” Ayağa fırlamıştım.
Arkamda kalan Kyuhyun sinirle çıkıştı. “Elbette var!”
Heechul öylece baktı. “Karar verin.”
Üyeler tenis maçı izler gibi bir o tarafa, bir bu tarafa bakıyorlardı. Bazıları Heechul’a katıldığını belirtiyordu. Açık konuşmamız gerektiğinden bahsediyorlardı.
Kafamı Kyuhyun’a çevirdim. “Ne var aramızda? Neyden bahsediyorsun sen?”
Kyuhyun kızaran yanaklarını yere eğdi. Bir cevap vermedi.
“Aaa! Bir cevap bekliyoruz ama!” Sungmin oturduğu yerden söyleniyordu.
Heechul ayağını yere vurdu. “Kyuhyun utanmış bir domatese dönmek üzere. Ne yapmalıyız?”
“Ben,” dedi Kyuhyun kafasını kaldırmadan. “Thunder’a dedim ki...”
Eunhyuk, “Thunder’ı mı sorduk şimdi!” diye çıkıştı.
Kyuhyun onu duymamış gibi konuşmasına devam etti. “Endişelenmene gerek yok. B.’nin başına bundan sonra bir şey gelmeyecek. Çünkü ben onu koruyacağım.”
Salondan büyük bir uğultu koptu. Belki de sadece benim kulaklarım uğulduyordu. Duvarlar görünmüyordu, üyeler görünmüyordu. Oda öylece dönüyordu. Odakta Kyuhyun vardı, itirafı ile birlikte.
“Aish!” dedi Heechul yerine oturmadan hemen önce. “Böyle olacağını biliyordum.” Sonra cam boyuna baktı. “Siwon, Bee-goon’u evine götür en iyisi.”
Elimin sertçe kavrandığını ve çekildiğini hissettim. Neler olduğunu henüz çözememiştim ki, “Ben bırakacağım,” haykırışı kulaklarımda çınladı.
Heechul gözlerini devirdi. “Evin içinde drama çevirme lütfen. Sizin birlikte olmanızın imkanı yok.”
Birlikte olmak? Rüya mı görüyordum? Benim aklımdan bile geçirmeye korktuğum kelimeleri nasıl bu kadar kolay dile getirebiliyordu?
“Neden olmasın?” diye sordu hala elimi sıkı sıkı tutan adam.
“Neden mi? Hayranlar onu yok eder. İşte bu yüzden.”
Kyuhyun beni arkasına çekti. “Dedim ya, ona bir şey olmasına izin vermeyeceğim!”
“İyi,” dedi pes eden Heechul. “Nasıl biliyorsan...”
...
Yol önümde akıp gidiyordu, ağaçlar iki yandan hızla yok oluyordu. Arabanın içinde sesi duyulmayan, gözle görülmeyen bir elektrik akımı vardı. Kalbim kafesinden çıkacakmış gibi çırpınıyordu. Gözümü çevirip soluma bakmaya bile korkuyordum. Beynimde aynı sorular dönüyordu. Neler söylemişti? Neler yapmıştı? Biri bana büyük bir şaka yapıyor olmalıydı.
“Özür dilerim,” diye mırıldandı sonunda, gözlerini yoldan ayırmadan.
Dudaklarımın birbirinden ayrılabileceğinden şüpheliydim; ancak cevap vermeye çalıştım. “Ne için?”
“Evde,” dedi. “Herkesin içinde öyle konuşmamalıydım. Seni utandırmış olmalıyım.”
“Utanmadım!” diye çıkıştım. Sonra, yüzünü gördüğüm için vücudumun heyecan içinde titrediğini hissedip camdan dışarı baktım. “Sadece şaşırdım.”
Elini cebine atıp sarı harici diski çıkardı ve bana uzattı. Sabah kendisini öldürme girişimime rağmen vermediği diski, şimdi kuzu kuzu elime teslim ediyordu. Hızla kapıp, çantama attım. Bu fırsatı kaçıramazdım.
“Eve gittiğinde mutlaka dinle,” dedi. Sonra baş parmağını tehdit edercesine salladı. “Bu son şansın ama.”
“Peki,” dedim uslu bir çocuk olarak.
...
Birlikte arabadan indik ve apartmanın bahçesini tek kelime etmeden geçtik. Buraya kadar her şey, eskisinin aynısıydı. Zile basardı, sonra ben merdivenlerden çıkıp, gözden kaybolana kadar öylece beklerdi. Ben ondan önce davranıp zile bastığımda, farklılıklar burada son bulacak sanmıştım.
Ta ki Kyuhyun eğilip dudaklarını dudaklarıma bastırana kadar.
Yumuşak bir öpücük ve şirin şirin, utanmış bir gülümseme... “İyi geceler.”
“İyi- iyi geceler,” diye kekeledim ve kafamı eğdim. Kapıdan girip, ardıma bile bakmadan apartmanın merdivenlerin tırmanmaya başladım. Elmacık kemiklerim ölesiye yanıyordu. Tüm bedenim karıncalar içindeydi. Utancımdan merdivenin korkuluklarına bile dokunamıyordum.
...
Kendimi eve attığımda hala yanaklarımı avuçlarımın içine almış şekildeydim. Birkaç kez yerimde zıpladım; ancak çığlık atmamak için tişörtümü ısırmam gerekti. Bilgisayarın açılmasını beklerken etrafta koşturup oraya buraya sarılıp, ne kadar mutlu olduğumu anlattım. Buzdolabını öpmüş bile olabilirim. Neyse ki, Haru evde değildi. Bir deli olduğuma, bir kez daha, inanırdı.
Diski bilgisayara takıp, ne kadar geç açıldığına dair kendi dilimde bir şeyler mırıldandım. Sonunda açıldığında, içeride gerçekten bir şarkı daha olduğuna şahit oldum. İki tık ve o sözler...
Sadece Kyuhyun’un sesi vardı şarkıda. Arkaplanda ne bir enstrüman sesi, ne de başka bir vokal vardı. Nefes alış verişlerini bile ince ayrıntısına kadar duyabiliyordunuz.
Aşk-ı ilan? Belki. Bu şarkıyı tanımlayabilecek sözleri bulabileceğimi zannetmiyordum. Öylesine güzel ve etkliyeyiciydi ki... Gözlerimden yaşlar süzülürken, anlamadığım kelimeler için sözlüğün yerini düşünmeye başlamıştım. Planım da hazırdı: Sabaha kadar defalarca dinleyecek ve hatta ezberleyecektim.
Sonra aklıma düştü, ya gitmediyse? Pencerenin yanına yaklaştığımda arabasının hala orada olduğunu gördüm. Hiçbir şey düşünemeden kapıyı açtım ve merdivenleri sanki düz yolmuş gibi hızla indim. Dış kapıyı gürültülüce araladığımda, bahçe çiçeklerini inceleyerek zaman geçirmeye çalışan Kyuhyun da dikkatini bana verdi.
“Ne oldu?” dedi, endişe içinde.
“Sen—gitmemiş miydin?”
“Nasıl gidebilirim, aptal?” Gülümsüyordu. “Senden bir cevap almam gerekiyordu.”
Ben de yapmam gerekeni yaptım ve koşup kollarımı boynuna doladım. Yeniden gözyaşlarımın akmaya başlamasını bekledim. İstesem de durmayacaklardı ki.
“Seni hiç sevmiyorum! Biliyorsun değil mi?”
“Ben de seni hiç sevmiyorum, hem de hiç!” diye cevap verdi, birkaç saniyenin ardından.
Yüzünü görebilmek için geri çekildim. Eğer göremezsem anın gerçekliğini anlayamayacaktım. Göz göze geldiğimizde muhteşem gülümsemesi vardı yüzünde.
“Gerçekten mi?” diye sordum.
“Gerçekten,” dedi veyavaşça dudaklarıma doğru eğildi.
İkinci kez mutluluğun ayak tırnaklarımdan vücuduma yayıldığını hissediyordum. Islak yanaklarım onun yanaklarını da ıslatıyordu. O eğilmişti, ben ise parmak uçlarımda yükselmiştim. Her şeyimiz gibi boyumuz da birbirine uymuyordu. Yine de biz, bu şekilde iyiydik. Değil mi? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Salı Eyl. 06, 2011 5:07 pm | |
| Yazar: Gökçe Özkan (Panic!) Wait There - Özel Bölüm 1 Koridorun sonundaki odadan garip sesler geliyordu. Birisi horoz ve kurt arası bir mitolojik hayvanın taklidini yapmaya çalışıyormuş gibiydi. Zeus’un şimşeğini hemen şimdi indirmesini diledim, çünkü ses her adımda katlanılmaz şekilde artıyordu. Soran gözlerle yanımda yüyüyen Kyuhyun’a baktım. Geçenlerde beni sevmediğini söyleyip yüzyılın en iyi öpücüğünü verdiği için elimi tutuyordu. İşte, hala bir kez bile bu kelimeyi ağzıma alamamış da, o benim ‘sevgili’mdi. Yani, sanırım. Bir süs köpeğinin tasmasıymış gibi tutuyordu elimi. Özen, sıfır! “Yine Eunhyuk hyung olmalı,” dedi iç geçirerek. “Evde de böyle. Gün doğumundan itibaren bu sesleri çıkarmaya başlıyor. Onunla programlarımızın aynı olmaması için kutsal ayinler düzenliyoruz.” “Ayin?” diye sordum. “Kaderi değiştirmek ve kötü ruhları kovmak için.” Sonra kısık sesli bir kahkaha attı. “Of!” dedim. “Hep dalga geçiyorsun benimle zaten.” Beyaz kapının önüne vardık. Kyuhyun benden iki adım önden yürüdüğü için, kapıyı açma işi de ona kaldı. Uzun cüssesinin ardından görebildiğim kadarıyla, bulutlu pratik odasının ortasında sarışın bir maymun oturuyordu. Bağdaş kurmuş ve pembe tişörtünün etekleriyle gözlerini kapatmıştı. Bağırıp duruyordu. Arada insan dilinden bir şeyler de söylüyordu. Bazen kendi tükürüğünü yutamadığı için öksürük kriziyle yere düşüyor, sonra kalkıp ağıtlarına devam ediyordu. Kyuhyun müzik setinin olduğu tarafa geçip, odadaki tek sandalyeye oturdu. Ben ayakta dururdum zaten, sorun değil. “Ne oldu?” diye sordum, Eunhyuk’un yanına yaklaşırken. Eunhyuk tişörtünü yüzünden çekti ve bana baktı. “Ağlıyorum,” dedi, kendini acındırmak isteyen bir ses tonuyla. “Ağlamıyorsun,” dedim gözlerimi devirerek. “Yüzün kupkuru.” Ellerini yüzüne götürdü, sonra da tişörtüne baktı. “O zaman, ağlamaya çalışıyorum!” diye çevirdi cümlesini. “Saçların yüzünden mi?” dedim. “Evet, duymuştum açıcı saçı çok yakıyormuş. Bu kadar sarı olması için de bayağı-” “Ondan değil!” diye sözümü kesti Eunhyuk. İki büklüm olup, yine ağlama sesleri çıkarmaya başladı. Birkaç saniye sonra hiçbir şey olmamış gibi kafasını kaldırdı. “Ben en son sevgilimin adını bile hatırlamıyorum; ama grubun yarısı evlenmeye hazırlanıyor. Haksızlık!” Kyuhyun, “Sadece Shindong hyung evlenmeye hazırlanıyor,” dedi kayıtsızca. Hatta elindeki telefondan gözlerini bile kaldırmamıştı. Kesinlikle oyun oynuyordu. Eunhyuk bu sefer kendini yere attı. Boylu boyunca uzanmış, bağırıyordu. “Lee Soo Man öğretmen sizin çıkmanıza nasıl izin verdi ki? O kimseye izin vermez!” “Bunu hayranların uydurduğunu sanıyordum,” dedim. “Öyle,” diye cevap verdi Kyuhyun da. “Çıkmaya izin var; ama bunu medyaya çaktırmaya izin yok.” Eunhyuk yerde birkaç kez döndü ve benden uzağa gitti. Sonra yine dizlerimin dibine kadar geldi. “Ben de istiyorum!” diye söylendi. “Ben de bir sevgili istiyorum!” ... “Eunhyuk’la birlikte çekimlere git ve ona bir sevgili bul. Yoksa akşam, bir domuz yerine onu yiyeceğiz.” Yüce Heenim Mesajı bir kez daha ve bir kez daha okudum. Kyuhyun’la sevgili olduğumuzdan beri verdiği işler daha mı zor oluyordu, yoksa ben mi yanlış anlıyordum? Kafamı kaldırıp, yanımda oturan Eunhyuk’a baktım, dışarıyı izliyordu. Dudakları büküktü. Hala ağlamaya çalışmak istiyor gibiydi. “Çekimlere birkaç SHINee üyesinin de geleceğini duydum,” dedim sessizliği bozmak için. “Yine yalnızım,” dedi. “Üyelerden ayrı programlarda yer alıyorum. Bir kız arkadaşım da yok. Hatta bir kedim bile yok!” “Bir köpeğin olduğunu sanıyordum.” Arabanın ani freniyle yerimizde sallandık. Balta girmemiş bir ormanın ortasında gibiydik. Ne ara Afrika’ya gelmiştik yahu? Dışarı çıkıp etrafa bakındım. Kameralar, çekim ekibi, makyözler, sanatçıların kocaman arabaları ve alabildiğine yeşillik vardı karşımda. “Burada onlarca insan var, birini elbet ayarlarsın. Olmazsa ileriden bir dişi ayı bul kendine. Ben geri dönüyorum!” diyerek arabaya geri dönmeye çalıştım. Eunhyuk henüz arabadan çıkmamıştı. Beni ittirdi ve çıkıp, kapıyı kapattı. “Sen de mi beni terk ediyorsun?” “Dramatize ediyorsun,” diye söylendim. “Bir sürü böcek vardır burada. Üzerimde örümcek adamlar gezerken, muhteşem Korecemle ‘bir arkadaşım sizinle tanışmak istiyor’ mu diyeceğim? Delirdin mi?” “Tabii ki hayır,” dedi bir saniyeliğine içimi rahatlatarak. “Ne kadar harika bir insan olduğumdan, muhteşem kişiliğimden ve yakından ne kadar iyi göründüğümden bahsedeceksin.” Baktım kaldım. “Gidip ona buna seni mi öveceğim yani?” Kafasını aşağı yukarı salladı. Tam kapıya dönmüş, siyah kola ulaşmaya çalışıyordum ki telefonum titredi. “Eğer yapmazsan, seni de kahvaltıya saklayacağız.” Yüce Heenim ---------- Kısa olduğunu biliyorum. Ama Wait There bölümleri böyle oluyor işte. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Wait There Salı Eyl. 06, 2011 5:07 pm | |
| Yazar: Gökçe Özkan (Panic!)
Wait There - Özel Bölüm 2
“Kaç yaşına geldin, neden benden yardım istiyorsun ki?” diye söylene söylene çekim ekibinin yanına doğru ilerledim.
Eunhyuk’un hiç umrunda değildi benim ne konuştuğum, elbette. Tişörtünün kollarını düzeltiyor, sarı saçlarını savuruyor, çekici tavırlar sergilemekle uğraşıyordu. İşe yaramıyordu, ayrı mesele; ama çabası tebrik edilesi cinstendi. Bizden önce varmış olan makyaj ekibi, ellerinde koca çantalarla yanımıza geldiğinde ve yüzüne kadınsı makyaj malzemelerini sürdüklerinde bile havasından bir şey eksiltmiyordu.
Arkadan tekerlek seslerinin geldiğini duyunca dönüp o tarafa baktım. Büyükçe, beyaz bir araba ve içinden inen genç kızı gördüm. Etraftaki diğer ünlüler gibi eşofman giymişti. Saçlarını arkadan at kuyruğu yapmıştı ve herkese şirin şirin gülücükler dağıtıyordu. Bir şekilde tanıdık geliyordu, çıkaramıyordum.
“O kim?” diye sordum makyözlere.
“Kim?” dedi biri, ikisi de dönüp baktılar.
Tabii o sırada yüzünden fırça darbeleri eksilen, resim tuvali Eunhyuk da meraklandı ve kafasını çevirdi. Belki beyninden vurulmuşa, belki boğazından sıkılmışa dönmüştü. Çünkü o sırada yüzü acı çekiyormuşçasına ekşimişti. Sanki biraz daha abartsa -ki bunu hiç üşenmeden yapabilirdi- yere düşecek ve otların arasında yuvarlanmaya başlayacaktı.
“O,” dedi. “Buldum onu!”
“Neyi,” diyecek oldum; ancak makyözler söze girdiler.
“GPA grubunun maknaesi, In Young. Endüstrinin ondan bayağı beklentisi var.”
“Doğru! Şu geçen yılbaşında çıkış yapan grup, değil mi?” Kafamı yukarı aşağı salladım. “Liderlerinin Kyuhyun’a asıldığını düşünüyorum. Hem ne biçim isim o? Perfect Girls’ Attack? İlk idollerin isimleri gibi. ”
Makyözlerden biri ‘yok artık’ der gibi başını sala sola salladı, diğeri benimle hiç ilgilenmiyordu zaten. Eunhyuk ise bir ton fondötenin etkisiyle heykele dönüşmüş olmalıydı. Çünkü elleri kalbinde, öylece kalmıştı. Baktığı yer ise, tabii ki arabasının önünde yönetmen ile konuşan In Young’du.
“Buldum onu,” diye mırıldandı tekrar. “Aradığımı buldum!”
...
“İmkanı yok,” dedim. “Aşık olmak istiyorsun diye önüne çıkan ilk kızdan hoşlanamazsın. Bu çok saçma. İki günde biter tüm ilgin.”
Eunhyuk dramatik bir tavırla yukarı kaldırdı kafasını. Gökyüzüne, çok uzaklara bakıyor gibiydi. “Bu kaderin bir oyunu olmalı. Anlamıyor musun? Sırf onu bulabileyim diye bu çekimlere gelmeyi kabul etmişim meğer.”
“Menajerin kabul etti.” Onunla uğraşmanın imkanı olmadığını, yeni yeni hatırlıyordum. “İyi de, tanışmadın bile henüz!”
Kocaman gülümsedi. “Tanıştım! Su aldım ona az önce!”
“Ve?”
“Gözlerimin içine bakıp, teşekkür etti.”
“Vay canına!” diye haykırdım. “Tıpkı normal bir insan gibi davranmış!”
Asistanlardan biri çekim arasının bittiğini haber verince, konuşmamız sonlanmış oldu. Eunhyuk kalkıp minderlerin yanına gitti. Ben de telefonumu çıkardım. Yeni mesaj veya çağrı yoktu. Erkek arkadaşım beni zerre kadar umursamıyordu galiba.
In Young’un, yanındaki diğer ünlülerle muhabbet edip, şakalaştığını gördüm. Eunhyuk da hayran hayran onu seyrediyordu. Bu kadar delici bakışları nasıl fark edemiyor olabilirdi bu kız?
Avucumun içinde bir şeyin titrediğini fark edince, hızla yeşil tuşa bastım ve kulağıma götürdüm. Kyuhyun sonunda aramıştı işte!
“Hey, uşak! Nasıl gidiyor?”
Hayır, gayet sakindim. Hiçbir yeri kırmak, parçalamak veya ateşe vermek istemiyordum. “Heechul-sshi. Neden Kyuhyun’un telefonundan arıyorsun?”
“Aah, benimkinin faturası çok geldi,” dedi çok dertliymiş gibi. “Biliyorsun Kyuhyunie de program falan yapıyor, çok kazanıyor bu aralar.”
“Sen de solo albüm yaptın ama,” diye mırıldandım. Sonra, “Ee, neden aradın?” diye çıkıştım.
“Ya!” diye bağırdı ve telefonu kulağımdan uzaklaştırmama sebep oldu. “Benimle böyle konuşamazsın. Anlaşma kurallarından birini ihlal ettiğinde, yeni kurallar koymuştuk hatırlarsan.”
“Evet,” dedim itaatkar; ama aynı zamanda isyankar bir ses tonuyla. “‘Heechul’a hesap sormayacağım.’ Eunhyuk aşık oldu bile.”
“Bu çok iyi!” dedi karşıdaki ses. “Git kızı ayarla ona. Zamanı gelmişti zaten.”
...
In Young arabasına binmeye hazırlanıyordu. Karanlıkta pek seçemesem de, deniz feneri gibi sarı saçlarıyla etrafında gezinen kişi Eunhyuk olmalıydı. Biraz yağmur atıştırdığı için çamur olan toprakta bata çıka yanlarına ilerleme başladım. Yaklaştıkça anladım ki, In Young menajeri ile programının geri kalanını tartışıyor, Eunhyuk ise elindeki telefonda bir şeyler yapıyormuş gibi davranıp, aslında onları dinliyordu. Aklınca ‘bak, seninle ilgilenmiyorum’ pozları veriyordu.
“Gidelim mi artık?” diye seslendim sarışına. “Acıktım ben.”
Benim sesimi duyunca, kız da dönüp ona baktı.
Eunhyuk gülümsedi. “Ah, tabii. Sana EN PAHALI etten ısmarlayayım. Gidelim mi?”
Öleceğim, dedim içimden. En pahalı eti hayatında kendi yemiş mi acaba? | |
| | | | Wait There | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|