Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

.
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Yamuk Prenses

Aşağa gitmek 
2 posters
Sayfaya git : Önceki  1, 2
YazarMesaj
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeSalı Ağus. 28, 2012 11:49 pm

Konunun ilk mesajı :

Yamuk Prenses - Tanıtım

Yazar: Asude

Tür: Komedi, Romantik


Tanıtım...

Park Han Ah iyi eğitimli, düzenli, başarılı, zeki ve iş bitirici bir kız. Biri bunları söylerse sakın inanmayın! Eğer siz saydığımız bu özelliklerden en az birine sahipseniz en fazla 5 dakika bu kıza tahammül ederseniz demektir.

Çünkü Han Ah’ta bu özelliklerin değil bir kısmını, izini bile göremezsiniz.O; bencil, ukala, çıtkırıldım, ağzına kadar şımartılmış, sosyal medya ünlüsü, facebook güzeli, meziyetsiz sosyete ikonu, sol eline bile oje süremeyen bir sağlak, retweet edilmeyen twitler için bile gözyaşı dökecek bir ağlak, 10 yıl sonra nerede olacağı muğlak, hayatı yapaylık üzerine kurulu genç bir kız.

Evet o bir prenses… Şimdilik!

İyi bir ailesi ama ondan önce zengin bir babası var. İnşaat firmaları, filolar, çiftlikler, AVM’ler, internet satış mağazaları olan zengin ailesi bir gün bir kazada ölürlerse ve her şey tek varis Han Ah’a kalırsa ne olur dersiniz?

Peki tepesinde dikilip her şeyi ele geçirmeye kararlı bir mafya patronu da olursa?


Kim Sae Jun Kore’nin başarılı genç girişimcilerinden biri. İş adamı mı? Ah hayır! O bir mafya babası. 30 yaşında ve Kore’nin en çok korkulan ikinci ismi. Birincisi mi ? Kuzey Kore Lideri Kim Jung Un tabi ki.

Yıllardır intikamını kolladığı Park Holding’in sahibi ölünce nihayet Sae Jun’a da sahalara inme, oyununu gösterme ve neticede golü atma fırsatı doğar. Hiç ummadığıysa milyarlık şirketlerin başındaki ufak tefek ama dibine kadar cırtlak bir kız olan Han Ah’tır.Yıllardır beklediği milyon dolarlık servete sahip olmasının önündeki tek engel olan bu şımarık kızı alt etmek gerçekten de çocuk oyuncağı mı?

Şiddetin ve nefretin tavan yaptığı bir komediye hazır mısınız? Kim kimi dize getirecek acaba? Belki de üç harfli bir kelime, alfabeleri aşan bir duygu ikisini dize getirir?

Karakterler: Han Ah (Esas Kız), Sae Jun (Esas Adam), Hayla (Sae Joon’un uzatmalı şarkıcı sevgilisi), Sang Woo (Şirket çalışanı), Büyükbaba, Eun Mi (Han Ah’ın arkadaşı)

(Han Ah - Wee Na'nın kızı olan değildir.. Kore isim bulma en çok sıkıntı çektiğim konu olduğundan sevdiğim bir isim olan Han Ah'ı verdim SmileSmile Umarım beğenirsiniz..)

Yamuk Prenses Yakında!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek

YazarMesaj
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:00 am

Yamuk Prenses - 25. Bölüm
Yazar: Asude
Tür: Romantik Komedi

25. Bölüm...

“İster misin Han Ah şiii.. Oynar mısın bu reklamda?” diye sormuştu Kyu.

Han Ah o an hiçbir şey düşünmeden atladı ve “Elbette oynarım. Ah Kyu şii benden başka kimse o rolü oynayamaz” diyip keyifle cevap verdi.


Ardından kendi kendine fısıldadı:“Yeni bir yıldız doğuyor, Kore’nin bağrından kopan muhteşem güzellik büyük yetenek: Park Han Ah” dedi ve elini havaya savurup abartılı bir kahkaha attı.

******

“Bu kadar komik olan ne?” diye soruyordu Sae Jun.

Ahh o elleri belimde hissedince ancak, Los Angeles’taki Kodak Tiyatrosunda Oscar alırken evin salonuna ışınlandım. Tam Brad’le ayak üstü sohbete dalıyordum ki kocamın maharetli elleriyle uyanmıştım. Evimin kadını, çocuklarımın anası, mafyamın Yamuk Prensesi olarak ona aşkla baktım ve “Hiççç” dedim.

Elbette Sae Jun benim kariyer merdivenime kurşun dökecekti. Ah nazar değmesin diye dökülen kurşunlardan değil tabiî ki. Bu yüzden “ilk anda” ona söylemedim. Durun hemen panik yapmayın kocama reklam yayınlanmadan demosunu gösterecek ve onun onayını aldıktan sonra yayın hayatına ve 70 milyona merhaba diyecektim.

Kollarında bir kedi gibi sırnaştığım kocamın boynuna sarılırken aklımdaki bir fikri de ona açtım. Kanepeye otururken de iyice yaklaşıp yanına kuruldum.

“Aşkım ev ne kadar sessiz değil mi?” diye sordum. Sae Jun belimden kavrayıp güçlü kollarıyla beni kucağına oturmuştu. Ama böyle dikkatimi dağıtırsan olmaz ki.

“Evet çok sessiz, şehrin dışındayız” dedi. Sanırım doğrudan konuya girmeliydim.

“Hı hıı, oysa bir park olsa, çocuklar olsa.. Oyun sesleri gelse..” diye konuşurken aklımdaki kreşi çizmiştim bile.

Sae Jun ve Han Ah’tan olan 6 çocuk.. Kreşin adı bile belli: “Mafya Kalpler Çocuk Yuvası” Ohhh nööövv. Ben ki dünya barışı içi Sınır Tanımaz Twitçiler grubunun bir üyesiyim; bu barışı kendi ellerimle pardon kendi yumurtalarımla baltalayacak bir eyleme girişemezdim.

Çocuklarımız Yurtta Barış dünyada barış Sicilya’da Barış düsturuyla yetişeceklerdi. O kreşin adı da olsa olsa “Evli, Mutlu, Çocuklu” gibi bir şey olması gerekirdi.

“Çocuklar mı?” diye üsteledi bu sırada Sae Jun.

“Evet çocuklar…” diye konuştuğum halde bana kayıtsızca bakıyordu. Ahh, çocuk yapmanın mutfağından bıkmayan bir adam iş fırına keki vermeye gelince bir anda kaçıyordu o mutfaktan. Hayır Sae Jun o çocuklar doğacak ve sen Eski Mafya Babası Yeni Aile Babası olacaksın!

Yüzümde palyaço gülüşüyle kocama bakıp sırıttığım halde anlamamış olacak ki devam etti: “Çocukları sevdiğini bilmezdim” dedi.

“Sen sevmez misin?” diye sazan dalışı yapıp ondan gelecek cevabı ölümcül bir sessizlikle bekledim.

“Ben mi? Bilmem.. Çocukları düşünmek aklıma geldi.”

Yapmak peki? Ah beee Çakma Sicilyalım tamam dahisin, zekisin, çekicisin, seksisin, ah mükemmelsin, hem de karizmatik, bir de yakışıklı, boylu poslu… Sahi bu cümleyi nereye bağlayacaktım? Haaahh.. Üstün özelliklerin bazen dumura uğruyor sanırım. Çocuk sevdiğimi söylememin ve bu 18 yaş altı muhabbetinin niçin yapıldığını anlamayacak kadar üstün özelliklerin işlevini yitiriyor sanırım. Oysaki önemli olan boyutu değil işlevi!

Artık konuya direkt girmezsem 23 nisana kadar olayı götürecek en son çocuk bayramını da kutladıktan sonra yatışa geçecektik. Direkt dalmaya karar verdim.

“Peki kendi çocuklarını düşünmeye başlamanı söylersem” diye sordum bu sırada. O ise tvdeki bir açık oturumu izliyordu.

Cümlem üzerine hızla bana döndü ve yüzündeki şaşkınlığa gözlerimi dikip geçmesini bekledim.

“Kendi çocuklarım mı? Yoksa.. Han Ah sen hamile misin?” diye sordu. Aynı hızla da kaşları çatıldı ve kumanda elinden kayarken elini alnına götürüp sinirle ovuşturdu. Ona değilim diyerek kızacaktım ki konuşmayı sürdürdü.

“Ne zaman, nasıl… İnanamıyorum. Neden bana danışmadın? Niye tek başına bu kararı verdin” dedi gür sesiyle.

Onun bu yapay kaosunu izleyip aynı sinirle kocama baktım. Hamile değildim ama ola da bilirdim. Ne yani öylece durup o zavallı fetüsü karnımda psikolojik buhrana mı uğratacaktı. Ah orda dur çakma Sicilyalı…

“Sevinmedin yani” diyerek üsteledim.

Hamile olmadığımı ona sonradan da söyleyebilirdim. Şimdi yapmam gereken onun bu krizi yönetmesini beklemekti. Tüm yorganı yakacak mıydı yoksa zavallı küçük piremle yaşamasını öğrenecek miydi?

“Sevinmedim elbette. Hayatımız ortada. Bu tehlikenin içine o şeyi, o, o küçük varlığı nasıl koyabiliriz.. En azından bana biraz zaman vermeliydin.” Diye konuşup gözlerime bakarken onu ilk kez bu kadar panik halde gördüğümü anladım. Sevinmemişti işte kendi ağzıyla söylemişti.

Kollarımı göğsümde birleştirip sinirle baktım ve “Korkma bu kadar. Hamile değilim.” Deyip odadan çıktım. Benim zavallı küçük meleğim düşüncede bile kabul görmemişti. Babası olacak o mafya müsveddesine ise dünyanın tüm kreşleri, tüm anaokullarıyla dalmak istiyordum!


*****


Çocuk ha! Sae Jun bunu ilk duyduğu andan beri şok içindeydi. Han Ah sinirle odayı terk ederken de kızın arkasından öylece bakmıştı. Aile sevgisini görmüş herkes çocukları olsun isterdi. Sae Jun da nispeten sevecen bir ailede yetişmişti. Annesi küçük yaşta onları terk edince abisi ve babasıyla hayatını yaşamıştı. Babası zengin ve güçlüydü. O adama kadar: Han Ah’ın babasına kadar.

Zavallı adam onunla tanışınca karanlık bir dünyaya girmiş ve oğullarını da peşinden sürüklemişti. Sae Jun’un abisi Sae Hyun bu işlerden uzak durup Kore’den kaçmış ve Amerika’da okuyup yıllar sonra Kore’ye dönmüştü. Döner dönmez de evlenmiş ve babasının pis işlerinden ve tüm ailesinden bağını koparmıştı. 3 yıl sonra da oğluyla yaptığı trafik kazasında ölünce geriye gözü yaşlı bir eş ve sakat bir çocuk bırakmıştı.

Sae Jun ise ne evliliği, ne çocukları düşünmüştü. Abisinden önce ölen babasının kirli işlerini henüz 20lerin başındayken devralmış ve o koltuğa oturur oturmaz da hiçbir şeyleri olmadığını anlamıştı. Başkan Park öyle bir sömürmüştü ki geriye babasının izi bile okunmazken kendisi her şeyi sıfırdan kurmuştu. Tabi karanlık işleri sayesinde.

Sonra da intikam planını yapmış ancak planı o adam ölünce kızıyla evlenerek sonsuza kadar tedavülden kalkmıştı. Bu kopkoyu dünyaya bir çocuk getirme fikri ise karısının romantik bir fikrinden öteye gitmeyecekti. Abisinin oğluna, kendi öz yeğenini bile düşmanları görür endişesiyle yaklaşamazken karısına, çocuğuna nasıl bakacaktı. Bu düşünce genç adamı irkiltti ve yeniden “hayır” diye tekrarlayıp odadan çıktı.

Bunu uygun bir dille Han Ah’a anlatamazsa karısının küseceğini biliyordu. Sae Jun bunu göze almayacaktı.

Yatak odasına girince Han Ah’ın çarşafın altına girip sırtını döndüğünü gördü. Kendisi de yatağa girip kıza sarılırken Han Ah omzunu ittirdi ve “Başım ağrıyor” dedi.

“Daha özgün bir bahane beklerdim senden” diye cevap verdi genç adam ve kızın çıplak omzunu öptü.

Han Ah yeniden karşı koyunca Sae Jun elini hemen kızın altında kaydırıp onu kendine çevirdi. Naz çekmek bir Mafya Babasına göre fazla zahmetli bir işti.

“Beni anladığını biliyorum Han Ah. Çocuk fikri çok önemli bir karar… ”

“Çocuğumuz yerine o pis adamları ve silahları tercih ettiğin için sana ödül falan vereceğimi mi sanıyorsun?” diye sordu Han Ah. Çocuk fikrini bu dünyaya tercih etmesine kızmıştı.

“Bu karanlık dünyadan bir anda çıkamam. Eğer bana zaman verirsen yavaş yavaş uzaklaştığımı görürsün. Bunu seninle başlattım. Seninle evlenip sana aşık olunca ilk adımı attım. Ama çocuk 2. Adım değil, 3 de, 4 de değil… O çok sonra olmalı Han Ah… biz daha aramızdaki sorunları çözemiyoruz ve sürekli atışıp duruyoruz. Koskoca yer altı dünyasını nasıl bir anda halledeyim” diye konuştu Sae Jun.

Kocasının bu samimi tavrı ve detaylı açıklaması Han Ah’ı o kadar mutlu etti ki yüzüne yerleşen gülümsemeyle kocasına baktı ve “Peki sanırım haklısın.. Sen nasıl istersen sevgilim” dedi ve kollarını adama doladı.

“Sen son günlerde çok değiştin. Hemen ikna oluyorsun. Kaygılanıyorum ama” diye ona takıldı kocası ve aynı anda uzanıp kızın üst dudağını dişleri arasına kıstırdı.

“Ah benim sana itaat etmemden hoşlandığını sanıyordum” diye cevap verdi Han Ah ve muzipçe gülümsedi.

“Yatakta değil” dedi Sae Jun ve karısını öpmeye başladı.

Ertesi gün Sae Jun sabahtan diğer şirketlerinin işleri için başka bir binaya geçerken Han Ah kendi iş yerlerine Kyu ve istemeye istemeye Yaen’i de çağırdı.

Kyu’nun oyunculuk teklifini kabul etmişti ve o gün ilk deneme çekimi için stüdyoya geçtiler. Kyu Han Ah’ı stüdyoya bırakıp kendi ofisine geçerken Yaen genç kızın yanında kalıp işleri koordine etti. Tabi birbirine düşman iki dişi kaplanın mücadelesi görülmeye değer olsa da Han Ah o kadını kıskandığı belli etmeyecek kadar akıllı davranmıştı.

Rol için kendisine verilen ceketli takım elbiseyi giyip sete girdi. Tamamen zevksizlik şaheseri olarak gördüğü kıyafeti alttan çekiştirip dururken Yaen kızın yanına geldi ve ne olduğunu sordu.

“Bu etek boyu biraz kısa” dedi Han Ah.

Mini etekli böyle bir kız şirkete gelip iş başvurusunda bulunsaydı onu gözünü kırpmadan kovardı herhalde. Yetenek mi? Ah bacaklarını göstermenin yetenek sayılacağı tek yer striptiz kulüpleri olurdu, Park Holding bunun için yanlış bir yerdi!

Yine de bu fikri Yaen’e söylemeyip ne aptal bir konsept olduğunu anlatmadı. Reklam tutulursa bu berbat fikirden dolayı değil tamamen Han Ah’ın yani kendisinin muhteşemliğinden olacaktı. Beyaz bir alanda birkaç tur atıp bezgince baktı. Çekimin bu aşaması bitmişti ve Han Ah’ın anlamadığı şeylerden biri de buydu.

“Bu sahneleri şirkette çekmemiz gerekmiyor mu?” diye sordu yönetmene.

“Şirketin dekorunun hazırlanması çok sürecekti. Sizi animasyonla alıp şirkete montajlayacağız. Yani holdinge gitmeden oradaki çekimleri tamamlamış olacağız” dedi yönetmen.

Montajlanmak fikri Han Ah’a nedense edepsizce gelmişken, edepsiz fikri de kocasını hatırlattı. Mini etek konusunda kısa bir anlaşmazlık yaşayabilirlerdi ama şirkette görünmeden çekim yaptıklarını söyleyince kocasının siniri geçecekti.

Sıradaki sahne bir bar sahnesiydi ve işte Han Ah’ın çözmesi gereken İzafiyet Teorisine eş değer bir sorun daha. Anlaşıldı: konsept yetenekli kızın kötü geçen mülakatla reddedilmesi ancak yeteneğinin fark edilmesi değil; kötü yola düşmüş bir kızın çıkış için Park holdinge gelmesiydi galiba!

“Bar sahnesi ne alaka?” diye sordu çekinmeden.

Yönetmen onu alayla süzerken cevap verdi.

“Kendinizi kızın yerine koyun, iyi bir okuldan mezunsunuz ama iş bulamıyorsunuz, her gün binlerce km yol yürümekten ve parasızlıktan bıkınca birkaç kadeh devirmek istemez misiniz?” diye sordu.

Hayır istemezdi. Tamam Han Ah hiç parasızlık çekmemişti ve parasızlık deyince de aklına sadece Afrikalılar geliyor olabilirdi ama yine de fikri saçma bulduğunu belirtmekten çekinmedi. Ayrıca Bar sahnesinin bir yerinde son derece yakışıklı genç bir adam gelip Han Ah’a bir şeyler soracak ve o da adamı tersleyecekti. Bu detaydan da hoşlanmasa da yönetmenin dediğine uydu ve mankenlik ajansından fırlamış genci azarlayıp gönderdi. Neticede bar sahnesi de çekilip çekimler tamamlanmıştı. Dediklerine göre geriye sadece montajı kalmıştı ve bu da yaklaşık bir haftalık zaman demekti.

Genç kız çok da içine sinmeyen çekimlerden dolayı yorgun düşmüştü ve günün geri kalanı için kendini zorlukla şirkete attı. Kyu’yu arayıp reklamda oynadığını kimseye söylememelerini ve montaj bitince de kendi onayını alıp yayına sokmalarını uzun uzun tembihledi. Neticede bu dedikleri olmazsa kendisiyle beraber Kyu’yu, Yaen’i, Yönetmeni de felakete sürükleyebilirdi. Yaen ve Yönetmen’i 3 evetle Sae Jun’un hedef tahtasına koymayı istese de Kyu ve kendisine yazık olabilirdi. Hoş kocasının artık kendisini öldürme planları yoktu ama yeniden dejavu yaşatmayı da istemezdi.

Akşama doğru da şirkete geçip Sae Jun’u aradı. Kocası biraz gecikeceğini ve eve gitmesini söylese de Han Ah onu çok özlediği için beklemeye karar verdi. Mesai bitip herkes çıktığı halde Çakma Sicilyalısı Henüz Sicilya topraklarında olduğundan birkaç güvenlikçiyle beraber ofisinde yalnız beklemeye başladı.

Koridordaki bir pc’nin başına geçip de twitterina bakarken bir süre sonra uzak kapıların birinde kocasını gördü. Bu adam aşık olunmak için özenle üretilmiş bir türün tek örneğiydi sanki. Geniş ve hızlı adımlarıyla yürürken ceketi rüzgarından havalanıyor ve dar gömleği açığa çıkıp tüm kaslarını gözler önüne seriyordu.

Sae Jun da Bir yandan telefonda birilerine kızarken Han Ah’ı gördü ve çatık kaşları yolunu bulmuş bir akarsu gibi ansızın düzelirken dudağının kenarına sıcak bir gülümseme yerleşti. Han Ah’ı gördüğü an keyfi yerine gelmişti. Gemilerinden birinin gümrük izninde problem çıkmış ve limanda bekletiliyordu. Bu haber için beceriksiz müdürlerinden birini azarlarken karısıyla göz göze gelince adamın suratına telefonu kapattı ve Han Ah’a iyice yaklaşıp onu çapkın gözlerle baştan ayağa süzdü.

Han Ah da kocasının boynuna asılıp tutkulu bir öpücükle onu karşılarken kalbi heyecanla çarpıyordu. Ah bu adamdan bir çocuğu olmadan ölüp giderse insan ırkına karşı kendini suçlu hissederdi. Bir araya gelmiş bir adet “Homo Perfectus” ile “Homo Adonis”in mükemmel uyumundan doğacak “Homo Verywonderus” bilim çevreleri tarafından nasıl da heyecanla karşılanırdı ama!

Öpüşmeleri bitince Sae Jun karısının yüzünü avuçlarını arasına alıp göz kapaklarını öptükten sonra elinden tutup çıkışa sürükledi.

“Bir dakika çantamı unuttum” diyen Han Ah hızla adamın elinden kayıp ofise koştu.

Sae Jun müstehzi bakışını kızın kalçasında gezdirip hayatına giren bu çılgın varlığa içindeki büyük aşkla bakarken ona el sürebilecek başka bir adamın varlığını düşününce de sinirle gerildi. Kuruntu yaptığını biliyordu ama Han Ah’ın başka biriyle yakınlaşması fikri -nedense- bir anda kalbine dolunca bu fikir karşısında ölümcül bir acı duydu. Aynı anda yoğun bir kızgınlık duyup o hayali adamı gözünü kırpmadan öldürebileceğini anladı. Zaten Han Ah böyle bir şey yapmazdı. Ona güveni tamdı!

Beraber eve geçerlerken de Han Ah havadan sudan konuşmuş ve çekime dair bir şey söylememişti. Holdingin reklamında kendisinin oynaması fikrinin ne denli harika bir fikir olduğunu Sae Jun reklamı izledikten sonra anlatacak ve büyük ihtimal o an sinirli olan adamı böyle yatıştıracaktı.

“Ee bugün hiç kavga ettin mi? Mesela kaç kişiyi dövdün?” diye muzipçe sordu Han Ah.

“Seninle evlendiğimden beri skorum hızla düşüyor, bugün de kimsenin çenesini kırmadım mesela” dedi Sae Jun aynı muziplikle.

“Tüm Kore mafya takımının benden duacı olması gerek o zaman, sayemde kemikleri koruma altında” diyerek sesli bir kahkaha patlattı Han Ah.

Yol boyunca da ona uzun uzun işlerini anlattı Sae Jun ve anlattığına göre dayak yiyenlerin hepsi bunu sonuna kadar hak ediyorlardı. Ayrıca Han Ah kocasının mafya içinde olsa bile asla masumları hedef almadığını biliyordu. Onun derdi kötülerleydi ve Sae Jun onları bertaraf etmezse onlar kocasına aynısını yapacaklardı. Yine de tehlikelerle dolu bu dünyaya çocuk getirme fikri pek de iyi bir fikir değildi. Han Ah doğacak bir oğlunun hayaliyle keyifle gülümsese de kocasına itaat edip onun istediği bir zamanda verecekti bu kararı.

Bir hafta çok çabuk geçtiğinde ise Han Ah gerçek bir heyecan yaşıyordu. Pazartesi Sendromu gerçek olmuş ve kocasının vereceği tepkinin korkusuyla dolmuştu. Neyse ki reklam yayında değildi ve eğer kocasını ikna edemezse de asla yayında olmayacaktı. Pazartesi beraber işe geçtiklerinde Han Ah yalnız kaldığı ilk fırsatta Kyu’yu arayıp kasetin akıbetini sordu.

Kyu Yaen’in özel olarak göndereceğini söylediğinde Han Ah kısa bir memnuniyetsizlik yaşasa da durumu kabul edip beklemeye başladı. Dediğine göre akşam üstü ellerinde olacaktı. Han Ah’ın gözü yolda kuryeyi beklerken sıkılıp Sae Jun’un odasına geçti.

Kocası Han Ah’ı görünce başını pc’den kaldırdı ve elindeki telefonu bırakıp kollarını uzattı. Han Ah bir an bile düşünmeden adamın kollarına atılırken Sae Jun onu kucağına alıp saçlarını okşadı.

“Keyfin yok gibi” diye sorduğunda da genç kız dudak büzüp bir şey olmadığını söyledi.

Sonra da elini adamın gömleği üzerinden kaslarına götürürken içinden kocasının çok kızmaması için dua ediyordu. Onu ikna etmek bile umurunda değildi artık. Sadece kendisiyle gurur duymasını ve yeteneklerini övmesini istiyordu. Belki bir aktris olmayacaktı ama kocasının gözünde gerçek bir yıldız olmak istiyordu. Adamın dünyasını, yaşam tarzını bile değiştirmesi ise Han Ah’ın içindeki aşkı güçlendiren en önemli şeydi. Bir de bu aşk için gereken çocuk doğarsa genç kızın tüm korkuları silinecekti.

Sae Jun karısın elini tutup dudaklarına götürüp keyifsizliğinin detaylarını öğrenecekti ki karşısındaki tv reklamına gözü kaydı.

Plazma ekrana bakarken Han Ah da kocasını bu kadar şoke eden şeyi merak edip o tarafa döndü ve aynı anda hızla adamın kucağında kalkıp ayakta dikildi.

Reklamda kendisini görüyordu. Karanlık bir bara bezgin bir halde giriyor ve mini eteğiyle birkaç tur attıktan sonra bir tabureye çöküyordu. Bu sırada yanına gelen yakışıklı bir genci azarlarken içtiği biradan sonra adamın üzerine atılıp onunla öpüşüyordu!

Han Ah ağzını bir karış açmıştı ve biten reklama rağmen televizyona gözünü kırpmadan bakmaya devam ediyordu. Bira reklamında oynadığını hayır oynatıldığını, enayi yerine konup muhteşem bir planla Yaen’in bu reklamı çektiğini anladı. Kalbi korkuyla çarparken aklı hala öpüşme sahnesindeydi. Lanet olsun böyle bir sahne çekmemişlerdi ve oynadığı şey kendi holdinginin reklamıydı ucuz bir bira reklamı değil! Öpüşen kişi de kendisi olamazdı, baştan aşağı bu reklamdaki kişi kendisi olamazdı hayır. Ancak o ekranda kendisini gördüğünü biliyordu. Üstelik kocası da görmüştü!

Genç kız o an vücudunu baştan ayağa sarsan bir endişeyle kocasına baktı ve Sae Jun’un öfkeden deliye dönmüş gözleriyle karşılaşınca elinde olmadan bir adım geriye sendeledi.

Bakışlarını kocasına sabitlemişken korkudan ölmek üzere olduğunu ve dudağını kanatırcasına ısırdığını fark etmeyerek konuştu.

“A-açıklayabilirim” diyebildiğinde ise Sae Jun ani bir hareketle yerinden fırladı ve karısına yöneldi!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:00 am

Yamuk Prenses - 26. Bölüm

Yazar: Asude


Tür: Romantik Komedi

Özet: Han Ah şirketin reklam filminde oynamak üzere Kyu'nun teklifini kabul eder ve Sae Jun'dan gizli çekimlere katılır. Kocasına reklam yayınlanmadan izletip onun onayını almak istemektedir. Ancak çektiği film birilerinin oyunuyla bira reklamına dönüşür ve tv'de yayınlanır. Sae Jun'la aynı anda reklamı izleyen Han Ah montajla konmuş öpüşme sahnesiyle bir anda şaşkınlığa uğrar. Tabi aynı zamanda kocasının gazabına!

****

26. Bölüm

Han Ah ağzını bir karış açmıştı ve biten reklama rağmen televizyona gözünü kırpmadan bakmaya devam ediyordu. Bira reklamında oynadığını hayır oynatıldığını, enayi yerine konup muhteşem bir planla Yaen’in bu reklamı çektiğini anladı. Kalbi korkuyla çarparken aklı hala öpüşme sahnesindeydi.

Lanet olsun böyle bir sahne çekmemişlerdi ve oynadığı şey kendi holdinginin reklamıydı ucuz bir bira reklamı değil! Öpüşen kişi de kendisi olamazdı, baştan aşağı bu reklamdaki kişi kendisi olamazdı hayır. Ancak o ekranda kendisini gördüğünü biliyordu. Üstelik kocası da görmüştü!

Genç kız o an vücudunu baştan ayağa sarsan bir endişeyle kocasına baktı ve Sae Jun’un öfkeden deliye dönmüş gözleriyle karşılaşınca elinde olmadan bir adım geriye sendeledi.

Bakışlarını kocasına sabitlemişken korkudan ölmek üzere olduğunu ve dudağını kanatırcasına ısırdığını fark etmeyerek konuştu.

“A-açıklayabilirim” diyebildiğinde ise Sae Jun ani bir hareketle yerinden fırladı ve karısına yöneldi!

Genç adam karısına tek hamlede uzanıp kolunu o kadar güçlü bir şekilde sıkmıştı ki Han Ah nefes almaya çalışır gibi çaresizce çırpınıyordu.

“Açıkla o zaman” diye bağırdı bu sırada genç adam ve karısını hızla itti.

Han Ah bir anda savrulup omzunu duvara sertçe çarpınca tüm bedenini titreten bir acı duydu ama kocasına bakarken hissettiği sızının hiçbir fiziksel acıyla kıyaslanamayacağını anladı. Durumu içler acısı olsa da başını dikleştirdi. Aptallık edip kandırılmış olmak onun suçuydu elbette ama kocasını ikna etmesi gerektiğini bilecek kadar aşık bir kadındı.

Genç kız yaslandığı duvardan kendini ayırdı ve öfkeden gözü dönmüş kocasına inatla baktı.

“O kadının oyunu bu. Yaen’in… Şirketin reklamını çekiyorum diyip beni bira reklamında oynattı. O öpüşen kişi de ben değilim. Lanet olsun pislik Yaen’in oyunu bu diyorum sana. Söylesene öpüşecek kadar ileri gitmiş olabilir miyim? Ben bunu sana yapar mıyım?” Dedi genç kız ancak kocasının alaycı bakışıyla bu açıklamanın dışarıdan pek de inandırıcı gelmediğini anladı.

Sae Jun ise öpüşme sahnesinden beri dünyadan bağının koptuğunu hissediyordu. Daha dün karısının başka bir adamla yakınlaşmasına dayanamayacağını düşünürken bugün karısı ona ihanet edercesine bir adamla öpüşmüştü. Üstelik herkesin göreceği kahrolası bir reklam filminde. Eğer Han Ah’a bakmaya devam ederse öfkesini kontrol altına alamayacağını anlayıp bakışlarını kaçırdı ve öfkeyle solurken konuştu:

“Bana ihanet ettiysen bunun bedelini ödersin” diye tehdit ettikten sonra gözlerini yeniden karısına dikti.

“Seni aldatmak mı?” diye sordu Han Ah. Şaşkınlıktan gözleri kocaman açılmıştı ve kocasının cümlesi üzerine adama inanmadığını belli eden gözlerle bakmıştı. Onunla göz göze gelince de bakışlarıyla donabileceğini anladı ancak buna hiç niyeti yoktu. Çakma Sicilyalısını inandırana kadar başka hiçbir şey yapmayacaktı!

“Lanet olsun Sana oradaki ben değilim dedim. O keçi kılı gibi saçları görmedin mi? Benim saçlarıma benziyor muydu? Sana haberim yoktu, kandırıldım diyorum Sae Jun. Bana nasıl böyle bakabilirsin?” diye konuşurken Han Ah, yaptığı açıklamaların adamı etkilemeyeceğini anladı.

“Senin gibi zeki ve uyanık bir kadın çocuk gibi kandırıldı öyle mi?” diye sordu bu sırada Sae Jun. Öpüşme sahnesini bir an olsun unutmazsa karısını burada boğabilirdi. Bu yüzden Sakin ama sinirli sesini yine de kontrol edemeyerek konuştu.

“Evet kandırıldım. Bir aptal gibi, bir çocuk gibi, gerizekalı beyinsiz biri gibi kandırıldım, ama bunu ona ödeteceğim.” Diye karşılık verdi Han Ah ve kocasının nefretle bakan yüzüne dokunmak için yaklaştı ancak genç adam o elleri sıkıca tutup tükürür gibi konuştu:

“Arkamdan çevirdiğin kaçıncı olay bu?” diye sordu. Cevap beklemediği belliydi, zaten Han Ah’ın da verecek bir cevabı yoktu. Genç kız tek amacının kocasına göstermek için şirketlerinin reklamında oynadığı bir demo olduğunu söylemenin hiçbir işe yaramayacağını anladı.

O an yapılacak hiçbir açıklamanın Sae Jun’u ikna edemeyeceğini biliyordu ve kanıtları tek tek sunup kocasına suçsuz olduğunu ispatlamaktansa başka bir fikirle hareket etmeye karar verdi. Masaya dayanmış halde kendisini suçlayan bakışlarla izleyen kızgın kocasına doğru yeniden yaklaştı ve gözlerinden boşanmak üzere olan gözyaşlarını saklamadan adama baktı.

“Bana inanmıyor musun?” diye sordu sadece.

Sesindeki yoğun duygusal yakarış Sae Jun’un tüm duvarlarını yıkıma uğrattı. Genç adam karısını alıp göğsüne bastırma hissini hızla geriye itti. Hayır bu kadar saf olamazdı. Bu kadar kolayca kandırılmak Han Ah’a göre değildi ve nasıl olmuştu da kurnaz karısı bu kadar inanılmaz bir açıklama bulmuştu? Bu düşünceler içinde koluna dolanmış karısına baktı ve konuştu:

“Sana inanıp inanmam hiçbir şey ifade etmiyor. Ne şekilde olursa olsun beni aldattın. İster o adamla öpüşmüş ol, ister olma.. Her kapı senin benim arkamdan iş çevirdiğine çıkıyor ve ben senin bu entrikalarından bıktım” dedi ve kolunu hızla geri çekti.

Han Ah bir saniye bile düşünmedi ve kendini adamın göğsüne attı.

“İnan bana sevgilim. İnanmalısın… O adamla öpüşmedim ve senin arkandan iş çevirmedim. Sana bugün şirket reklamı için çekilen kaseti gösterecek ve fikrini soracaktım. Eğer istemezsen gözlerinin önünde çöpe atacaktım. Tuzağa düştüm ve o kadının istediği gibi sen de bana inanmıyorsun” Dedi genç kız hıçkırıklarını nihayet özgür bırakırken.

Sae Jun bu hareket karşısında derin bir nefes verdi. Onu kendinden uzaklaştırmak hayır kendini ondan uzaklaştırmak ne kadar da zordu. Ne zamandan beri ruhuna, bedenine böyle söz geçiremez olmuştu. Han Ah kollarında ağlarken eskisi gibi kararlı olamadığı için, aciz, aptal bir aşık gibi bir kadının gözyaşlarına inanmak üzere olduğu için kendine küfürler yağdırdı ve karısının kollarını kaba bir hareketle çözdü. Eliyle genç kızın çenesini canını acıtırcasına sıktı ve gözlerine biraz olsun sönmeyen öfkeyle bakarken konuştu:

“Derhal çık bu odadan Han Ah. Karşımda böyle ağlamaya devam ettikçe daha çok sinirleniyorum” dedi ve yeniden koltuğuna oturdu.

“Beni kovuyor musun?” diye bağırdı Han Ah. Yüzündeki üzgün ifadenin yerini kocasınınkine eş değer bir kızgınlık almıştı. Sae Jun cevap vermedi.

“Sadece senin doğruların var değil mi? Sadece senin gerçeklerin. O kadar kibirli bir adamsın ki kendi karına inanmak bile sana ağır geliyor. Sarsılmaz kaf dağındaki egonla hükmü senden başkası veremez değil mi?” diye konuşmaya devam etti Han Ah. Farkından olmadan kocasından uzaklaşmış masanın karşısında adamın gözlerine inatla bakmıştı.

Sae Jun ise karısını öfkesine eşlik eden bir şaşkınlıkla dinliyordu. Hem suçlu hem güçlü olmak böyle bir şeydi galiba. Han Ah’ın belki de ünlü olmak uğruna ucuz bir bira reklamında oynaması karısına olan hayranlığına ağır bir darbe indirmişti. Diğer sıradan kadınlar gibi onun da basit heveslerinin olması ve bu hevesler uğruna kendisini çiğneyip o reklamda, kumaştan tasarruf o mini etekle -öpüşmemiş bile olsa- oynaması gözündeki imajını yıkmıştı.

Evet, Sae Jun Han Ah’ın öpüşecek kadar ileri gitmediğini biliyordu. Karısı, bunca zaman içinde kendisini tanıdıysa bu harekete müsamaha göstermeyeceğini öğrenmiş olmalıydı. Sae Jun bundan emindi. Yine de karısının kandırılma fikri o kadar uçuk bir fikir gibiydi ki buna inanması demek onun bunca yıllık güçlü ve sarsılmaz karakterine bir hakaret gibi kalırdı. Han Ah’ın dediği gibi sadece kendi doğruları vardı!

Han Ah iki elini masaya sertçe indirince Sae Jun düşüncelerinden sıyrıldı. Karısının gözlerindeki öfkeye bakarken onu alıp masanın üzerine yatırma hissi tüm vücudunu etkisi altına alırken sinirle masadan fırladı ve Han Ah’ın kolunu sertçe sıkıp geniş odadan dışarı sürüklemeye çalıştı.

“Bırak beni.. Seni kendini beğenmiş, pislik Mafya bozuntusu” diye inliyordu bu sırada Han Ah. Adamın kolundan kurtulması mümkün olmayınca da küfürleri yeniden sıralamaya başladı ve Sae Jun karısının kolunu daha bir acıtırcasına sıkarken kapıyı açtı.

“Sen tam bir hödüksün….” Diye bağırmaya çalıştı Han Ah ancak son kelimesini kurarken kapı suratına kapanmıştı bile. Herkes bu cırlayan kadına bakarken Han Ah öfkeyle ayağını yere vurdu ve yeniden bağırdı.

“Hepinizi kovmadan hemen işine bakın” diyerek tehdidini savurduktan sonra çantasını kapıp şirketten çıktı. Bu sinirle karşısına çıkacak birini öldürebilirdi ve en çok istediği şey de buydu!


*******

(Han Ah'ın Anlatımıyla)

Seni gidi Çakma Sicilyalı. Seni ve peşinde gezinen o penguen kılıklı mafya bozuntularını Sicilya’nın yanardağı Etna’da bir güzel mafya çevirme yapmalı. Ya da burnunu kaf dağından alıp münasip bir yerine…. Ah ne diyorum ben. Kendi aptallığımla önce yüzleşmem sonra o Yaen’in derisini yüzmem en sonunda da kocama küfür repertuarımın nadide eserlerini sıralamam gerek. 25 yıllık hayatımda ne uçak geliyoooo diyerek zorla yedirilen mamalar, ne seni leylekler getirdi klişesi ne de her şey çok güzel olacak yalanı benim düştüğüm tongayla kıyaslanabilirdi.

Şirket reklamı diye bira reklamında oynatılmak ve bundan biraz olsun şüphelenmemek benim hinlik kariyerimde açılmış devasa bir delikti. Kocama olan aşkım yüzünden sağlıklı ve şüpheli düşünme duyularımı kaybettiğim doğru olsa da bu kadar ağır bir yenilgiyi kaldıramazdım. Üstelik kocamın bana inanıp inanmayacağı da o kadar meçhuldü ki! Eğer inanmazsa da onu ikna etmeye çalışmayacaktım. Ah Tanrım! Bu yalana en başta kendimi inandıramıyorum. Gerekirse kocamın kapısında sabahlayacak ve onun ikna olmasını sağlayacağım. Çünkü Sae Jun olmazsa yaşadığım hayatın bir çöpten farkı olmayacak ve ben çöpleri kokutmadan atma taraftarıyım!

Bu düşünceler içinde ufak bir işi halledip Dreamer şirketine geçtim. Kapıdan girip etrafa saldırdığımı ve Sulu kulenin bir ferdi gibi eteklerimi belimde toplayıp Yaen gacısını çağırdığımı mı düşündünüz? Ah hayır klasımdan ödün vermeyerek gayet rahat bir şekilde kapılardan geçtim ve Yaen’le görüşmek istediğimi söyledim.

Birkaç dakika sonra “O kadın” yüzüne yerleşmiş kötü kadın gülüşüyle karşımda belirdi.

“Han Ah şiii. Bu ne güzel sürpriz?” diyerek elini uzattı. Tırnaklarımı bir an olsun o botokslu suratına geçirmeyi düşünsem de aynı yapaylıkta gülümsedim ve içeriye girdim.

“Reklamı beğendin mi? Ben izleyemedim ama yönetmenden aldığım enformasyona göre çok iyi olmuş” dedi Yaen ve üzerine bir panter gibi atılmamak için kendimle yeni bir savaş verdim.

“Beğendim beğendim… Bakalım hakimler de beğenecek mi?” diye konuşurken bu sırada Kyu da içeriye girmişti.

“Hakimler mi?” diye soran Kyu’nun şaşkınlığının aynısından Yaen’in suratında da vardı.

“Evet hakimler. Çünkü şirketinize dava açtım. Benim iznim olmadan bira reklamında oynatıp o reklamı yayına soktuğunuz için maddi ve manevi tazminat Davası açtım. Sanırım sizi batırmaya yetecek kadar bir tazminat alabileceğim” dedim ve şimdi kötü kadın gülüşünü ben attım.

“Han Ah sen ne diyorsun? Ne birası ne reklamı?” diye soran Yaen’in suratına bakarken Rocky’i evcil hayvan olarak besleme isteği doldu bir an içimde. Komut verince istediğim kişiye yumruk atsaydı ne süper olurdu ama. Yaen’in ise ilk kurbanlarımdan olacağı belliydi çünkü şaşırmış yüzüne sert bir kroşe geçirmemek için kendimi zor tutuyordum.

“Bana bilmiyormuş gibi davranmayın, geçen hafta reklam çekimi diye bira reklamında oynatıp montajla bir de bir adamla öpüştürdüğünüz için üstünüzdeki kıyafetlere kadar her şeyi alacağım” dedim ve hızla yerimden kalktım.

Yaen ve Kyu ikilisi aynı anda ayağa fırlarken Kyu koluma dokundu ve sakin bir sesle konuştu:

“Han Ah lütfen otur da şu konuyu netleştirelim” dedi. Eski günlerin hatırına Kyu’ya 4 dakika verdim ve ona her şeyi anlattım. Dediklerine göre hiçbir şeyden haberleri yoktu ve bu olay olsa olsa yönetmenin kabahatiydi. Dava açılacaksa da ilk önce kendileri o yönetmene açacaklardı. Benden de bir hafta istediler ve reklamın yayından kaldırılacağına dair ikna ettikten sonra onlara gereken bir haftayı verdim ve şimdilik davayı geri çektim.

Yaen’e inanmasam da Kyu’nun iknası ben de işe yaramıştı. Şimdi aynı işe yaramanın kocam üzerinde etkisi olmasını umup eve geçtim.


******

Han Ah ofisten çıkar çıkmaz Sae Jun da çıkmıştı. İlk işi ise o bira firmasına gitmekti. Reklam departmanından Kimsenin Han Ah diye bir kızın varlığından haberi yoktu ve bu netice genç adamı biraz olsun sakinleştirmişti. Yine de herkesten çok karısına kızgındı ve uzun süre bunun devam edeceğini biliyordu. Yönetmeni bulmak da kolay olmuştu ancak öncesinde reklamda oynayan diğer adamı bulmuştu. Han Ah’ın öpüştüğü o lanet olasıca adamı!

Birkaç yumrukla onu kolaylıkla konuşturmuş ve neticede öpüşme sahnelerinin dublör kullanılarak çekildiğini öğrenmişti. Tanrı biliyor ya Sae Jun buna en baştan beri inanmamıştı. Eğer Han Ah’ın başka bir adamla değil öpüşmek temasa geçtiğinden bile emin olsaydı karısına yapacaklarının odadan kovmakla sınırlı kalmayacağını biliyordu.

Son olarak yönetmenin de ifadesi alınmış ve adamın dediğine göre Han Ah’ın güzel yüzü onun bu komployu kurmasına neden olmuştu. Dreamer şirketinden Yaen ve Kyu’nun ise olaydan haberi olmadığı Sae Jun’a verilen bilgiler arasındaydı ama genç adam yine de bu kötü sürprizin acısını birilerinden çıkarmadıkça rahatlamayacağını biliyordu. Yönetmeni ve diğer adamı dövmek çok daha iyi hissettirmeyince gece yarısına doğru bara geçti ve Tae Bin’i de çağırarak birkaç kadeh devirdi.

Han Ah’la ne yapacağını bilmiyordu ve karısına iyi bir ceza vermedikçe aklının sürekli onda kalacağından emindi. Onu yanından uzaklaştırıp ıssız bir adaya tıkmanın bile karısını durdurmayacağını ise en başından beri biliyordu. Hem onu ıssız adaya gönderirse ilk gün dolmadan kendisini de orada bulacağı su götürmez bir gerçekti. Bu kadın bir tür büyücü gibi Sae Jun’u kendisine çekiyordu. Tabi yanında belalarını da!

Sabaha karşı eve geçince de Han Ah’ı görme isteğiyle doldu ancak bunu yapmadı. Sae Jun hiçbir zaman sarhoş olmazdı ve şimdi de olmadığı için lanetler yağdırıyordu. Keşke her şeyi unutacak kadar sarhoş olsa ve hayatını alt üst eden bu kadını sonsuza kadar unutabilseydi. Ama hayır bunu istemezdi. Han Ah ona verilmiş bir hediye paketiydi. Her ne kadar dikenleri de olsa karısı o hediye paketinin içindeki kıpkırmızı bir güldü. Arzulu, tutkulu, baştan çıkarıcı ve kafa yedirten türden dikenli bir gül!

Genç adam içeriye geçince hiç beklemediği şekilde Han Ah’ı karşısında buldu. Gün doğmak üzereydi ve genç kız bu saate kadar onu beklemişti.

“Yine ne yaptığını, arkamdan ne planlar kurduğunu merak ettim doğrusu” dedi Sae Jun dalga geçer bir ses tonuyla.

Han Ah üzerindeki siyah geceliği çıkardı ve cesur kombinezonuyla kocasına doğru yürüdü. Kollarıyla onun boynuna dolanmak için uzanmıştı ki Sae Jun o elleri tuttu ve tek kaşını kaldırıp dudağına yerleşmiş o alaycılıkla konuştu:

“Fahişeler gibi davranmayı kes. Bana kendini sunarak yaptıklarını affettireceğini mi sanıyorsun?” diye bağırdı birden ve karısının kollarını sertçe savurdu.

“eğer bir kadının kendini kocasına vermesi fahişelikse evet ben de öyleyim.” Dedi Han Ah ve inatla ellerini kocasının sert göğsüne yasladı. Genç adam bu temasla ürperse de kendini çekti ve odasına doğru yürüdü.

“Korkak” diye bağırdı aynı anda Han Ah ve kocasının ansızın kendisine dönmesiyle içten içe sevindi. Onu hala kışkırtabildiği için mutluydu.

Sae Jun çatık kaşlarıyla durdu ve “Korkak mı?” diye sordu.

“Evet korkaksın... Bana dokunmak istediğin halde kaçıyorsun, beni arzuladığın halde kayıtsız görünmeye çalışıyorsun, beni sevdiğin bana aşık olduğun halde inanmamayı seçiyorsun. Çünkü sen tam bir korkaksın, üstelik bir de aptalsın. En az benim kadar” diye bağırdı Han Ah.

Sae Jun merdiven başında dururken hızla karısına yöneldi ve ona doğru giderken Han Ah da kombinezonun iplerini düşürdü. İkisi sert bir öpüşmeyle buluşunca ne zaman ve nasıl olduğunu bile fark etmedikleri bir halde bedenlerinin birbirine dolandığını anladılar. Han Ah kuytuluklarında kocasının vücudunu hissederken arzuyla irkildi ve nefes nefeseyken kendini adama daha çok yasladı. Sae Jun da karısının saçlarını bileğine sararken başını hızla arkaya savurdu ve Han Ah’ın saç dipleri ayak parmaklarına kadar tüm vücudunu acıtırken onun gözlerine baktı.

Bakışma yalnızca birkaç saniye sürdü. Sessiz, kelimelere ihtiyaç duymayan bir bakışmaydı bu. Ne kadar çok şey anlattığıysa sadece ikisinin kalplerinde olan bir şeydi. Bu kısa an bitince Sae Jun karısının dizlerinin altından kavradı ve onu kucağına alıp karşıdaki kanepeye sertçe bıraktı. Han Ah gözleri yarı kapalı halde kocasını beklerken Sae Jun uzandı ve kızın üzerindeki tek parça kıyafeti de fırlatıp attı. Ardından karısının çıplak bedenine kapaklandı ve tüm hatlarını büyük bir özenle öperken Han ah çıldırmanın eşiğinde kocasının kendisine sahip olmasını bekliyordu.

Ancak beklediği olmadı ve Sae Jun karısını arzu içinde kıvrandırdıktan sonra kendini hızla çekti. Han Ah gözlerini korkuyla açınca da Sae Jun tepesinde dikilmiş ve ona büyük bir arzuya eşlik eden yoğun bir öfkeyle bakıyordu.

“Seni affetmedim” dedi bu sırada Sae Jun ve yerden karısının siyah kombinezonunu alıp Han Ah’ın üzerine fırlattı. Daha fazla durmadan da çekip gitti.

Han Ah hızla kanepede oturur vaziyette durdu ve giden adamın arkasından küfrederken elindeki siyah seksi kıyafeti fırlatıp attı. Bu aşağılanmanın bedelini ona ödetecekti!

Ertesi gün Han Ah işe gitmedi ve Sae Jun çıkarken de karısını evde kalması yönünde tehdit ettikten sonra şirkete geçti. Han Ah da evde kalıp kocasını nasıl çıldırtması gerektiğini düşünürken şirketten Byung’u aradı.

Genç adama kocasının her hangi bir programı olup olmadığını sordu ancak Byung’dan bir bilgi alamadı. Woo Bin’den de sonuç alamadı. Daha doğrusu kimi aradıysa istediğine ulaşamadı. En sonunda da Eun Mi’yi aradı ve kıza yarım saat kadar Tae Bin’e çaktırmadan ondan Sae Jun’un bugünlerde önemli bir işi olup olmadığını öğrenmesi gerektiğini anlattı. Bir saat kadar sonra da Eun Mi aradı ve Han Ah’a beklediği haberi verdi!

Sae Jun karısını öylece bıraktığı için tatsız bir memnuniyet duyuyordu. Han Ah’ın kadınlığını kullanarak kendisini affettirebileceğini düşünmesi karşısında sinirlenmiş ve neticede de ölümüne bir zorlamayla Han Ah’a sahip olmadan onu orada öylece bırakmıştı. Bırakıp gittikten sonra da tüm gece acısını hissetmişti. Bu durumda kime ceza verdiğini ise bilmiyordu. Yine de Han Ah’ın bir şekilde kolaylıkla sonuca ulaşmasına izin vermeyecekti. Çekilen reklamda kandırıldığı bir gerçek bile olsa Han ah’ın söz verdiği halde kendisinden izinsiz bu tür oyunlara girmesi karşısındaki öfkesi tam anlamıyla geçmemişti. Bu düşünceyle birkaç gün ondan uzaklaşmanın en iyisi olacağını düşündü. İş görüşmeleri için nadiren yurt dışına çıkardı ancak gelen bir haber tam istediği şeyi Sae Jun’a verdi: Yeni bir proje için de New York’a gitme fikri tam olarak aradığı şeydi.

3 gün sonra yapacağı geziye kadar karısından uzak durması gerekiyordu ve Han Ah da buna gönüllüydü. Sae Jun karısının kendisinden uzak durma çabalarını keyifsizce izlese de memnundu. Neticede 3 gün birbirleriyle pek az konuşarak geçti ve Sae Jun iş görüşmeleri için New York’a gitmek üzere havaalanına doğru yola çıktı. Tabi Han Ah da!

Han Ah kocasına kendisi yurt dışında olduğu müddetçe büyükbabasında kalacağını söylemiş ve zorla olsa da onu ikna etmişti. Sae Jun ona hoşnutsuzca bakıp geri gelene kadar bir olay çıkarmamasını telkin etmiş ve Han Ah da boyun eğdiğini belirtir şekilde karşılık vermişti.

Olay mı? Ah olayın alâsını görecekti Çakma Sicilyalısı…

Han Ah takside havaalanına doğru giderken bu düşüncelerle keyifle kıkırdıyordu. Kocasına kiminle uğraştığını bir kez daha gösterecekti. Onunla romantik bir New York tatili yapmayı beklemiyor olsa da aralarındaki sorunları çözmeden Kore’ye dönmeyecekti. İster cebren ve hileyle, ister yataktaki oyunlarla. Ne şekilde olursa olsun Sae Jun karısından önce özür dileyecek sonra da ona sıkıca sarılacaktı! Han Ah bundan emindi!...

Bölüm Sonu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:00 am

Yazar: Asude
Tür: Romantik Komedi

27. Bölüm

New York’ta Aşk Başkadır! Sae Jun ve Han Ah çiftiyle ise bambaşkadır. Hele bir de aylardan temmuz ise.. Tamam tamam diyerek iç sesimi susturdum. Her ne kadar olayı şarkıya türküye bağlama gayretinde olsam da siyam ikizi gibi koluma yapışmış diğer yolculardan dolayı coşkumu dilediğimce yaşayamıyordum. Bir de tam ortalarına düştüğüm iki adamın double diktatörler gibi özgürlük alanımı kısıtlamasıyla kolumu dahi hareket ettiremeyerek uçuşa ne de hazırdım ama! Birazdan kafalarına yiyecekleri platformlarımla devrik lider olup tarihin çöplüğüne yollanacaklardı ama üstün telkin ve otokontrol gücümle kendimi sakinleştirdim ve sadece kocama odaklandım.

Ah Sae Jun bana bu insanlık dışı işkenceyi yaşatıp ekonomik sınıfta uçuşa mecbur ettiğin için ayaklarıma kapanmanı beklemeliyim. Evet kocam VIP sınıfında olduğu için ona görünmeden aynı uçağa binmenin yolu sıradan kesimde yer almaktan geçiyordu ve ben buna bir brokolinin tencereyi beklediği kadar hazırdım yani hiç! Bugüne kadar değil ekonomik sınıfta uçmak onun oksijenini bile solumamış olan ben Park Han Ah ciğerlerime üçüncü sınıf oksijeni doldururken bir an evvel uçağın havalanmasını bekliyordum. Uçak havalandıktan sonra bir şekilde VIP kabinine sızabilirdim. Eh neticede Sae Jun uçak kalktıktan sonra beni pencereden falan atamazdı. Ya da atar mıydı? Ah sanırım yerime çivilenmem gerekecek 14 saat boyunca.

Al işte! Beni Maymunlar Cehenneminde bir adet muz gibi hissettiren bir şey daha. Oldum olası uçak anonslarından nefret ederdim. O lanet uçak düştükten sonra kurtulma ihtimalim milyonda bilmem kaçken, cesedimde oksijen maskesi olup olmaması niçin önemliydi?

Hosteslerden biri piste çıkıp assolist edasında İngilizce olarak konuştu:

“Seul’den New York’a gidecek yolcuların dikkatine uçağınız havalanmak üzeredir.”Eh uçak bu, havalanması gerek dimi?

“Lütfen emniyet kemerinizin güvenli olarak bağlandığından emin olunuz. Emniyet kemeri bağlamak için metal tokayı yuvaya oturtunuz.” Gerizekalı gibi duruyorsunuz da biz tarifimiz sağlam tutalım demek bu.

“Uçağımızda 6 adet acil çıkış kapısı bulunmaktadır. Bunlardan iki tanesi ön tarafta, 2 tanesi arka tarafta ve 2 tanesi de kanatlar üzerindedir.” Olur da uçak düşerse falan kendiniz en yakın kapıdan atıp daha az acı verici bir ölüme gidiniz.

“Eğer kabin basıncında bir düşüş yaşanırsa sarı oksijen maskeleri üst tarafınızda bulunan tavan kompartımanından açılacaktır.” Korkudan iyice şebekleşmiş suratlarınızı lütfen bu maskeyle gizleyiniz!

“Korunmak için maskeyi kendinize doğru çekin, maskenin lastiğini başınızın arkasına geçirin ve burnunuzu ve ağzınıza oturtacak şekilde sıkın.” Amman maskeyi başka taraflarınıza falan takmaya, bir taraflarınızı sıkmaya kalkmayın!

“Dikkatiniz için teşekkürler iyi uçuşlar dileriz.” Park Han Ah Havayolları iyi uçuşlar diler… Pfff

Ah Sae Jun yokken benim saçmalama eşiğim iyice düşmüş ve kendime eğlencelik aktivitelere düzenlemeye başlamıştım. Yanımdaki adamın göbeğinde Londra olimpiyatlarına ev sahipliği yapabilecek bir alan varken aktivitelerim baya sınırlı olsa da gözlerimi kapatıp uyumayı denedim. Bu sırada mesanemi zorlayan bir sıvı kütlesi bedenimi taciz ederken tuvalet ihtiyacı için uçağın havalanmasını bekledim. Zaman dolunca da su akar yatağını bulur eylemini icra etmek için yerimden; dağları, denizleri ayırırcasına zorlukla kalktım.

Tamamen rahatlamış bir halde lavabodan çıkarken VIP kabinin ayıran kalınca perdeye doğru şeytan tarafından sürüklenirken kalbime yerleşen heyecanla Görevimiz Tehlike Kore Uyarlamasını çekiyor gibi hissetmiştim. Bir kez olsun kocamın o çatık kaşlarını, o azarlar gibi duran gözlerini, o sert hatlı çenesini görmek için yanıp tutuşuyordum.

Hosteslere yakalanmadan perdeyi çekme hesapları yapıp hafifçe kumaşa dokundum. Annesiyle babasının yatak odasına gizlice sızan yaramaz bir çocuk gibi başımı uzatıp yer tespiti yaparken “Onu” gördüm.

Ah Tanrım o melodik sesi kulağıma dolup o geniş omuzları gözlerime bayram ettirirken yanındaki biriyle bir şeyler konuştuğunu gördüm. Perdeyi biraz daha kaydırıp kimle konuştuğuna bakmak için kafamı biraz daha uzattım ve gördüklerimle o perde dahil tüm uçağı gökyüzünden söküp atasım geldi.

Sae Jun yanındaki sarışın afetle (evet doğal afet mesela bir kanalizasyon taşması gibi) koyu bir sohbete girişmişti. Onun dünyasını başına yıkıp üzerine bir de mezar taşı dikecektim! Bir Mafya’nın Ölümü birazdan Seul – New York uçağında!

“Bayan Han Ah lütfen yerinize geçin” diyen bir sesle kendime gelirken hızla perdeyi çektim. Perde kapanırken bir çift gözle belli belirsiz temas etmiştim ve bunu önemsemeyerek sinirle yerime geçtim. Koltuğuma oturup deşilen kalbimin cenaze namazını kılarken kulaklığı taktım ve “Lucifer” şarksını dinlerken gözlerimi kapattım.

2 saniye sonra omzumdan dürtülerek ardından kolumdan çekilerek uyandırılınca o aşina olduğum bakışları görüp kalbimin korkudan öldüren senfonisiyle baş başa kaldım. Sae Jun gözlerini bana dikmiş ve iki erkeğin arasındaki ufak tefek bedenimi bir yerlere sürüklüyordu. Ah şu pencere olayı gerçek olabilir miydi? Acil durum anonslarıyla dalga geçersem, bu acil durumda aklıma yapılacak hiçbir şey gelmezdi tabi!

Hosteslerin uyarısını bile dinlemezden gelip beni VIP kabinine doğru sürükledi ve sarışın afetin de olduğu o küçücük alana kıskanarak girdim.

Koltuğuna itip tepemde dikilirken sinirli bir sesle sordu:
“Bana derhal burada ne aradığını açıkla” dedi dişlerinin arasından.

“Büyükbabama giderken yolları karıştırmışım” Ah Tanrım! Bunu diyecek kadar şuurumu yitirmemiştim tabi!

Gözlerine inatla bakıp konuştum: “Uzun zamandır Amerika tatili istiyordum sen yokken de değerlendireyim dedim ama tesadüfe bak.”

“Kessss Han Ah. Beni daha fazla delirtmeden hemen kes” dedi ve bir elini beline dayayıp diğeriyle saçlarını geriye doğru savururken sarışın afetin bizi süzdüğünü gördüm.

“Şu kadının yanında beni nasıl böyle azarlasın ha? Başkalarının yanında karını küçük düşürmeye utanmıyorsun değil mi?” diye sordum kızgınlıkla

“Korece bilmiyor” deyip geçiştirdi.

“Ahh demek hangi dilleri bilip bilmediğine kadar derin sohbete girdiniz? Bravo..Benden ayrıldığın ilk anda yurt dışı kaçak et ithalatına başladın bakıyorum da” diyerek kırgınlığımı belli ettim ve tribimi atıp bakışlarımı kaçırdım.

“Saçmalama. Bana uçuşun kaç saat olduğunu sordu sadece” diyerek açıklamaya girişti Sae Jun.

“14”

“Ne 14?”

“14 saat işte. Bu kadar kısa ve net bir cevap. Ama benim gördüğüm kadarıyla sen yol üstündeki köy adlarını bile açıklamaya girişmiştin. O kadar hararetli bir sohbetin saati sormayla alakası yoktu.” Diyerek hızla ayağa kalktım.

“Nereye gidiyorsun?” diye gürlerken diğer VIP konukları da HD ekranda Yamuk Prenses dizisini izler gibi bize bakıyorlardı.

“Yerime gidiyorum. Senin sohbetini bölmeyeyim” dedim ve adımımı attım. Daha doğrusu teşebbüs ettim. Çünkü kocam kolumdan çekip beni yerine oturtmuştu. Bu sırada hosteslerin uyarısına hala kulak tıkıyordu kocam.

“O iki adamın arasına dönebileceğini mi sandın seni aptal? Sen burada oturacaksın” dedi ve parmağını tehdit eder gibi bana uzatırken hemen atladım:

“Sen nereye oturacaksın?” dedim

“Senin yerine … Sakın buradan kımıldama ve kimseyle de konuşma” diyerek bir de gözlerine bir volkanın alevini yükleyip ekonomik sınıfa doğru yürüdü. Bana uyar valla. Ohh Kore’nin en başarılı, en korkulan, en yetenekli iş adamı,mafya babası daracık bir koltukta 14 saat geçirecekti. İşte bu ona büyük bir cezaydı. Tanrım! Bu ilahi müdahale için 40 yıl boyunca bir tapınağa odun taşıyabilirim!

Neticede kısmen huzurlu ve sakin bir yolculuğun sonunda New York’a gelmiştik. Huzurluydum çünkü Sae Jun sarışın afetten uzak ekmek arası sucuk gibi kaldığı bir yolculuk geçiriyordu; sakindim çünkü mafyamla atışıp yüzlerce kişi okyanusa gömecek bir olay çıkarmamıştım. Yolculuğun sonuna doğru da sızmıştım. Gözlerimi açıp, keyifle gerinirken başımda beliren Sae Jun’u görüp yerimden fırladım ve koluna dolanıp şımarık bir kedi gibi sırnaştım. Sae Jun binlerce dolarlık telefonunu çıkarıp bir şeyler karaladıktan sonra benim sormama gerek kalmadan açıklamaya başladı:

“Arkamdan çevirdiğin oyunları, kurduğun planları not ediyorum.. Sayma işi benim bile matematiğimi iflas ettirince en iyisinin kayıt altına almak olduğunu anladım” dedi ve öfkeyle bakarken telefonu cebine attı.

Ah ne komik bir kocam var değil mi? Kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanırlar neticede. Tamam Sae Jun’un bu atraksiyonuna gülmemiştim ama ben ondan hoşlanıyordum hem de ölümüne! Cool bir hareketle evrak çantasını alıp çıkışa giderken bileğimden tutup sürükledi.

“O notları sonra ne yapacaksın?” diye sordum ben de korka korka.

“Belli bir limitin var. Orayı geçersen kendini en yakın mahkemede bulacaksın” dedi soğuk bir ses tonuyla ve içime itinayla buz dağları ekerken yürümeye devam etti.

Kolumu hızla çektim ve derin bir nefes verdim.

“Boşanma imalarından bıktım” diye bağırdım. Neticede pek az kişi Korece biliyordu ve zavallı bir kadın olup kocasının kendisini terk etme tehditlerine kızan beni kimse anlamayacağın için de rahattım.

“Ben de senin arkamdan çevirdiğin işlerden bıktım Han Ah. Bunu anlaman için uğraşıyorum ama sen planlarında her an yeni bir level’a geçerek rekora gidiyorsun. Ne yani sana madalya takmamı mı bekliyorsun? Bana itaat etmeyi öğreneceksin” dedi ve tekrar bileğime dokunup peşinden sürükledi.


***********


Sae Jun Han Ah’ı uçakta gördüğünden beri sinirlerine zorlukla hakim oluyordu. Bu kızla ne yapması gerektiğini gerçekten bilmiyordu. Onun bu asi karakterini kabul etmek kendisi için o kadar zordu ki. Hayır! Sae Jun asla kendinden taviz vermemişti. Şimdi bir kadın için da bunu yapmayacaktı. Onun kararları değil delip geçilmek, sorgulanamazdı bile. Ama Han Ah’ın tek yaptığı isyanlarına yenilerin eklemekti. Lanet kız bunu yaparken de her defasına kendini aşıyordu!

Han Ah’ı kalacağı otele götürürken yol boyunca konuşmadılar. Sae Jun’un kızgın olduğu muhtemelen 7 milyar insanın hem fikir olacağı tek konuydu ama genç adam dışında kimse – Han Ah bile – onun içindeki memnuniyetten haberdar değildi. Han Ah’ı perdenin ardında seçince kalbini yeni bir heyecan dalgası kaplamıştı. Karısından uzak kalacağı 3 güne hazır değildi. Ondan uzak durmak için bu yolculuğa çıkmış olsa da gerisin geriye dönmemek ve Han Ah’ı büyükbabasının evinden alıp kendi yatağına atmamak için havaalanında zorlu bir süreç geçirmişti. Eğer vazgeçseydi de karısı şimdi Amerika’ya tek başına gitmiş olacaktı.

Peşinden gelen çılgın bir kadın! Sae Jun bu fikirle iyice keyiflendi. Han Ah gibi kimse onu böyle sevmemişti. Tanrı biliyor ya Sae Jun da hayatında Han Ah kadar önemli birini bilmiyordu. Hayır önemli az kalırdı. Han Ah bir ihtiyaçtı, nefes gibi, su gibi… Bu kadının varlığı kendisi için hayatiydi. Bu kadın kendisine aitti ve kendisiyle bütünlemişmiş bir varlıktı! Ağır yaralı bir hastaya gereken ünitelerce kan gibi Sae Jun’un hayatta kalmasını sağlayan o kan Han Ah’tı. Han Ah rh pozitif. Sae Jun damarlarında akanın bu olduğundan emindi!

Hem hayati bir varlıktı O, hem de ölümcül bir varlık. Varlığı Sae Jun için büyük bir sorundu kuşkusuz.. Çünkü genç adamın karakteri, geçmişi ve geleceği kısacası her anı bu kadına göre şekilleniyordu, aynı zamanda yokluğu daha büyük bir sorundu. Buna ise dayanamazdı!

Yine de tüm bunlar kızgınlığını geçirmiyordu. Yan camdan dışarıyı seyreden somurtkan kadına kızgındı. Aptal gibi kandırıldığı, kendisinden habersiz reklamda oynadığı için ona hala öfkeliydi. Cezasını bu gece verecekti. Dün gece olanlar gibi bir ceza olmayacaktı bu! Hayır hayır dün geceki kendisine verilmiş bir cezaydı zaten!

5 yıldızlı otelde ayrılan oda çift kişilik olarak değiştirildi ve genç çift odaya girerken hala sus puslardı. Han Ah’ın tek valizi köşeye bırakılırken Sae Jun konuşmadan banyoya geçti ve kızı kendine haline bıraktı. Han Ah da bir süre süiti keşfe çıkıp kıyafetini değiştirdikten sonra odanın küçük eski tarz inşa edilen balkonunu açtı. Aklında kocasının mahkeme iması ve kızgınlığı vardı. Kendisine de kızgındı Han Ah. Niye bu kadar inatçıydı ki? Niye hep adamın dikine gidiyordu?

Sae Jun’u delirtmek bu kadar kolayken niye alttan almıyordu. Kalbinin hüznünü geriye itip anı hissetmek istedi. 25. Kattan aşağıya bakarken müthiş bir baş dönmesi tüm vücudunu sararken elini duvara dayadı ve başını havaya kaldırdı.

“iyi misin?” diye sordu odadan yankılanan gür ses.

Han Ah geniş bir gülümsemeyle kocasına döndü. Sae Jun beline havluyu sarmıştı ve Han Ah’ı ter içinde bırakan bu görüntü genç kızın boğazını kurutmuştu sanki. Birkaç kelime kuracaktı ki boğazı düğümlendi.

“Başım döndü. Yolculuktan” diyebildi.

Sae Jun kıza iyice yaklaştı ve bu sefer gözlerinde öfkeden ziyade endişe vardı.

“İyi değilsin, dinlen” diyerek koluna dokundu.

Han Ah itiraz etmedi ve adamın kendisine yatağa götürmesine izin verdi. Yüksek topuklularını çıkarırken de sendeledi ancak kocasına dayandı ve Sae Jun, kıza sağlam bir duvar olurken dudağında hafif bir gülüş belirdi. Han Ah bu imalı gülüşü anladı ve hemen atıldı. Ah Tanrım bu kız asla yola gelmeyecekti!

“Hahhhh bilerek yapmadım.” Dedi.

“Tabi ki, eminim” dedi Sae Jun ve tepeden bakışını kızın dekoltesine kaydırdı.

“bilerek mi düşmeye çalıştığımı sanıyorsun. Yani sen beni tut diye öyle mi? 3. Sınıf aşk filmlerinden bir sahne gibi, ne banal!” diyerek abartılı bir şaşkınlık gösterdi genç kız.

“ben sanacağımı sandım Han Ah. Eğer bana dokunmak istiyorsan çekinme, ben senin kocanım” dedi hınzır bir ifadeyle. Yatağa bu kadar yakınken bu imalı konuşma tamamen Sae Jun’un stratejisiydi. Kızı yatağa atmak için deliriyordu ancak Han Ah’ın kendisinin gelmesini bekliyordu.

“Yine beni aşağılayasın diye mi sana dokunacağımı düşündün?” diyerek kendini hızla adamdan çekti. Dün gecenin kötü anılarını hatırlamış ve kendisini o halde bırakan kocasına sağlam bir cevap vermişti. Sae Jun da karısının hareketi karşısında kendini çekmek zorunda kaldı.

“Bir daha bana dokunma. Sana güvenmiyorum ve güvenene kadar da buna izin vermeyeceğim” dedi Han Ah ve kendini yatağa attı.

“Senden izin alacağımı mı sandın?” diye bağırdı Sae Jun.

“Arazime kaçak gecekondu dikebileceğini sana düşündürten ne? Ben istemedikçe tek bir saçımın teline bile dokunamayacaksın” dedi ve yatağın diğer ucuna kayıp gözlerini kapattı.

Sae Jun sinirle belindeki havluyu fırlatıp attı ve önceden hazırlatılan kıyafetleri giymek için dolaba yöneldi. Bu kadın kendisini öldürecekti orası kesindi de hiç olmazsa Kore’de, kendi ülkesinde ölmeliydi. Aynı odada kalıp ölmezse muhtemelen çıldıracaktı! Kıyafetlerini giyip odadan çıktı.

Uykuya dalmak üzere olan karısına da bir not bıraktı. Yine klasik Sae Jun sonelerini dizdiği notta kıza kendisi gelene kadar bir yere gitmemesini emretti. Bunun Han Ah’ı nasıl delirteceğinden bihaberdi! Ah belki de istediği tam olarak buydu!

Otelin lüks toplantı odalarından birinde olan görüşmeler Sae Jun için başlamıştı. Amerikalı yatırımcılarla zorlu bir pazarlığa girişmişti ve adamların kendisiyle çalışma gayretlerini azami düzeyde karlı bir anlaşmaya dönüştürmek istiyordu. İhracat ürünlerindeki kar konusunda anlaşamayınca da resti çekmişti. Bu adamlar Sae Jun’un kararlığını sorgulamaya ve kendi şartlarını kabul ettirmeye nasıl çalışabilirdi. Şartları kabul edilecek tek kişi Sae Jun’du oysa.

“Seni gidi Çakma Sicilyalı! Bir daha bana yerimden kımıldamamı emredersen yemin ediyorum senin bir yerini bir güzel yerinden kıpırdatacağım!” diye gürleyen ince tiz ve -ah hayır -İngilizce konuşan bir ses toplantı odasına doldu.

Han Ah elindeki notu öfkeden deliye dönmüş bir halde sallıyordu!

“Yetti artık! Ben senin kuklan değilim. Peşinden buraya kadar gelmiş olabilirim ama beni istediğin şekilde istediğin yerde tutabileceğini mi sandın ha? Bir de kıçıma Japon yapıştırıcısı sürüp bir sandalyeye yapıştır istersen” diye konuşan bu ufak tefek kadın 10 kadar Amerikalıyı gülme krizine sokarken Sae Jun’a cehennemi andıran bir öfke yüklemişti.

Sae Jun hızla yayıldığı koltuktan fırladı ve adamlara bakarak konuştu: “Tüm teklifleriniz kabul ediyorum. Belgeleri hazırlayın. İmzalayacağım… “ dedi ve koşar adım karısına yöneldi.

Arkadan yankılanan gülme seslerine “kolay gelsin” nidaları eklenirken genç adam kaçmaya çalışan karısına yetişti kolundan tuttuğu gibi dışarıya sürükledi.

Yan yana dizilmiş toplantı salonlarına tek tek dalıp bir çok görüşmeyi bölerken 5. Oda nihayet boştu. Kızı odaya fırlatır gibi atıp kapıyı üstlerine kilitledi.

“Lanet olası kadın, ne yaptığını sanıyorsun?” diye gürleyen adam Han Ah’ı korkutup bir adım geriye doğru gitmeye mecbur bıraktı.

“Sana haddini bildiriyorum” diyerek provokasyonunu sürdürdü Han Ah.

“Ben sana şimdi, haddini bildirmek nasılmış göstereceğim” dedi Sae Jun ve tek adımda kızın yanında belirdi.

Han Ah başını kaldırdı, sinirli bir şekilde dudaklarını dişledi ve ellerini göğsünde birleştirip gelene hazır olduğunu belirtir şekilde durdu.

Han Ah’ın bu kararlı bakışları, inatçı duruşu genç adamın içindeki arzuyu zirveye taşıdı. Tek hamlede uzandı ve tek eliyle kızın saçını kavrayıp ensesinden sıkıca tutup yüzünü kendisine yaklaştırdı. Nefesleri birbirlerinin yüzüne değiyordu ve ikisi de çok istekliydiler.

“Sana dokunmamı istiyor musun?” diye ansızın sordu Sae Jun.

Han Ah bunu beklemiyordu ve şaşkınlıkla baktı adama. Bir süre sonra da usulca gözlerini kapatıp: “Her şeyden çok” dedi.

Cümlesi bitmeden adam karısının dudaklarına kapandı ve diliyle o dudakları hemen aralayıp içeriye tutkulu bir dalış yaptı. Diğer elini kızın beline koyarken hızla yön değiştirdi ve Han Ah’ı duvara dayadı. Eli kızın kalçasına kayarken eteğinin altına uzandı ve o pürüzsün bacağı okşadı. Ardından tuttuğu bacağı yukarı kaldırdı. Han Ah adama destek olurcasına bacağını adamın beline sardı.Tek ayağı yerde diğeri Sae Jun’a dolanmışken elini kocasının omuzlarından çekti ve yüzünü tuttu.

“Beni affettin mi?” diye sordu sessizce.

“Affettim.. sen de beni affet sevgilim” dedi genç adam ve kızın alt dudağını dişleriyle kıstırıp hafifçe ısırdı.

“Arkamdan çevirdiğin işleri not ettiğim yalandı. Buna nasıl hemen inandın? ” diye sordu Sae Jun ve çapkın bir gülüş attı.

“Seni kaybetmekten o kadar çok korkuyorum ki her şeye inanan aptal ve saf bir kız oldum… Beni ne hallere düşürdün” diye sordu Han Ah.

“Asıl sen beni ne hallere düşürdün. Az önce milyonlarca dolarlık bir zarara girdim senin yüzünden” diyerek karısına vücudunu iyice yasladı genç adam.

Han Ah bu temasla hafif bir inilti çıkardı ve “değmez miyim buna?” diye sordu.

“Sen uğruna tüm dünyadan zarar etmeme değen tek şeysin… Han Ah Seni seviyorum, ölümüne…” diyerek konuşmasını devam ettirdi Sae Jun ve artık başka bir şey duymak ve söylemek istemediğini belli edercesine kızın ağzına yapıştı.

Ensesindeki el Han Ah’ın boynunun altına kayıp göğüslerine inerken diğer eli kızı hafifçe kalçalarından yukarı kaldırdı. Aradaki kıyafetler de hızlıca çekilip atılırken Han Ah kendisini kocasına seve seve teslim etti. Sae Jun da yıllardır bu kadına hasretmiş gibi hızlı bir hareketle Han Ah’ı almıştı. Defalarca çalınan kapılar da ikisinin umurunda olmadı, durmadan çalan telefon da!

Dünya uzak ve ölümlü bir mekandı ve onlar bu tutkuyu paylaşırken ölümsüzlüğe çıkmış gibiydiler. Kaç kere ve ne şiddetle olduğu önemli değildi birleşmenin. Önemli olan aralarında elle tutulur gibi güçlü bir şekilde duran aşktı ve bu aşkın ne zaman ne de mekan tanıdığı bir kez daha ispatlanmıştı!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:01 am

Yamuk Prenses
Yazar: Asude
Tür: Romantik Komedi

28. Bölüm

Eğer bu otelin toplantı odasında kameralar varsa ve şu an bizi çekiyorlarsa sanırım dünyanın en başarılı amatör şey (!) filmini çekmiştik.

Sae Jun’un boynunu gömdüğüm başımı ter içinde geri çekerken kocam uzanıp yanağımdan öptü ve ayakta duracak kadar güç topladığımı anlayınca yerdeki dağılan kıyafetlerimi uzattı.

“Kapıyı başımıza yıkacaklar” dedi bu sırada ve işlediği kabahatten kızaran bir çocuk gibi görünmeme neden oldu.

Tanrım! Ne zamandan beri bu kadar yaramaz bir kız olmuştum. Ben Park Han Ah. Kore’nin medarı iftiharı göz bebeği , tatlı kızı, Unicef gönüllüsü kıvamında angelina görünümlü bir çekiktim. Sae Jun’dan önce dünya milletlerinin tümünden müteşekkil bir karışımla evlatlık almayı bile düşünen sosyal sorumluluğunun Kraliçesi olacakken bu adamdan sonra 5 yıldızlı otellerin toplantı odalarında mercimek çiftçiliği yapmaya başlamıştım.

Tamam o kadar da uslu bir kız değildim ama şimdi tam anlamıyla bir playgirl (!) olmuştum ve oyunumu mekan ayırt etmeksizin oynuyordum. Doğrusu oyunun sonundaki büyük ödül için buna değerdi ya neyse.

“Kızardın mı sen?” diye soran kocamın pişkin gülümsemesi o ödülü ellerimle parçalama hissi yaratsa da gözlerime 1000 Han Ah gücünde şuh bir bakış yükleyip konuştum:

“Seni edepsiz adam” diye omzuna küçük bir yumruk atarken kocam gömleğini ilikleme işini yarım bıraktı ve beni kendine bastırırken konuştu:

“Ben yoldan çıkaran sensin” deyip sert bir öpücük almayı başardı.

Kravatını yerden alıp elimle düzeltirken yavaş bir hareketle boynundan geçirdim ve alttan bakışlarla onu süzerken ansızın kravatı tüm gücümle sıktım. Sae Jun boğulma tehlikesi geçirip başını geriye savurunca da dil çıkarıp hızla kapıya koştum. Kapıyı yavaşça açarken içeriye dolan onlarca görevliye hiçbir şey olmamış gibi bakıp kaçtım.

Kapitalizmin merkezi Amerika şimdi tüm romantik düşlerimin başkentiydi. Üstelik kapitalizm yerine SaeJunizm’in merkezi olmuştu benim için. Otelin kapısında durup bu enfes akımın biricik kurucusu kocamı bekleyerek temiz havayı içime çektim.

“Şu sarı adamları gözetlemiyorsun umarım” diyen o tanıdık ses kulaklarıma dolunca derin bir iç çektim ve

“Bu kadar yakışıklı adamı bir arada göreceğimi bilseydim daha önce gelirdim buraya” demiştim ki Sae Jun kolumu öylesine bir mengeneye kıstırdı ki ayak parmaklarıma kadar irkildim. Ah bu adamın şakaya tepkisi niye King Kong gibi olmak zorundaydı ki.

“Yaaaa” diye inleyip kolumu çekerken sırıttığını gördüm.

“Sana bir at gözlüğü almamı istemezsin değil mi?” diye sordu. Ah ben senin kibarlığını ekmek arası yapıp yerim yaa.

“At gözlüğü mü, hmm karşıma da sen geçeceksin değil mi? Sadece seni göreceğim yani. Dünyanın o kadar nimeti varken” diyerek onu kışkırtmayı sürdürdüm.

“Zaten bir tek beni görüyorsun” dedi arsız adam ve kolunu hızla belime sarıp caddeye sürükledi.

“peki bayım siz kimi görüyorsunuz” diye sordum. Kendini garanti altına alıp çekilmesine izin vermeyecektim

“Ben pek çok kadın görüyorum” demez mi Çakma Sicilyalım. Ah alnımda hissettiğimin kaşıntıyı çıkmak üzere olan boynuzlarıma yormayı bırakıp ansızın durdum ve devam etmesini istedim.

Sae Jun aklındaki kadınları sayacağı konuşmaya başlarken ben de beynimi %1000343874 kapasiteyle açık konuma getirdim ve o kadınları tek tek not etme derdine düştüm.

Sae Jun gördüğü kadınları saymaya başladı:

“Mesela bir gün bir peri kızı görüyorum. Bakışları saf ve masum, beni kölesi yapacak güce sahip. Bir gün ise süpürgesiyle uçan bir cadı görüyorum. Bu cadı o kadar maharetli ki sürekli yakışıklı prense büyüler yapmakla meşgul. Büyüleri ise o kadar güçlü ki hepsi tutuyor. Sonra başka bir gün bir Afrodit görüyorum. Yatağımda çırılçıplak yatıyor ve teninden bir ilaç sunuyor bana. Sanki dokunmazsam vebalı olup öleceğim. Bambaşka bir zaman da dünyayı tek eliyle yerinden oynatacak kadar kararlı bir savaşçı görüyorum. O kadar kendinden emin ki Tek bir sözüyle beni tüm dünyanın katili yapabilir. Kimi zaman bir feminist görüyorum ki bana tek derdi bana kafa tutmak, bazen de tüm kadınları yeryüzünden silebilecek kıskanç bir kadın oluyor gördüğüm. Ama ne gariptir ki benim gördüğüm bu kadınların isimleri hep aynı. Hepsinin ismi Park Han Ah ve hepsinin uzun siyah saçları, baştan çıkaran gözleri, sevimli küçük bir burnu ve keskin bir ağzı var. Bu kadınların hepsi de beni çıldırtıyor.” Diye konuştu Sae Jun.

Ahhh! benim o an Koresel Isınmadan eriyip yok olmama neden oldu. Şu civciv kırması sarı adamlara baktığım elbette yalandı ama bu Koreli, uzun boylu, yakışıklı ve sert adam benim içimi dağlayan bu konuşmasıyla Amerikan kaldırımına yapışmama neden oluyordu neredeyse. Ünlüler Kaldırımına el izimle değil direkt tüm varlığımla işlenecektim yani! Sözleri bitince – boyum yetmese de – uzandım ve onu yakalarından tutup kendime çekerken dudaklarına yapıştım.

“Seni şimdi öpen hangi kadındı peki?” diye sordum çapkın bir gülüşle.

“Beni öpen bu kadın bir an evvel yatağa atmak istediğim deneyimli bir geyşaydı” dedi ve bakışlarını vücut hatlarımda gezdirirken tüm Amerika’ya yeni bir film armağan etmenin pek de iyi bir fikir olmadığını anlayıp koluna dolandım.

“Hayır sevgili kocacım. Seni öpen kredi kartına göz koyan alışverişkolik bir kadındı” dedim ve kocamın gözlerine beklentiyle baktım.

Ah evet sonunda da emelime ulaştım. Tam 4 saat alış veriş yapmıştım ve dünyaya yaklaşan kıyafet delisi tehlikeli uzaylılardan, her şeyi korumak ister gibi ne varsa çevre düşmanı poşetlere tıkmıştım.

Şık bir restoranda yenilen akşam yemeğinin ardından ısrarlarım üzerine bir caz kulübüne geçtik. Sae Jun’un adamları bizi takip etmiyordu ve gerçek bir flörtü ilk kez yaşıyordum. Kocamın imalı bakışları, benim istemem yan cebime piliz tarzı geri çekilmelerim ve gecenin finalinde bir dans – evet yanlış duymadınız dans- ile gerçek anlamda bir Amerikan Rüyası yaşıyordum.

Kocamın kollarında, başım omzunda, gözlerim ve bilincim kapalı sadece açık olan kalbimle ona dolanmıştım ve fondaki Chet Baker - almost blue şarkısıyla dünyadan uzakta kendi gezegenimizde Han Ah ve Sae Jun medeniyetinin temelini atmıştık.

Onu dansa ikna etmemse bir stat dolusu ateisti rahip yapmaktan bile daha zordu.

“Lütfen aşkın vals yapalım” diye koluna dolanıp o kolda bir salıncak gibi sallanmam Sicilya semalarında hafif bir rüzgar bile oluşturmamıştı.

“Vals mi? Ben vals yapacağım öyle mi? Sen çıldırmışsın” diye konuştu.

“Tamam salsa olsun. Ya da Flamenko? yeaa arrriva arivva mariyaa bertaa” diye en iğrenç Flamenko ezgilerini fısıldarken bana alay edermiş gibi bakıyordu.

“Tamam tangoya ne dersin?”

“Tango mu? ilk kez duydum”

“Ah ciddi olamazsın”

“Değilim.” Diyip bir güzel dalgasını geçerken kışkırtmak için bamteline basmaya karar verdim

“Tango aşkım ya bir düşün.. hani ateşin dansı, sıcak, tutkulu, yakıcı..”

Cümlem üzerine bana iyice yaklaştı ve dudaklarıma bakarken

“Bu dansı otele döndükten sonra yapacağız sevgilim söz” diyerek o devası volkanın kapısını açtı. Ama ben pes edecek kadar yenilgiyi kolay kabul eden bir savaşçı değildim.

Kulüpte el ele çalan hafif müzikleri dinlerken bir anda ayağa kalktım ve ona yapay bir öfkeyle bakıp konuştum:

“Ben dans etmek istiyorum. Eğer sen bana eşlik etmezsen başka birini bulacağım” dedim.

Birkaç meraklı bakış bize dönerken Sae Jun bileğimden tutup koltuğa oturttu. Kızdığı belliydi.

“Bensiz ancak süpürgenle dans edebilirsin seni küçük cadı” diyip ayağa kalktı ve elini nazikçe uzatıp

“Benim dans eder misiniz prenses?” diye sordu.

Ah cadılıktan prensesliğe geçişim o kadar hızlıydı ki şoku atlatır atlatmaz kocamın avucuna elimi hapsettim ve tenimde teninin sıcaklığını duyduğum an çoktan dansa başladım.

Hayat ne garipti! Birkaç ay önce ilkel ölüm dansları, vudu büyüleri, vampir ayinleri, kan dökme törenleri bile yapabilecek kadar bu adamdan nefret ederken şimdi sonsuza değin onun kollarında öylece kalabilecek kadar aşıktım. Ve ne gariptir ki sorunlarımız, kavgalarımız, ayrılık ve barışmalarımız ise hiç bitmiyordu.

O an aklıma nereden okuduğumu bilmediğim o cümle geldi. Belki de uydurdum:

“Onunla yaşadığımız huzursuzluklar, başkalarıyla yaşayacağımız sükunetten daha çekiciydi. O insanla birlikte, o insanın yarattığı soruna da tutuluyorduk”

“Ne düşünüyorsun” diye sordu bir süre sonra Sae Jun ve eliyle yüzümü tutup kendine bakmaya zorladı.

Ah bunlar mutluluk gözyaşlarım mıydı? Kocam yanaklarımdan süzülen yaşları görünce o kadar kuvvetli sarılmıştı ki bana, birkaç kemiğimle helalleşip zavallıları sonsuzluğa yollamıştım.


****

Sae Jun Han Ah’ı kollarının tutsaklığına alıp o zayıf bedenini kendisine bastırırken genç kızın kokusu tüm duyularını sarhoş etmeye yetmişti. Ancak karısının sessizce salınmasına alışkın değildi. Han Ah’ın bu kadar süre çenesini inzivaya çekmesi tuhaftı.

Ona ne düşündüğünü sorup gözyaşlarını görünce de içinden taşan bir hisle kızın canını ne denli acıttığına aldırmadan onu kendine bastırdı.

“Ağlama sevgilim” diyebildikten sonra da kızın dudaklarına yönelip suya resim çizer gibi hafifçe öptü. Sonra bir anda cebinden bir kutu çıkardı ve kızın avuçlarına usulca bıraktı.

Han Ah heyecandan ölmek üzereyken titreyen parmaklarıyla kutuyu açtı ve devasa tektaşa bakarken kocasına heyecanla döndü:

“Artık takabilir miyiz yüzüklerimizi?” diye sordu.

Şimdiye kadar ikisinin; bu evliliğin olduğuna dair en büyük kanıt olan yüzükleri yoktu. Sae Jun kızı korumak için buna yanaşmamıştı ancak şimdi tüm dünyaya ne denli harika bir karısı olduğunu göstermek istiyordu.

“Eğer istersen takabilirsin” dedi ardından genç adam ve kutunun içindeki tek taşı çıkarıp Han Ah’ın parmağına geçirdi.

“Peki ya sen?” diye sordu Han Ah atılıp.

Sae Jun elini kaldırdı ve takmış olduğu alyansı kıza gösterdi. Han Ah bir saniye bile beklemeden kocasının boynuna dolanıp uzun uzun öptü onu.

Evliliğin sembolü de tamamdı. Geriye tek bir şey kalıyordu!

Dansları ve geceleri “olaysız” bitip otele dönünce de Han Ah üzerindeki iyi kız kostümünü çıkardı. Ağlak bir kız olup akıttığı makyajına bakarken korku dolu çığlıklar atmasını izleyen kocası ise hayli keyifliydi.

“Bu gece benim gibi güzel bir kızı, zombinin biriyle aldatmışsın anlaşılan” diye söylenen Han Ah makyajını silerken Sae Jun arkadan yaklaştı ve kızın omuzlarını okşayıp kulağına eğildikten sonra cevap verdi:

“Sen bir zombiysen ben de bir vampir olup kanını emeceğim” dedi ve genç kızın boynunu hafifçe ısırırken Han Ah numaradan bir inilti çıkardı.

Adamın ısırığının yerini ıslak bir öpücük alırken Han Ah oturduğu sandalyeden kocasına döndü ve kollarıyla adama asıldı. Sae Jun onu tek hamlede kucağına alıp yatağa taşıdı.

“İstediğin tangoyu almaya ne dersin sevgilim” diye sordu bu sırada genç adam.

Han Ah şuh bir kahkaha attı: “olallaa” diyip adamın ağzına yapıştı.

O gece Arjantin ulusal dansı ülkenin göremeyeceği yeni yorumlarla gelişirken Tango tarihi de bu yeni yorumlarla çığır atladı. Tabi bundan kimsenin haberi olmadı. Bu en özel mahrem sırrı paylaşan o çiftin dışında!

Ertesi gün birkaç toplantıdan sonra Kore’ye döndüler. Han Ah’ın uçak macerası giderkenki kadar eğlenceli olmamış, mide sarsıntıları ve kusma seanslarıyla tam bir işkenceye dönmüştü. Uçak tutmasını nadir yaşamış olan genç kız bu duruma şaşırsa da üstünde durmadı. Sae Jun ise bir an olsun karısının yanından ayrılmayıp yolculuğun kısmen güzel geçmesini sağlayan en önemli faktördü.

Gece yarısı indikleri Seul’de zaman kaybetmeden eve geçtiler. Sae Jun o gece huzur içinde karısını kollarına alıp saçlarını okşayarak uyuturken ilişkilerinin artık fırtınalı bir denizden sakin bir akıntıya dönüştüğünü fark etti. Karısı nihayet uslanmıştı. Amerika macerası, uçaktaki olaylar, toplantıyı basması en sonunda da o tutkulu beraberlik bu kadının hayatındaki yerine dair sandıklarını tepetaklak etmişti. Hayatın merkezi artık Han Ah’tı ve onu kaybetmemek için ne varsa yapacaktı!

Sıcak bir öğlen güneşi yatak odasının perdesinden arsızca sızıp Han Ah’ın gözünü alınca gerinerek uyandı. Kocasının çıplak göğsünde yaramaz birkaç tur attı parmaklarıyla ve Sae Jun o eli tutup dudaklarına götürdü. Gözleri hala kapalı olan genç adam kızın parmaklarını öptükten sonra ona doğru döndü ve sarılmasının kuvvetini arttırdı.

“İşe geç kalıyorsun” diye konuştu bu sırada Han Ah. Saat muhtemelen 12’yi geçmişti ve kocasının ilk kez bu saatte uyandığını görüyordu.

“Patronu olduğum işe geç kalsam ne olacak” diye gülümsedi adam ve kızı alnından öperken yataktan kalktı.

Öğleden sonra da ikisi de şirkete geçtiler. Han Ah kocasının tuttuğu elini bırakmadan içeriye geçmişti. Orada gördüğü şey ise bir süre duraklamasına neden oldu. Sae Jun da kızın baktığı yöne bakınca Yaen’in Byung ve Sang Woo’yla hararetli bir şeyler konuştuğunu gördü.

“Hala bizimle mi çalışıyor?” diye sordu genç kız.

Aynı anda aklına o berbat reklam filmi geldi. Yaen’in suçsuzluğu ispatlansa bile bu kadını günahı kadar sevmediği aşikardı.

“Benim haberim yok ama istemiyorsan..” dedi Sae Jun.

Aynı anda Han Ah atıldı ve konuştu: “Kalsın bakalım.. Yıl sonunda garantilediği kâr’a ulaşamayınca onu zevkle göndereceğim” dedi.

Sae Jun kıza onaylamadığını gösteren bir bakış atınca Han Ah dil çıkardı ve “Ne yapayım. Bu kadını hiç sevmiyorum. Sen de sevme sakın…” diye konuştu muzipçe.

Sae Jun çapkın bir bakış attı ve “Senden başka kimseyi sevmiyorum, sevmeyeceğim anlaştık mı Yamuk Prensesim” dedi ve kızı boynundan öperken odasına geçti.

“Ahh bayan Han Ah… Size haftalık raporu getirdim. Şimdilik reklam filmini erteledik ama ne zaman isterseniz çekimlere başlayabiliriz.” Dedi Yaen Han Ah’ı görür görmez.

Han Ah da elini abartıyla sallayıp – ki o an Yaen’e kaya parçasını andıran yüzüğünü göstermek istiyordu – konuştu:

“Hayır hayır. Reklam filmi olmayacak. Yani olabilir elbette ama ben oynamayacağım” dedi.

2 erkek dahil Yaen de kızın parmağına bakıp sessizliğe büründüler. İlk konuşan Yaen oldu:

“Bayan Han Ah yüzüğünüz çok şık. Bay Sae Jun’un eşsiz bir zevki varmış” dedi.

Han Ah bu cümleyle şaşırdı. Bu kadın Çakma Sicilyalısıyla evli olduğunu biliyor muydu yani?

“Siz biliyor muydunuz?” diye sordu genç kız.

“Bunu bilmeyen mi var? Sadece sizden duymadıkça yorum yapma gereği görmedik” dedi Yaen ve kızı baştan ayağa süzdü.

Han Ah galibiyetini kutladı. Çünkü kadının yüzündeki belirgin kıskançlığı görmüştü. Keyiften dört köşe olmuşken Sang Woo araya girdi:

“Bayan Yaen ve Bay Kyu’ya sizin ne kadar uyumlu bir çift olduğunuzu önceden söylemiştim” dedi.

“Uyumlu” Han Ah neredeyse kahkaha atacaktı. Onların arasındaki uyum sadece yatakta ortaya çıkıyordu. Yine de aralarındaki aşkı oluşturan tek şey ise mevcut ve aşılmaz uyumsuzluklarıydı. Genç kız adamın dediğine teşekkür etti ve reklam çalışmaları için toplantıya geçtiler.

Sae Jun da ofiste görüşmeler yapıp adamlarından da brifingler alırken Han Ah odaya girdi birkaç sonra.

“Aşkım ben Eun Mi’yle görüşmeye gidiyorum.” Dedi genç kız.

Sae Jun karısına izin verirken de konuştu: “Hala Tae Bin’le çıkıyorlar mı?” diye sordu.

“Ahh umarım tekmeyi basmıştır o ukala adama” diye yanıtladı onu Han Ah.

Sae Jun karısına gülümserken arkadaşı için yaptığı bu kınamanın nedenini sordu.

“Hala aklıma sana yaptığı öneri geliyor. Beni ayartman için seni dolduruşa getirmeye çalışıyordu.” Diye cevapladı Han Ah kocasını.

“Başardı da… Seni ayarttım işte. Bence ona teşekkür etmelisin” dedi Sae Jun. Bakışları kızın dar pantolonunu süzüyordu.

“Ondan çok önce ayartılmıştım. Ahh Tanrım! Ne edepsiz bir kadınım” dedi Han Ah ve uzanıp kocasını öptü.

Sae Jun’un ise kızı bırakmaya niyeti yok gibiydi ve öpücüklerinin hızını arttırmaya çalışıyordu. Han Ah hızla adamın kollarından kendini kurtardı ve parmağını tehdit eder gibi sallayıp konuştu:

“Yaramazlık yok. Rujum ve saçım dağılmamalı. Kore sokakları görüp görebileceği en güzel kadını bekliyor” dedi Han Ah ve adama veda edip Eun Mi’yle görüşmek için odadan çıktı.

Eun Mi şirkete yakın bir kafede bekliyordu. Han Ah’ı gördüğü an abartılı bir bağırışla kıza sıkıca sarıldı.

“Seni hain. İnsan Avrupa’ya gider de arkadaşına haber vermez mi?” diye sordu sitemle.

Han Ah kıza gülümserken cevap verdi: “Avrupa’ya gitmedim Eun Mi New York’a gittim” dedi.

“Tamam işte New York Paris’in başkenti değil mi? Han Ah gerçekten çok cahilsin” diye onu ciddi bir şekilde uyardı Eun Mi.

Han Ah içinden “gerizekalı” diye keyifle söylenirken kıza gülümsemesini sürdü. Her şeye rağmen Eun Mi’yi seviyordu.

Bu sırada midesinden gelen inanılmaz bir bulantıyla kafede öğürmeye başlarken hızla lavaboya koştu. Beyni bile sarsıntıya uğramışçasına dönüyordu sanki. Nihayet kendini toplayıp Eun Mi’nin yanına geçince de arkadaşı sırıtık bir halde konuştu:

“Han Ah hamile misin kız? Ah ne komik olur ama. Düşünsene sosyetenin gülü, şımarık ve ukala kız Park Han Ah bir çocuk doğuracak.” Diyip kahkahayla gülmeye başladı Eun Mi.

Dalga geçtiği belliydi ama farkında olmaksızın Han Ah’ın ışığa kavuşmasını sağlamıştı. Genç kız arkadaşının dedikleriyle dünyadan koptu. Hamile mi?

Evet kesinlikle hamileydi!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:01 am

Yamuk Prenses - 29. Bölüm
Tür: Romantik, komedi


Bölüm 29

Hamileydim. İçimde canlı bir şey vardı ve kendimi canlı canlı ahtapot yemiş gibi hissetmeme neden olan Eun Mi’yi susturmazsam doğmamış çocuğuma karşı kendimi yamyam gibi görecektim.

“Yaa Eun Mi suss artık, senin yüzünden küçük Jun Ah’ımın psikolojisi bozulacak oralarda tek başına zaten.” Diye konuşmaya başlamıştım ki Eun Mi gökdelenden düşüyormuş gibi bağırdı:

“Omooooo Han Ah sen gerçekten hamile misin? Ben sadece dalga geçtim. Niye beni ciddiye aldın ki?” diye soran Sıfır Beden Beyinli arkadaşıma çocuk yapma konusunda dersler verme işini birkaç asır sonraya erteleyip ona baktım ve cevap verdim:

“Eun Mi bundan emin değilim ama sen yine de kimseye söylemeyeceksin. Duydun mu? Hele O bozuk duvar saati gibi anca kırk yılda biri doğruyu gösteren sevgilin olan Tae Bin’e Asla!”

“Saat mi? Han ah Tanrı aşkına bozuk bir saat nasıl doğru gösterebilir. Bazen seni anlamıyorum. Sanırım karnındaki küçük canavar beynini yedi.” Diyerek muhteşem çıkarımlar yapan Eun Mi’nin ana fikri kaçırdığını görüp elimle ağzını kapattım ve gerçek bir diktatör gibi bakarak konuştum:

“Eun Mi Tae Bin’e söylemeyeceksin!” dedim.

“Neyi?” diye soran arkadaşım o kadar masum ve saf -süzme yoğurt kadar saf, ah süzme sazan mı demeliyim- görünüyordu ki gülümsemeden duramadım ve tehdidimi yineledim gülerken:
“Eun Mi hamile olduğumu kimseye söylemeyeceksin. Aynada kendine bakarken kendine bile söyleme tamam mı canım arkadaşım”

“Tamam Hanah.. Sırrını saklayacağım. Anlaşılan kocana sürpriz yapacaksın.” Diyerek ilk akıllı cümlesini kurdu. Başımı salladım ve nihayet günlük olaylara geçebildik.

2 saat kadar Eun Mi’yle dedikodu kazanını kaynatıp tüm cadıları o kazana atarken akşama doğru bir kliniğe gidip kesin sonuçları almak için kan testi yaptırdım. Beklemek için verilen bir saatte yediğim tırnaklarımla derimi bile sıyıracak konuma gelmiştim. Umarım içimde hayali bir çocuk yetiştirmiyorum diye bildiğim tüm duaları sayarken kocamın çocuk istemediği aklımın değil bir köşesine ufacık bir noktasına bile uğramamıştı. Aman kimin umurumda!

O da çocuk fikrini bir süre kabullenecek ve hamilelikte tür değiştirip Homolanetusa dönüşecek olan bana tahammül edecekti. Neticede bebeği fırına birlikte verdiysek yanmadan da o fırından çıkaracaktık!

Bekleme süremi ne twitter TT’leri, ne facebook ergen paylaşımları, ne youtube komik videoları kısaltıyordu. Telefonu bulan Graham Bell’e bile sevgilerimi yollayacak kadar sinirliydim üstelik. Birkaç dakika sonra hemşirelerden biri doktorun beni çağırdığını söyleyerek odaya buyur etti.

“Bayan Park, 3 haftalık hamilesiniz” diyen adamı 3hafta boyunca altına, pırlantaya, mücevhere boğabilirdim. Ah sadece şaka yapıyorum. Çocuğumun geleceğini düşünmeliyim değil mi? Aman Allah’ım sahiden de hamileydim! Çakma gebelik, hayali çocuk değildi bu. Yüzde yüz orijinal döllenmiş bir yumurtaya sahiptim! Heyecanımı yatıştırdıktan sonra keyifle klinikten çıktım.

Neticede Ali’yle ata bakan Ayşe kadar neşeli, yavrusuna kavuşan Nemo’nun babası kadar mutlu, Chan’iyle evlenen Cedric kadar mesuttum. Önümdeki buz dağını görmeyerek sokakta aptal ve sırıtık bir suratla yürürken tüm heyecanımın havasını söndüren kocama hemen söylememeye karar verdim bebeği. Kürtaj isterse ilk önce ondan başlayabilirdim bu işleme.
Kalbimdeki varlığını parçalara ayırıp çıkarabilirdim bu kadar mutluyken. Neticede çocuğu aldırmamı isteyebilirdi de; katillik adamın ruhunda vardı. Ah ben o ruha seve seve kurban olurum ama çocuğuma bunu yapamazdım.

Elinde cennetin tapusunu tutan cahil ortaçağ köylüsü gibi pozitif yazan raporu sıkıca avucuma sıkıştırıp bir taksiye binerek şirkete geçtim. Yaen gitmişti ve Sang Woo ile Byung da hararetle bir şeylere bakıyorlardı. Ah onlar bile bana teletabiler gibi görünüyorlardı. Kyu ve Yaen’i de katarsam teletabispor tamamdı. Tanrım ne kadar sevecen ne kadar naif düşünceli birine dönmüştüm. Ve şimdi de “Güneş batarken ardından duvarların, bebeği öğrenme zamanı gelmiş Çakma Sicilyalının..” diyerek odasına yöneldim.

Hayır! Şimdi değil. Yüzüme yerleşen; evde kalmış kızlarını fabrikatör adamlarla evlendiren ajumma gülüşünü silip Sae Jun’un odasına girdim. Kapıyı çalmaya gerek görmeden dalmıştım. Kocam başını koltuğa yaslamış ve gözlerini kapatmıştı. Tanrım tüm dünyayı aydınlığa kavuşturmuş bir din adamının huzuru vardı yüzünde. Eh beni yola getirmek de büyük başarıydı ve Çakma Sicilyalım büyük bir ödülü hak ediyordu. Topuklarımın ses yapmasını engelleyerek parmak uçlarında yürüdüm ve ona kocaman bir öpücük vererek uyandırmak için sinsice yaklaştım. Tam bu sırada pantolonumun cebinde dikilen iri düğme masanın köşesine takılınca tüm dengem alt üst oldu ve çığlıklarımla beraber kocamın üzerine kapaklandım.

Sae Jun üzerine düşen molozlardan kurtulmaya çalışan depremzede gibi iki eliyle beni tuttuğu gibi üzerinden itti. Ah benim en orijinal Çakma Sicilyalım beni muhtemelen düşmanlardan biri sanmıştı. Ah Hayır! Onun kucağına atlayacak bir düşmanı önce ben yeryüzünden sürürdüm.

Benim olduğumu görüp şoku atlatınca da düşmeden tutabilmişti. Tanrım! Bebeğim aldığı bu darbelerle teyzesi Eun Mi’ye çekip gerizekalı olacak diye korkmayı bırakıp kocama sıkıca sarıldım.

“Han Ah bu da neydi Allah aşkına. Niye üzerime atladın” diye soran adama vereceğim cevabı düşünürken sadece sırıttım ve gerçeği söyledim.

“Sana sürpriz yapıp öpücükle uyandıracaktım ama şu hain masa bana komplo kurdu. Takıldım ve sonra düştüm” diyerek kendi kalesine gol atan zavallı futbolcunun antrenörüne baktığı gibi kocama baktım.

“Önemli değil. Sen iyisin değil mi?” diye sordu bu sırada kaygılı gözlerle..

“İyiyim ama şuram uff oldu” diyerek en iğrendiğim şey olan çocuk taklidi yapan kızların çıkardığı gollum sesini çıkararak dudağımı gösterdim.

Yakışıklı kocam önce bana sonra dudaklarıma bakıp çapkınca sırıttı.

Usulca uzanıp öperken de maharetli bir şifacı gibi tüm utangaçlığımı tedavi etti o öpüşmeyle. Tedavisi boyut değiştirerek gerçek bir azdırıcıya dönüştü ve benim de karşılığımla bir alev gibi hızla ikimize de yayıldı. Ah Koltuk Sevdası işte buydu!

Zorlukla kendimi çekerken bebeği söylemenin zamanı olup olmadığını düşünüyordum. Sae Jun’un yorgun olduğunu gördüğüm için de erteledim. Neticede karnımdaki küçük yaramaz şıp diye ortaya çıkacak değildi. Daha dokuz ay o hapiste tıkılı kalacağına göre muhteşem bir sürprizle bunu ona açıklamalıydım.

“Dışarıda yiyelim mi?” diye sorarak akşam yemeği için harika bir mekan seçmiştim.

“Tabi ki sevgilim sen nasıl istersen” diyerek elele ofisten çıktık.

Seçtiğim mekan bir kreşin tam karşısındaki orta kalitede bir restorandı. Bebeğim için standartlarımı iyice düşürmüş ve böyle bir yere talim olmuştum. Kocam da şaşırmıştı. Eh tabi kendisi gibi enfes seçimler yapan karısı böyle 3 yıldızlı bir yere gelince de sormuştu.

“Neden buraya geldik.. Özel bir anlamı mı var?” diye sordu.

“Aa yokk, egzantirik olsun diyerek” en egznatirik şeyi kareli masa örtüsü olan restorana içim kıyıla kıyıla baktım. Tam bu sırada bombanın pimini çektim. Evet kreş boşalmaya başlamıştı.

Küçük sokağın karşı tarafındaki rengarenk binanın kapısından aileler çıkarken keyifle gülümsedim. Biz henüz onlar gibi evli, mutlu, çocuklu değil de etli butlu sucuklu sınıfından olduğumuzdan kocamın ilgisini bile çekmedi bu manzara.

“Ah ne şekerler değil mi aşkım” diyerek babasının arabasının dikiz aynasını ısıran canavar bir çocuğu göstermekle sanırım hata yapmıştım.

“Şeker mi? Han Ah şekerden kastın şu manzara değil değil mi?” diyerek yanıtladı beni kocam. Durun durun yanlış örnekleri gösterdiğim için böyle düşünmüştü Sae Jun. Derhal Ayşecik modunda, polyanna suratında, şipşirin bir şeyi gösterip kocamı çocukların ne kadar şirin olduğuna ikna etmeliydim.

Maalesef böyle birini bulamadım. Kızın biri ses tellerini katleden mazoşist gibi durmadan çığlık atıyor, bir tanesi babasının dizini tekmeliyor, bir başkası çantasını yere fırlatıp üzerinde tepiniyordu. Ah Tanrım! Benim çocuğum da mı böyle Frankestian türüne dahil olacaktı yoksa? İçimde bir canavar yetiştiren Samara’nın anası gibi derin ürperti duydum. Ah hesaba katmadığım şey ise çocuğumun genlerini aldığı iki muhteşem insandı. Tabi ya ben Park Han Ah, güzelliğiyle dillere destan el değmemiş bakire (tamam tamam burasını siliyorum) diğeri yakışıklılığıyla alınıp duvara tablo diye asılacak bir adam olan Kim Sae Jun’dan müteşekkildi bu çocuk. Elbette mükemmel olacaktı.

Pesimist yorumlarımı bir kenara bırakıp çocuklara dalarken elimde okyanustan gelen sabah esintisini hisseder gibi tatlı bir his duydum. Kocam Elimi tutmuş ve dudaklarına götürmüştü. O eli sıkıca sarıp ona bakarken varlığım olan her şeyi ona hiç sakınmadan verebileceğimi biliyordum. Hem benim olan bir şey yoktu ki! Kalbim, benliğim, duygularım, hislerim, gelmiş, gelecek tüm yaşanmışlıklarım, her şeyim onundu.

“Seni çok seviyorum aşkım.” Diyerek bana bakan adama uzaktan bir öpücük gönderdim.

Ama o etrafa hiç aldırmadan yerinden uzandı ve bedenini masanın üzerinden uzatıp gerçek bir öpücük verdi bana.

“Hayata güvenme tatlıyı yemekten önce ye. Felsefem bu” derken ne kadar şirindi. Öpücüğüm tatlıysa bebeğimiz de pekala dondurma olabilirdi.

“Tatlının yanında dondurma ister misin?” diye sordum ansızın. Karnımdaki küçük Jun Ah’ı kastediyordum ama kocamın bu imayı fark etmesi için 40 yıl kadınlar kampında kalıp, kadınların bir şey derken aslında ne demek istediklerine dair verilen bir yığın derse katılması gerekiyordu.

“Dondurmayla aram yok” diyerek beni güldürdü. Ah olmadığını biliyorum ama sana külahta sunduğum o dondurmayı korkarım yemek zorunda kalacaksın tatlı kocam!



***

Sae Jun çocuklara dalmış karısına bakarken onun için bu canlıların ne kadar önemli olduğunu kavramıştı. Yine de buna hazırlıklı değildi. Belki seneye bu zamanlar karısını şiş karınla görmeye hazır olabilirdi ama şu an bu düşünce korkutucu olmaktan öteye gidemiyordu. Düşmanları bu kadar çok, karısı bu kadar dik başlı, bir çocuk bu kadar savunmasızken onları koruyamamaktan korkuyordu elbette.

Bu fikrini karısına açmasa da daha önce konuştukları için tekrar üzerinden geçmeye gerek duymadı. Han Ah’ın özlemle, beklentiyle bakan gözlerini başka şeylere kaydırmakta başarılı olacağına da emindi. Onun üzülmesine dayanamayacağı için yemeği erken bitirdi ve karısını belinden sıkıca sarıp arabaya kadar bir an olsun kendinden ayırmadan götürdü.

Gece karanlığına karışan lüks audisini sahil yoluna sürdü. Romantik birkaç dakika bir kadının asla hayır diyemeyeceği bir şeydi. Bu sırada genç adamın telefonu çaldı. Sae Jun ceketinin iç cebinden çıkardığı telefona bakarken kapatma tuşuna basarak arayan kişiyi engelledi. Ancak telefonun susacağı yoktu. En sonunda telefonu tamamen kapatırken Han Ah da dayanamadı ve sordu:

“Kimdi arayan?”

Bu; kadınların “Güzel miyim?” sorusundan sonra tarihte en çok kullandıkları soruydu ve Sae Jun da erkeklerin en çok kullandığı cümlelerden olan “Önemsiz birini” kullanarak karısına karşılık verdi.

Han Ah hamilelik psikolojisini taşımakta hayli aceleci davrandığı için ısrarla arayanın kim olduğunu sordu. Sonunda başarmıştı işte. Adamı gerçekten kızdırırken Sae Jun çatık kaşlarıyla cevap verdi.

“Haylaydı” dedi sadece.

“Hayla mı? Ah Tanrım o kadının numarası hala sen de ve hala seni arıyor öyle mi?” diye gürleyen Han Ah adamın aracı daha süratli kullanmasına neden oldu.

“Evli olduğumuzu bilmiyor Han Ah. Arayınca açmıyorum zaten” diyerek konuştu Sae Jun.

“Neden söylemedin ona? Yoksa bir beklentin mi?” demişti ki Sae Jun ani bir frenle aracı durdurdu.

Karısına öfkeden dönmüş gözleriyle bakarken “beklenti mi dedin sen?” diye bağırdı.

Han Ah istemsizce elini karnına götürdü. Tamam hamilelikte tüm fesat hormonların kocakarılar gibi dedikodu yaptığı bir gerçekti. Suçu hormonlara atmanın yanlış bir tarafı yoktuysa da genç kız kocasının sorusuyla afallamıştı.

“Hayır yani onu demek istemedim.. Ama eğer ona hayatında başka biri olduğunu söyl..”demişti ki kocası araya girdi.

“Onu senden önce bırakmıştım Han Ah. Evlendikten sonra, seni sevdiğimi söyledikten sonra hala bu şüphelerini görmek can sıkıcı” diye konuştu kocası.

“Benle evliyken ona gitmedin mi hiç? Yani biz düşmanken.. Birbirimize aşık olmadan önce.. Beni kaçırıp adaya götürdüğün zaman Hayla’nın sadece ihtiyaçların için yanında olduğunu söylemiştin” dedi Han Ah. Bunu yaptığı için adamı suçlayamazdı. Neticede ikisi birbirlerinin gırtlağına çökmeye hazırlanan Kuzey ve Güney Kore gibi düşmandılar.

“Hayır gitmedim.” Diye yanıtladı onu kocası ve aracın camını açıp telefonu kapkaranlık okyanusa fırlattı.

Han Ah adama şaşkınla bakıp, sevecen bir şekilde uzanıp omzuna başını koydu.

“Hem Sana bir şey itiraf edeyim. Seni ilk gördüğüm gün, hani CEO’ya CEPO demiştin” diye konuşmaya başladı Sae Jun. Bu cümlesiyle Han Ah onun göğsüne küçük bir yumruk attı. Aptallığını hatırlayıp kızarmıştı.

“eee?” diye yanıtladı onu ardından genç kız.

“O gün o lanet kalemi gömleğime takıp gittiğinde seni yatağa atmak için aklımdaki kırk tilkiyi çalıştırmaya başlamıştım” diye konuştu Sae Jun.

Han Ah şuh bir kahkaha atıp adama baktı.

“Planım dahiceydi ama değil mi? Gömleğin batmış olmalı” dedi.

Sae Jun yandan bir gülüşle gözlerini uzağa dikti. Bu ufak tefek kızdan bunu beklemediğini itiraf ettikten sonra da konuşmasını sürdürdü:

“Adamlarıma beni rezil ettiğin için seni çiğ çiğ yiyecektim. Tıpkı böyle” diyerek genç kızın başını tutup elleri arasına aldı ve tüm yüzünün her bir kıvrımını tutkuyla öperken Han Ah adama sarılıp nefes nefese konuştu:

“O gün ben de senin için aldığım nota Yürüyen Karizma, Koşan Asalet, Uçan yakışıklılık, Adım Adan Seksilik, diye yazmıştım” dedi Han Ah.

Sae Jun keyifle gülümserken “bir şeyi unutmuşsun” dedi ve kızın üst dudağını ağzına alıp emdikten sonra usulca fısıldadı: “Öldüren cazibe” dedi ve Han Ah’ın kahkahasını kendi ağzında sonlandırıp elleriyle de teninde sarsıcı izler bıraktı. Eli Han Ah’ın bluzunun altından girip yuvarlak kıvrımlara gelince de genç kız inledi ve bluzunun üstünden adamın elini tutup daha sert okşamaya zorladı onu. Sae Jun hafifçe gülümserken dokunuşunun şiddetini arttırıp dudaklarının hızını da katlayarak kızı kana kana içti.

Daha aşağılara gitmek için hamle yaparken gözlerine yansıyan keskin sarı ışıklar olacakları bitirirken adam sinirle ışığa baktı. Onlar gibi kaçamak yapan başka bir çift sahil kenarında durmuştu. Sae Jun kızdan istemeye istemeye ayrılırken Han Ah da aceleyle bluzunu düzeltti ve beceriksizce saçından bir tutamı kulağının arkasına kaydırdı. Ah ne zaman bu adamla en özel anları paylaşsa sonrasında kızarıp utanıyordu. Sae Jun da aracı çalıştırırken kıza baktı ve bakışlarını kaçırmak ister gibi dışarıyı seyreden karısının elini tutup sesli bir şekilde öptü ve “devamı kısa bir aradan sonra” deyip kocaman gülümsedi.

Ancak beklediği gibi olmadı. Genç kız uzun mesafedeki dağ evine kadar çoktan arabada uyumuştu ve Sae Jun’un tek yaptığı onu kucağına alıp eve taşımak, ardından kontrolünü zorlayan bir şekilde pijamalarını giydirmek –en ayıcıklı olanlarından- sonra da kendi göğsünde kızın hafif iniltili soluğunu dinlemekti. Tatlıyı hem yemekten önce hem de yemekten sonra doyasıya yiyemediği için somurtkan olsa da kızın rahatı kendi boğazından daha önemliydi!

Han Ah sabah uyanınca yüzüne yayılan engelleyemediği gülüşle kocasını aradı. Çoktan işe gittiği belliydi. Onu uyandırmadığı için kızsa da kocasının bunu düşünceli olmak için yaptığını biliyordu. Ama kendisi eğer böyle uyumaya devam ederse yakında karnında devasa bir deniz simidi, kalçasında bir zeplin bulacağı belliydi. Alacağı kiloları düşünüp pilates ve yogo hocalarına dökeceği hazineyi hatırlayıp suratını ekşitti. Eh her güzel şeyin bir bedeli varsa her mükemmel şeyin de daha pahalı bir bedeli olacağı aşikardı.

Neticede ortaya bir şaheser çıkarmak kolay değildi. İlk çocukları Jun ah –ki bu unisex ismi Han Ah çoktan seçmişti- tüm masraflara değecek bir hazineydi. Genç kız güzel bir kahvaltının ardından evde tembellik yapabileceğini düşündü ama bu ona çok sıkıcı gelmişti bile.

Bu sırada kocası da onu aramaktaydı. Han Ah heyecanla telefonu açıp adamla kısa bir süre cilveleştikten sonra birkaç saate şirkete geleceğini ardından özel bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Kast ettiği bebeği açıklamaktı ancak tipik bir akrep burcu erkeği olan kocası bu özel şeyi yatağa bağlayarak karısına “İstediğin her zaman” dedi.

Han Ah edepsizce sırıtıp, öpücükle telefonu kapattıktan sonra hazırlanmak için gardırobuna yöneldi. Eski bir dostla vedalaşır gibi baktı dolaba. Ah yakında bu kıyafetlerin hepsini bağışlayacaktı ve bu bağışlar Afrika’nın açlık sorununu bile halledebilirdi.

Fazla düşünmeden Üzerine lacivert, kolsuz bir bluzla, beyaz bermuda bir pantolon giydi. Saçlarını at kuyruğu yaparken Sae Jun’un o saçları çözüp eline doladığını hayal ederek tüm vücudunun ateş basmasını keyifle hissetti. Şoförler onu şirkete bırakırken de bol keseden herkese gülücük dağıtmakla meşguldü.

Asansörden çıkıp kocasının odasına yöneldi. Bu sırada Genel Müdür Yardımcısı ve Han Ah’ın ilk günden beri destekçisi olan Sang Woo genç kızın karşısında buz gibi bir suratla bir anda belirdi. Han Ah adama kocama gülümserken Sang Woo bakışlarını kaçırdı ve yere eğdiği başını kaldırıp konuştu:

“Han Ah, seninle çok önemli bir şey konuşmam gerek, kocanla ilgili” dedi ve genç kızın suratında şaşkın bir ifade oluşmasına neden oldu!


Bölüm Sonu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:01 am

Yamuk Prenses - 30. Bölüm
Tür: Romantik, komedi

30. Bölüm

Asansörden çıkıp kocasının odasına yöneldi. Bu sırada Genel Müdür Yardımcısı ve Han Ah’ın ilk günden beri destekçisi olan Sang Woo genç kızın karşısında buz gibi bir suratla bir anda belirdi. Han Ah adama kocama gülümserken Sang Woo bakışlarını kaçırdı ve yere eğdiği başını kaldırıp konuştu:

“Han Ah, seninle çok önemli bir şey konuşmam gerek, kocanla ilgili” dedi ve genç kızın suratında şaşkın bir ifade oluşmasına neden oldu!

Han Ah Sang Woo’nun dünyaya büyük bir göktaşı çarpacağını haber veren felaket tellalı gibi somurtkan suratını görse de içindeki sevinçten dolayı ona keyifle gülümsedi.

“Dinliyorum” diyen genç kız çantasını şuursuzca sallayıp içinde yükselen şarkıyı mırıldanarak adama bakarken Sang Woo cevap verdi:

“Ayaküstü olmaz Han Ah, odama geçelim” diyerek kızdan bir cevap beklemeden odasına yöneldi.

“Peki” diyen Han Ah adamın peşinden geniş bir odaya girdi.

Sang Woo’nun odası diğer personelin çalıştığı yerlere göre daha şık dizayn edilmiş, gerçek bir lükse sahipti. Eh tabi Genel Müdür Yardımcısı olmak zorlu bir görevdi. Hoş Sae Jun’dan sonra Sang Woo biraz köşeye çekilmişti ama sıkıcı iş konuları Han Ah’ın umurunda değildi nasılsa.

Genç adam koltuğa kurulup ellerini masaya dayamadan önce Han Ah’ın oturmasını bekledi. Han Ah dünyadan kopmuş bir melek olarak –mutlu bir melek- tüy gibi hafif bir hareketle koltuğa yayıldı. Belki de adam kocasından şikayet edecekti. Ah tabi ya zavallı sıradan insan evladı Sang Woo, Sae Jun gibi bir adamı her gün görünce Azraille karşılaşma korkusuna kapılmış olabilirdi.

Han Ah adamın içini rahatlatarak kocasının kimseye zarar vermeyeceğini sıkı sıkı tembih edecekti! Ama kendisini üzenlerin üzerine de Sae Jun’u salacağını bilmeliydi herkes. Salmak mı? Tanrım! Sae Jun Han Ah’ın kendisinden evcil ve saldırgan bir hayvan gibi söz ettiğini duyarsa genç kızın muhtelif yerlerinde el emeği göz nuru bir kaç mor motif oluşabilirdi. Han Ah bu düşünceyle kıkırdarken Sang Woo yapay bir öksürükle Han Ah’ı tekrar dünyaya indirdi.

“Han Ah, bunu nasıl diyeceğimi bilmiyorum.. Ben yani sen.. Off” diyen adam koltuğunda gerinip saçlarını elleriyle geriye doğru tararken derin bir nefes vererek Han Ah’ın yüzüne de sulu bir üflemeyle bir rüzgar savurdu.

“Sang Woo benim kaybedecek zamanım. Lütfen söyle. Ne yani? Kocamın doğum günü falan mı? Eğer kutlamazsak bizi Sicilya sokaklarına direk mi yapar? Ama hayır onun doğum gününe daha var. Ah Tanrım! Şimdiden hazırlıklara başlamalı, nasıl bir sürpriz yapsam ki, belki de Sicilya gezisi…”

“Han Ah!” diye gürleyen adam kızın hayal dünyasının kapısının suratına kapatırken yerinden kalktı ve masanın üzerindeki mavi dosyayı aldı. Dosyayı kıza uzatırken de çok sıkıntılı görünüyordu.

“Annenle babanın resmi olmayan ölüm raporu.” Diyen adam Han Ah dosyayı aldıktan sonra arkasını döndü.

“Babamın içkili olduğu için hakimiyeti kaybettiği söylenmişti. Bu rapor da nereden çıktı?” diye sordu genç kız. Hem Bunun kocasıyla ne ilgisi vardı?

“Evet baban içkiliydi ama onu yoldan çıkarıp o uçuruma sürükleyen bir kamyondu.”

Han Ah şaşkınlıkla adamı dinlemeye devam ediyordu. Bu konuşmanın sonunun nereye gideceği bilmiyordu.

“Sonra?” diye soran genç kız adamın yeniden derin bir nefes vermesine neden olurken Sang Woo daha fazla dayanamadı ve bağırır gibi konuştu:

“Han Ah anlamıyor musun? Annenle babanı öldüren kocan olacak o adam Kim Sae Jun’dan başkası değil!”

Han Ah kalbine bir anda çöken büyük bir uğursuzlukla hızla yerinden fırladı. Genç adamın karşısına dikilirken öldürücü bakışlarıyla bugüne kadar hiç olmadığı kadar sinirli görünüyordu.

“Sen ne dediğinin farkında mısın? Kocamın ailemi öldürdüğünü mü söylüyorsun seni rezil adam” diyerek Sang Woo’ya bağırdı.

“Elimde kanıt var. Lanet olsun Han Ah bunun benim için ne kadar ağır bir şey olduğunu biliyor musun? Eğer susarsam sonsuza kadar vicdan azabı çekecektim. Eğer konuşursam seni üzecektim. Ama dayanamadım. O pislik adam Başkanı ve eşini öldürttü!” diye konuşan adamı genç kız hızla itti.

“Sana inanmıyorum. Bu ne tür bir şaka!” diye bağıran genç kız gözlerine biriken yaşları fark edemeden adamı yumruklamaya devam ediyordu. Sang Woo en sonunda kızın bileklerini tutup sinirle gözlerine baktı.

“O kamyoncuyu aylar sonra radarda bulabildik. Adamın adı Choi Hyun, O gün kazadan önce ve kazadan sonra yaptığı tüm telefon görüşmelerinde Sae Jun’u aramış. Bu o kadar da açık bir kanıt değil mi? Yüzüme bak!” diye konuşan adam Han Ah’ın ısrarla kollarından kurtulma çabalarına karşılık elleriyle onu sardı ve şimdi hıçkırıklara gömülmüş narin bedeni teselli etmeye çalıştı. Lanet olsun Kızın bu kadar yıkılacağını bilmiyordu.

Han Ah cümleyi duyar duymaz hayır idrak eder etmez kalbinin vücudunu parçalayarak patlayacağını sanmıştı. Kulaklarına lanet edip o şeyi duymadığını fısıldıyordu kendine, belki de hayal görüyordu, belki de her şey bir kamer şakasıydı. Belki bir yanlış anlama, bir hata vardı. Belki de Park Han Ah koca bir aptaldı.

Han Ah adamın kollarından kayıp yere oturduğunda telefonu da durmadan çalıyordu. Bunu duyduğu bile söylenemezdi çünkü şuursuzca yerdeki bir noktaya dalmıştı. Gerçeği fark edip aklına hücum eden düşüncelerden boğulacak gibiydi. Kocası annesiyle babasını öldürüp, iğrenç bir yolla kendisiyle evlenmişti. Sae Jun onu dahiyane bir planla kandırmıştı. Önce anne babasını elinden almış, sonra şirket için belki de ölü babasından hala intikam almak için kendisiyle evlenmişti. Ona aşk sözcükleri söylemiş, onu öpmüş, ellerini teninde gezdirmiş, çocuğunu karnına koymuştu en sonda da.

Nefret ediyordu her şeyden, önce kendisinden tiksindi genç kız. İçindeki “şey”den bile nefret ediyordu sanki. Tüm dünya onunla dalgasını geçen bir sirk gibiydi. Bu lanet sirkin başında da kocası vardı ve herkesi cambaz yapıp ipte oynatıyordu.

Önce anne babasını o sirkten atmış, sonra kızlarını ayartmış ve kendi koltuğundan delicesine gülüyordu şimdi. Ah hayır! Kendi aptallığına kızmalıydı. O adam bir mafyaydı. Onu Romeo olarak görecek kadar akılsız olan kendisiydi. Adamın kaç leşi vardı Allah bilir. Anne ve babası ise skor tahtasını dolduran birere sayıdan başkası değildi.

Han Ah ölüm raporuna hiçbir şey anlamadan baktı. Bu sırada Sang Woo durmadan bir şeyler anlatıyordu kızın dinlediğini sanıp.

“Polislere bildirmedim, bunu kendim araştırdım Han Ah. Kuzey Kore’de ajanlık yapan üst düzey askeri personelle çalıştım. Başkan Park bana şu an elimde olan her şeyi veren adamdı. Beni çocukluğumdan bugüne kendi elleriyle getirdi. O belki beni öz oğlu yerine koymadı ama ben onu öz babam yerine koydum. Ölümünü asla kabullenemedim. Bunun arkasında bir şeyler olduğunu biliyordum ve ilk şüphelendiğim kişi Sae Jun’du.”

“Seni pislik herif bana neden söylemedin, beni nasıl uyarmazsın?” diye gürleyen Han Ah hızla yerinden kalkarak adamın karşısında sinirle durdu.

“Nasıl yapacaktım bunu. Bir ay sonra o adamla evlenmiştim. Üstelik o kadar mutlu görünüyordun ki sana hiçbir şey anlatmamaya karar verdim. Soruşturma da devam ediyordu. Kanıtlarım olmadan o mafyayı nasıl suçlayabilirdim. Ama günler sonra ajanlar o gün bölgedeki tüm kamera kayıtlarını incelediğinde bir kamyonun sürekli Başkan Park’ın aracını takip ettiğini fark ettiler. Plakadan kimin olduğunu bulmak çok kolaydı. Telefon işi ise birkaç saati almadı. İşte raporlar burada. O gün o adamın tek konuştuğu numara Kim Sae Jun’un numarası” diyerek şüpheye yer bırakmayacak şekilde Sae Jun’u katil ilan etmişti.

Han Ah şimdi ağlamıyordu. Sanki bir anda tüm göz pınarları kurumuştu. Tıpkı hisleri, duyguları, lanet olasıca aşkı gibi. “O adam”dan ne bekliyordu ki Tanrı Aşkına! O bir mafyaydı. Sae Jun’u olmadığı biri gibi görmek Han Ah’ın basiretsiz, aptal duygularının bir ürünüydü. Han Ah akan makyajını silerken odadan hızla çıktı. Bunu o alçak adama ödetecekti!

Koridora girince nihayet çalan telefonunu duydu. Birkaç dönemeçten sonra O adamın odası vardı. Ona baba olacağını söyleyecekken şimdi bir katil olduğunu yüzüne vuracaktı. Ancak Han Ah hışımla yürürken bir anda durdu. Hayır! Adam bunu elbette inkar edecek, yine o yakışıklı yüzüne yerleştirdiği o muhteşem gülüşle kendisini saracak, Han Ah o maharetli elleri hissedince de onun yalanlarına inanacaktı. Lanet olsun kocasını şimdiden deli gibi özlemişti!

Kendine küfürler yağdırarak şirketten çıktı. 2583737. Kez çalan telefonu nihayet sinirle açarken karşısındaki sesle kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu.

“Ne var ya ne var??” diye gürlerken Sae Jun karşıdan sinirle konuştu:

“Nerdesin sen?”

“Sana nee? Kölen miyim bana yine hesap sormaya kalkıyorsun haa?”

Tanrım! Bu adama kızmak elinden gelmiyordu. Onun kollarına koşup ağlamak, teselli bulmak istiyordu. Bir katile aşık olduğu için gidip başka bir katilden avuntu bulmak ha! Hayır iki katil de aynı kişiydi: Biri ailesinin katili, diğeri kalbinin!

“Han Ah sen iyi misin? Bana pek de iyi gibi gelmedin. Neredesin gelip seni alacağım” diyen adamın suratına telefonu kapatmadan ve onu ne denli öfkeden deliye çevirdiğini fark etmeden bağırdı:

“Eun Mi’ye gidiyorum” deyip telefonu kapattı.

Ah hayır yine mi? Han Ah yanaklarından süzülen şelaleye ve gözlerinden akıp dağılan makyajına aldırmadan bir taksi çevirdi. Nereye gidiyordu sahi.. Taksiciye yolu tarif etmeden Eun Mi’yi aradı.

“Eun Mi Tae Bin yanında mı?”

Eun Mi’den gelen kıkırdama sesiyle Han Ah o Junior Çakma Sicilya’lının orada olduğunu anlamıştı.

“Bana hemen adresi ver, onun evinde misin?” diye bağırırken taksici hala yol tarifi bekliyordu.

“Han Ah şu an pek müsait olduğumuz söylenemez” diye konuşan Eun Mi genişçe esnerken Han Ah sakinleşmek için gözlerini kapattı.

“Eun Mi bana hemen adresi vermezsen yemin ediyorum duvarına o koca göğüslerinin silikon, o koca poponun estetik, o ördek dudaklarının şişirilmiş olduğunu yazmakla kalmam, bir de hepsini masraftan kaçmak için gidip Tayland’da yaptırdığını da herkese yayarım”

Eun Mi tiz bir çığlık atıp fısıltıyla Han Ah’a küfrederken Tae Bin’in evinin adresini verdi. Han Ah 20 dakika sonra o evdeydi. Kapıyı kırarcasına çalarken Tae Bin dağılmış saçları ve yorgun yüzüyle kapıyı açtı. Han Ah adama iğreniyormuş gibi bakıp tek eliyle güçlü vücudunu iterken içeriye daldı.

“Tae Bin bana 20 Nisan’da senin ve Sae Jun’un ne yaptığını söyle derhal.” Diyerek uyku sersemi olan adamı hayli şaşırtmıştı.

Adam kaşlarını çatıp kıza bakarken Han Ah adamın iriliği karşısında hayrete uğradı. Kocasının boyunda olmasına rağmen iri ve çok yapılıydı. Yüzü de yakışıklı sayılsa bile Sae Jun’un yanından bile geçemezdi.

“20 Nisan mı? Han Ah nasıl hatırlamamı bekliyorsun? Tamam dur dur, ben o tarihte Hong Kong’a gitmiştim. Sae Jun da Seuldeydi ama neredeydi bilmiyorum.”

“İyi düşün” diyen Han Ah parmağını tehditkar bir şekilde adama sallarken Eun Mi de son derece cüretkar iç çamaşırıyla salona girdi.

Han Ah kıza bakıp dalga geçerek kafasını sallayınca Eun Mi “Hava çok sıcak ama” dedi.

“Belli belli” diyen Han Ah kızdan gözünü ayırıp Tae Bin’e baktı. Adam bir şeyler bulmak ister gibi düşünüyordu.

“Hatırladım. O gün Sae Jun önemli bir haber bekliyordu. Bir adam sorun çıkarmıştı” dedi Tae Bin.

Han Ah korku dolu kalbiyle ona bakarken daha fazlasını dinleyemeyeceğini anladı.

“Limanda bir sorun vardı galiba” derken Han Ah çoktan kapıya yönelmişti. Duyacaklarını duymuştu. Liman ha! Busan yolu olmasın o? Ailesinin aracının üzerine ölüm getiren o lanet kamyondan bir haber almayı bekliyor olmasındı? Bunu elbette Tae Bin’e demedi.

Genç kız lüks apartman dairesinden çıkıp bedenini bilinçsizce sokağa atarken telefonu durmaksızın çalmaya devam ediyordu. Çakma Sicilyalısı Orijinal katili kölesini, avını, oyuncağını bulamadığı için köpürmüş olmalıydı. Han Ah bir an için telefonu fırlatıp atmayı, o adamdan intikam alır gibi de üzerinde tepinmeyi düşündü ama sadece acı acı ağladı. Ailesiyle arası hiçbir zaman çok iyi olmasa da onlar anne babasıydı. Ruhsal çöküntüde de olsa Onu doğuran masum bir kadındı Park Miyun, sevgisiz, paragöz bir adam olsa da Han Ah’a her şeyini veren babasıydı Park Kyung. Ama o adam Kim Sae Jun genç yaşında tüm nefreti kalbine yüklemiş bir mafya patronuydu. Kendisini oyuncak gibi kullanması, şirketleri almaya çalışması elbette normaldi.

Han Ah bu sırada elini karnına koyarken gözyaşları da adeta bir çağlayana dönüşmüştü. O adamın çocuğunu taşıdığı için her şeyden, kendisinden, bebeğinden bile nefret edebilirdi. Hayır bunu yapamazdı. O bebeği istiyordu! Ve Sae Jun’a söylemeden tek başına büyütecek ve ona hiçbir zaman göstermeyecekti!

Genç kız bu hisler ve bilinçsiz hareketlerle taksiye binip evine gitti. Hala o eve niçin gittiğimi sorgulayamadı bile. Ormanlık arazide duran taksiye yüklü bir miktar para verip üstünü almadan kapıya yöneldi. Kızı gören adamlar Han Ah’a derhal kapıyı açarlarken birisi aynı hızla telefonuna yöneldi. 20 dakika sonra Sae Jun sinirden delirmiş halde eve geldi.

Han Ah odaya girip hızlı bir duş alıp biraz olsun rahatlarken üzerine rahat bir şeyler giydi. Sae Jun’un gelmesine daha çok vardı muhtemelen. Onu hala görmek istediği için aynadaki aksine nefretle baktı. Kafasını eğip havluyu saçlarına dolarken de ansızın kendisini saran kollarla hem korkudan sıçradı hem de derin bir nefes verdi. Kocasının güçlü erkeksi varlığı odanın bile aurasını değiştirmiş gibi Han Ah’ı memnun etmişti.

Ancak bir andan kendini adamdan çekti. Onun gözlerine bakmaya hazırlıklı değildi. Bu kahrolası katile daha önce de pek çok kez bakmıştı ama şimdi yıllardır görmediği sevdiği adama bakar gibi bakacağını anlamış ve bakışları buluştuğu anda eriyeceğini fark etmiş olarak odanın uzak bir noktasına kaçtı.

“Ne oldu yine” diye soran adamın sesi son derece katıydı.

Bu Han Ah içine yeterli bir kıvılcım oldu. Adama aynı öfkeyle bakarken kayıtsızca “Hiç” dedi.

“Nereye gittin bugün ve neden telefonunu açmadın” diye soran adama meydan okur gibi bakarken “Canım istemedi” diyebildi. Ah bunu demek o kadar zordu ki. Neyse ki rol kabiliyeti her zaman iyiydi.

“Canın.. İstemedi öyle mi?” diye soran Sae Jun öfkesini zorlukla kontrol ediyordu.

“Evet, gezdim dolaştım, arkadaşlarıma gittim, bu son derece normal değil mi?” diyen genç kız şöyle devam etti:

“Ah tabi ya bunlar sana göre normal değil. Sana göre normal olanlar birilerini yaralamak, öldürmek, plan kurmak…” derken Sae Jun hızla uzanıp kızın belini sertçe kendine çekti.

“Yine ne oluyor Han Ah, ne demek istiyorsun?” diye sorarken Han Ah adamın kolunu itti ve gözlerine nefretle baktı. Ona her şeyi açıklamalıydı. Ona ne denli aşağılık bir adam olduğunu söylemeli ve derhal boşanacağını anlatmalıydı. Hayır! Bu kadarını yapacak gücü yoktu genç kızın.

“Hiçbir şey demek istemiyorum. Bana biraz izin ver misin? Yalnız kalmak istiyorum” diye konuştu en sonunda.

Adam buz gibi bakışlarını kıza dikerken “Yalnız kalmak istiyorsan çıkabilirsin” dedi.

Han Ah önünde güçlü varlığıyla dikilen adamı iki eliyle itip duvarı aşmayı denedi. Adımını atmıştı ki Sae Jun kolundan yakaladığı gibi kendine çekti.

“Özel bir şeyler yapmak için şirkete gelecektin, neden gelmedin?” diye sordu genç adam. Sesi sakin ve anlayışlıydı. Han Ah’ın gelgitlerine alışmış biri olarak eskisi gibi hemen esip gürlemeyecekti. Kızın kendisine iğrenir gibi olan bakışını görünce de bunda zorlanacağını anladı.

“Özel şeyleri tek başıma yaptım, mesela tuvalete gittim, yemek yedim, sinirlendim, senden nefret ettim.. Daha başka özel şey duymak ister misin?” diye konuşan genç kız kolunu adamın elinden hızla çekti.

“Lanet olsun Han Ah, beni çıldırtmaya mı çalışıyorsun?” diye bağıran adam kıza delici bir öfkeyle bakarken Han Ah içinden taşan ağlama ve kendini adamın kollarına atma isteğini inatla geri savuşturarak aynı şekilde bağırdı:

“çıldırırsan ne olur? Beni de mi öldürtürsün?”

Bu sefer sakınmadan söylemişti. Elinde kalan tek şey olan gururunu yeniden ayaklarının altına almasına izin vermeyecekti bu adamın!


Bölüm Sonu..
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:02 am

Yamuk Prenses - 31. Bölüm
Tür: Romantik komedi

***

“Lanet olsun Han Ah, beni çıldırtmaya mı çalışıyorsun?” diye bağıran adam kıza delici bir öfkeyle bakarken Han Ah içinden taşan ağlama ve kendini adamın kollarına atma isteğini inatla geri savuşturarak aynı şekilde bağırdı:

“çıldırırsan ne olur? Beni de mi öldürtürsün?”

Bu sefer sakınmadan söylemişti. Elinde kalan tek şey olan gururunu yeniden ayaklarının altına almasına izin vermeyecekti bu adamın!

Bölüm 31


Sae Jun duyduklarını başka herhangi bir şeye yormadı. Han Ah’ın yine mesleğine atıfta bulunduğunu sanmıştı. Yine de kızgınlığının nedenini merak ediyordu. En son telefonda kendisine açık seçik birkaç cümle kurmuş ve sevgisini dile getirmişti. Sonra birden bir sinir küpüne dönmüştü. Tanrı şahit ki Sae Jun böyle gereksiz nazlanmaları çekecek bir adam değildi. Daha güçlü bir silahı vardı ve bu amaçla kıza iyice sokuldu.

“Sanırım seni iyi hissettirecek bir şey biliyorum” derken Han Ah’ın beline sarılmıştı elleri.

Genç kız bu temasla derin bir ürperti duydu. Bu adama aşıktı, onun kendisine bakmasını, konuşmasını, beline tam da böyle dokunmasını, kızınca sakinleştirecek bir şeyler yapmasını, tensel imalarını, sönmek bilmeyen arzusunu her şeyini seviyordu. Şimdi bu sevgiye karşı koyacak gücü bulmak için içinden yalvarıyordu. Hayır Han Ah’tı o. Erkeklere karşı asla aciz olmamıştı. Hele bir katile, hele ailesinin katiline asla!

“Dokunma bana, beni iğrendiriyorsun” diyerek adamın kollarını kendinden uzaklaştırdı.

Sae Jun delirmişti. Anlayamıyordu.. bu aptal kadın sınırları zorlamanın kaçıncı evresine geldiğinin farkında değildi herhalde. Yoksa kocasına bu kadar düşmanca davranmaması gerektiğini anlardı.

Genç adam sinirle kendisine bakan kadına sakin ama yatıştırmaya çalıştığı öfkeli bir sesle konuştu:

“Bana hemen ne olduğunu açıkla.”

“Sen bana ne yaptığını açıklasan” diye kız başını dikleştirdi.

“Lanet olsun Han Ah, sabrımı zorlama. İnan bana aşkım o kadar da kuvvetli bir sabrım yoktur.

“Ahhh biliyorum biliyorum. Sabrını taşıran herkesi öldürtmek senin için günlük hayatın rutinleri değil mi? Tıpkı annem ve babama yaptığın gibi.”

Sae Jun çatık kaşlarını kıza dikti. Bu aptal kız ne diyordu böyle?

“Annene babana ne yapmışım. Açık konuş” diye bağırıp kızın kolunu öfkeyle kavradı.

“Evet sevgili kocam bugün öğrendim tüm pislikleri. 20 Nisan’da ailemin öldüğü o kazada onların üzerine o kamyonu sen gönderdin… “ diyen Han Ah gözlerine biriktirdiği yaşları umarsızca akıttı.

“Ne?” diye fısıltıyla soran adam kulaklarına inanamıyormuş gibi kıza bakıyordu.

“Bana rol yapma. Ailemi sen öldürdün pislik herif, sen bir katilsin… Benimle de onların cesedinden intikam almak için evlendin. Senden nefret ediyorum, nefret..” diye inleyen kız adamın sert kaslı gövdesini yumruklarken Sae Jun Han Ah’ın ellerini tuttu ve canını acıtırcasına sıkarken gözlerine inatla baktı.

“Ben yapmadım… Onları ben öldürmedim… Bu saçmalığı da nereden çıkardın” diye bağırarak konuştu.

Han Ah ellerini çekmeyi düşündü ama adamın kelepçeli o kadar sıkıydı ki parmaklarından kanlar çekilmeye başlamıştı adeta.

“Canımı acıtıyorsun hayvan herif, bırak beni” diyerek bu sefer ayağıyla adamın dizine sert bir tekme geçirdi.

Sae Jun kızı yere doğru itercesine bırakırken Han Ah’ın bedeni de dengesini kaybedip geriye doğru savruldu. Bir süre ikisi de susup birbirlerini süzdüler. Sae Jun henüz şoku atlamamış, duyduklarını hazmetmeye çalışıyordu.

Bir süre sonra da konuştu: “Bunu sana kim söyledi? Delili var mıydı?” diye sakince soran adam karısını kaybetmek istemediği için öfkesine kontrol altına almıştı.

“Söyleyenin ne önemi var. O gün babamı öldüren kamyondaki adamı arayıp durmuşsun, ona hangi uçurumdan atması gerektiğini mi söylüyordun ha? Ahh sana nasıl inandım, lanet olsun seni nasıl sevdim… Benim de kanıma girdin benim de ölümüm oldun, artık bir cesetten farksızım mutlu musun?” diye haykırarak ağlayan kıza yetişen adam ona sarılmak istedi ama öyle bir hamleyle durduruldu ki içindeki volkanı dindirmeyi bırakarak kıza öfkeden kararmış gözleriyle baktı.

Han Ah kendisine yaklaşan adama o kadar güçlü bir tokat atmıştı ki Sae Jun’un yüzü sağa doğru dönerken dişlerini sıktı ve gözlerini kapattı. Az önce kıza sarılmak için uzanan eli şimdi yumruk şeklindeydi ve o yumruğu o kadar güçlü şekilde duvara geçirdi ki duvardan çıkan ses Han Ah’ı bile korkuttu.

Genç kız bir adım geriye doğru yalpalarken Sae Jun tükürür gibi konuştu:

“Korkma sana zarar vermeyeceğim. Sen kendine yapacağını yapmışsın zaten. Bunca süre beni tanımadıysan, bana inanmayacaksan sana kendimi kanıtlamayacağım Han Ah. ” diye konuştu. Sesi sinirli bakışları alev doluydu.

“Ahh tabi beni niye ikna edesin ki, hem yaptığın bir şeyi hem de kanıtı olan bir şeyi nasıl değiştirebilirsin. Senin ne aşk sözcüklerine ne de o tatlı dokunuşlarına kanacak değilim artık” diyen genç kız bir anda irkildi. Tatlı dokunuş mu? Tanrım adamı şimdiden özlemişti ve bu özlem kelimelere bile yansıyordu. Ama onu özleyemezdi. İnsan nefret ettiği birini özlerse bu mazoşist manyağın biri olduğunu göstermez miydi?

“Sana asla yalan söylemediğimi ve beni yalancılıkla suçlamaman gerektiğini sana ilişkimizin başında söylemiştim Han Ah. Şimdi bana değil ne idüğü belirsiz birilerinin sözüne inandığın için bil ki seni affetmem çok zor olacak. Ayrıca o lanet babanı öldürmek isteseydim inan bana sevgilim arkamda hiç iz bırakmazdım” diyerek kıza iğrenen bir yüz ifadesiyle baktı.

Han Ah şoke olmuş halde adamı dinliyordu. O kibirli suratına bir tane daha çakmamak için kendiyle büyük bir savaş verirken alaycı bir gülüşle adama baktı.

“Evet hatayı sen değil ben yaptım. Beni kullanıp kullanıp atarken sevgine inandım, sana inandım. Ailemin katiliyle aynı yatağa girdim, aynı evde yaşadım… Ona en mahrem sırlarımı açtım, kendimi teslim ettim.. Bu benim hatam… Senden ne kadar nefret ettiğimi anlatmam için sözcüklerim yetersiz kalacak… Beni kendimden iğrendirecek kadar nefret ediyorum senden” dedi genç kız.

Gözyaşlarının yerini ölümcül bir öfke almıştı. Elinde olsa gözlerinden çıkarabildiği ateşle adamı cayır cayır yakacaktı.

“ Sen inanacağına inanmışsın, sana yapmadığımı söylediğim halde biraz olsun bana inanmıyorsan ailenin katiliyle yaşaman için bir sebebin de kalmıyor Han Ah. Eğer benden özür dileyip her şeyi unutmamı sağlarsan bunları yaşanmamış sayacağım ama bana inanmamakta direnirsen kararına de saygı duyacağım. Ben de sadakatsiz bir kadını istemiyorum. İstediğin zaman gidebilirsin.. Ve unutma gittiğin zaman bir daha asla dönemezsin!” dedi Sae Jun ve kıza umursamaz gözlerle bakıp odayı terk etti.

Han Ah adamın ardından şoke olmuş halde bakarken ayakta durmakta zorlanınca yere çöktü. Belki 2 saat boyunca aralıksız ağladı. Akıtacak gözyaşları kalmadığını anladığında da gardıroba yönelip valizini hazırladı.

Sae Jun Han Ah’ın yanından ayrılıp adamlarına birkaç emir verirken BMW’lerden birini alıp gecenin karanlığına karıştı. En son Han Ah’la gittiği sahil kenarında durup alışkanlık haline getirmediği sigarasından bir tane çıkarıp yaktı. Gözünü nereye diktiği ya da neye daldığını bilmiyordu. Aklında kızın iğrenen yüzü, kendisinden nefret eden bakışları vardı. Etsindi! Nefret etsindi sorun değildi. Asıl canını sıkan karısının onca şeyden sonra kendisine inanmak için biraz bile çaba harcamadığıydı.

Aklında her şeyi oturtmuş ve kendisine söylenene kolaylıkla kanmıştı. Bu durum cin gibi durmadan aklı çalışan kadına göre değildi. Onun aklını çelmek bu kadar kolay olduğuna göre Han Ah’ın baştan beri kendisine dair şüpheleri olduğu gerçeğini haykırıyordu. Bu kadın kocasının, ailesini öldürüp ardından kızlarını baştan çıkaracak kadar adi bir adam olduğuna inandığına göre geriye tek bir şey kalıyordu: aldırmamak.

Lanet olsun bunu yapamıyordu. O kadını bu kadar severken bu kadar büyük bir yıkımı yüklenecek cesareti yoktu. Ama gururu vardı. Gururu yerle bir edilmiş bir adamdı. Karısından ayrı her an, her saniye öleceğini bilse de daha fazlası için onu ikna etmeye çalışmayacaktı. Ama bu oyunu kim kurduğunu elbette bulacaktı. Adamlarını arayıp gereken talimatları verip gözlerini uzaklara dikti. Hayatı tam anlamıyla berbattı.

Kararı Han Ah’a bıraktı o an. Gitmek ve kalmak onun seçimiydi. Eğer giderse her şeyi bitirecekti, eğer kalırsa onu affedecekti!

***

Kendi ilmeğimi boynuma kendim takmıştım. Dünyada aşkın varlığına inanmayı geçiyorum gide gide o lanet adama aşık olmuştum: Ailemin katiline. Sang Woo’dan olanları duyduğumda elbette inanmamıştım ama deliller gerçeği haykırırcasına söylüyordu. Kim Sae Jun bir katildi. Öz ailemin katili, aşkımın, dünyaya dair inandığım her şeyin katiliydi.

Karşısına geçip söylediğimde ise beni ikna etmek bir yana gidebileceğimi söylemişti. “Bana inanmıyorsan gidebilirsin” demişti. Seni pislik herif. Bana inanacak bir delil verirsen ayaklarına kapanabilirdim ama hayır o kaf dağındaki burnunu biraz olsun yere eğmeden odayı terk etmişti. Ailemin katiliyle aynı evde değil yaşamak bir dakika bile duramazdım.

Valizimin bir kısmını hazırlayıp çıkarken adamlardan biri valizi kaptığı gibi bir aracın bagajına attı. Gidişim ileri sarılmış bir filmi gibi o kadar hızlı oluyordu ki o Çakma Sicilyalının benden kurtulmak için nasıl da aceleci davrandığını görüp öfkeden deliriyordum. Öfkeliysem, bu akan nedir gözlerimden! Lütfen Tanrım şu evin sınırlarından çıkana kadar ağlamama izin verme.. Ama bu imkansız bir duaydı. Gözlerimden sicim gibi yaşlar boşanırken kendimi araca atıp gecenin karanlığında kamufle olmak istedim. Gözlerim benden habersiz kocamı ararken son bir kez göremediğim için içimdeki hayal kırıklığına küfredip büyükbabamın yanına doğru yola koyuldum. Her şey bitmişti!

Gecenin bir vakti eve geçtiğimde büyükbabam da içerideki kanepede sızmıştı. Lorenzo da olmasa kapılarda kalacaktım yani. Yaşlı adamın gürültülü soluğu tüm evi inletirken bir bacağı kanepeden sarkmış, ağzı sonun kadar açık bir halde horluyordu. Bu görüntüye gülerek baktım. Bu adamın bile benden renkli bir hayatı vardı. Üzerine örtmek için getirdiğim battaniyeyle kendine biraz olsun gelen adam zorlukla konuştu:

“Hanayaaa evinin yolunu mu şaşırdın kızım” diyip tıs tıs gülerken cevap verdim:

“Kalbim büyükbabacım, yolunu şaşıran o”

“Kalbine güvenmeyeceksin kızım. Ota da konar b.ka da ama bize hep ikincisi denk gelir hehe” diyerek güçlü bir kahkaha atan adama katılmamam mümkün müydü? Benim kalbim en beterine konmuştu. Tanrım! Sicilya’ya bir göktaşı düşürürsen eğer uzaya kadar giderek dini açılımlar yapacağıma söz veririm.

Büyükbabamla derin felsefik konuşmamızı sonlandırıp odama çıktım. Ah ne çabuk o adama, evime olan aidiyetimi sonlandırarak bu evdeki odaya odam demiştim. Çakma Sicilyalımı da kalbimden böyle kolay atabilecek miydim? İçimde onun çocuğunu taşırken hem de öyle mi! Han Ah yıllarca sürecek eziyete hazır ol kızım. O adamdan çocuğunu saklasan bile kendinden onun varlığını nasıl saklayacaksın?

Uykusuz geçen gecemin ardından sabahın köründe Eun Mi’nin telefonuyla zavallı uykumu telef ederek uyandım.

“Han Ah hemen buluşmalıyız. Çoook önemli bir haberim sana.”

Tüm plastik cerrahlar bir gece ölmüş müydü? Lanet olsun bu önemli haber de neydi? Ancak 3 saat sonra odadan çıkıp yavaş yavaş depresyona giren vücudumu istemsizce salona sürükledim.

Aşağıda büyükbabam ve Eun Mi kıkır kıkır gülerlerken gelişimle son derece ciddi bir havaya büründüler. Ah ne inandırıcı ama!

“Han Ah bebeğim iyi misin sen? Niye buradasın o kocan olacak ızbandut yine ne yaptı?” diye sordu harabojim.

“İyiyim büyükbabacım. Onun yurtdışı gezisi var yalnız kalmamak için buraya geldim” diyip yalan söylerken adam bana nihayet rahatlamış gözlerle baktı.

“Eğer seni üzerse unutma sicili kabarık bastonum onun hakkından gelir.” Diyerek kapıya yöneldi.

“Eun Mi hayatım ben çıkıyorum sonra kaynatırız. Eh 25 lik çıtırlar beni bekliyor” diyen adamın özgüveninin azıcık ucundan ısırmayı düşünsem de ona kızgınlık bakıp cevap verdim:

“Harabojii niye kendin gibi 60 lık çıtırlara gitmiyorsun haa?” diye konuştum.

Büyükbabam eliyle iki dolgun göğsü tutar gibi yaparken edepsizce cevap verdi: “Kurutulmuş şeftalidense dalından taze taze yemeyi tercih ederim”

“Yaaaa!” diye adamın arkasından gürlesem de sesim ancak kapıda heykel gibi dikilen Lorenzo’ya kadar gitmişti.

“Evet Eun Mi seni dinliyorum” diyerek sinirimi bu mağaza poşetinden çıkarmak için arkadaşıma döndüm. Ona her baktığımda o lanet sevgilisini, oradan da çarpı iki lanet kocamı görüyordum. Ah ama onu delicesine özlemiştim.

“Han Ah.. Sıkı dur.. Ben, ben evleniyorum”

“Ah canım ev mi aldın kendine?” Yani evleniyorum kelimesi Eun Mi için ancak buna yorulurdu.

“Ne evi saçmalama Han Ah. Şu kıt beynini biraz çalıştır lütfen. Evleniyorum.. Tae Bin bana evlenme teklif etti.”

Üzüm üzüm baka baka kararır. Tae Bin denen yürüyen entrika makinesi benim gerizekalı arkadaşımla işi pişire pişire kendindeki zekanın sünerek yok olmasına neden olmuştu. Ohh iyi de olmuştu. Bir ömür boyu Eun Mi isimli bir ilkokul çocuğunu çekecekti.

Yine de arkadaşım adına sevinip damat adayını da aklımdan çıkarıp yerine Johnny Deep’i koyarak onu tebrik ettim. Eun Mi de evlendiğine göre siz sevgili evde kalmış kızlar: Umudunuzu asla kaybetmeyin! Dünyada her an bir mucizeye rastlamak mümkün.

“Çok sevindim Eun Mi. Her ne kadar Tae Bin olduğu için üzülsem de umarım mutlu olursun? Düğün ne zaman?” diye konuştum. Şanssızlığa bakın ki ben Eun Mi’nin en yakın arkadaşıydım ve ona her zaman destek olmalıydım, düğün, nikah, sünnet dahil!

“Düğünü birkaç hafta sonraya düşünüyoruz. Tae Bin’in halletmesi gereken leşleri amaaan işleri varmış da” diyen Eun Mi’ye hayatın sırrını çözdükten sonra çay içen o karikatürdeki adam gibi bilgiç bir ifadeyle bakıp başımı salladım.

Leşler aksamaya gelmez değil mi?



***

Han Ah Eun Mi’yle beraber çıktı evden. Eun Mi düğün hazırlıkları için Tae Bin’le buluşmaya giderken Han Ah da Sae Jun’un evine geçip kalan eşyalarını almaya gitti. En son o evi terk ettiği zamanı hatırlamıştı. Şirketleri Sang Woo’ya devredip de Sae Jun’u çıldırttığı zamandı. Gitmişti ama yine gelmişti o eve. Hem de çakma Sicilyalısı aşkını şehir fıskiyelerinin efekti altında ilan ettikten sonra.

Han Ah bu anıyı hatırlayıp yeniden gözlerini dolduran yaşlara lanet ederek dağ evine yöneldi. Sae Jun şirkette olmalıydı. En azından onu görmeyecekti. Ah belki bir kez görse… Elbette kinini canlı tutmak için görmeliydi o adamı. Ama görememişti. Bahçe kapsından girerken kocasının aracını görememişti çünkü. Hızlı adımlara villanın kapısına yöneldi. Bu sırada dışarıda ağzı açık duran çöp poşeti dikkatini çekmişti. Çünkü o poşette bir yerlere bakan iki tanıdık göz görmüştü.

Poşetin ağzını kaydırıp içindekini görünce derin bir uçuruma düşüyormuş gibi hissetti. Çöpe atılan şey kendi portresiydi. Kyu’nun yıllar evvel çizip şirketine astığı Sae Jun’un şaibeli bir şekilde eline geçirip evindeki baş köşeye koyduğu tabloydu! Han Ah adamın kalbinden de böylece sökülüp atıldığının farkına varıp gözlerini hızlıca sildi ve diğer eşyaları boş vererek kapıdan da adımını içeriye atmayarak gerisin geri evden ayrıldı.

Elini kalbinin üstüne koyduğunun da farkında değildi diline pelesenk olan küfürlerin de.

“Hanım efendi… Hanımefendi. Küfretmeniz bittiyse nereye gittiğimiz sorabilir miyim?” diyen taksici kızın dikkatini dağıtırken kararlı bir sesle bağırır gibi konuştu: “Park Holding’e!”

Genç kız taksiden inip emin adımlarla şirkete geçti. Demek Çakma Sicilyalısı, Çin Malı mafyası bu kadar kolay çöpe atıyordu onun varlığını. Han Ah adamı kendisinin terk ettiğini unutarak kararlıkla binadan girmişti. Sang Woo onu görünce de hemen kızın koluna sarılıp odasına sürükledi.

“Han Ah o adamın burada ne işi var?” diye soran Sang Woo’ya şaşkın gözlerle baktı genç kız. Sae Jun’dan bahsettiği belliydi.

“Burası onun şirketi Sang Woo ne işi var da ne demek?” diyerek adamı yanıtladı. Başka ne diyebilirdi ki!

“Han Ah o bir katil! Lanet olsun daha 3 ay önce babanın oturduğu koltuğa kendisi kurulmuş ve sen hala onu koruyorsun” diye gürleyen Sang Woo’ya ne diyeceğini bilemiyordu.

“Ne yapmamı bekliyorsun. Hisseler onun. Gidip zorla mı kaldırayım” diye sordu genç kız.

“Polis diyorum Han Ah. Polise şikayet etmeyecek misin?” diye konuşan genç adam elleriyle saçlarını karıştırıp sinirle odada volta atmaya başladı.

“Polis mi?”

Han Ah bunu hiç düşünmemişti. O adamı şikayet edebilir miydi? Belki de bunu yapmalıydı. Zaten tablonun atıldığını gördüğünden beri onu işkence ederek öldürmeyi (!) istiyordu. Yine de polis fikrine sıcak bakmadı. En azından birkaç gün düşünecekti. Delilleri inceledikten sonra. Onun hapse girmesini istemiyordu ki. Ah onun her an karşısında durup o muhteşem varlığını izlemek istiyordu. Bu düşüncelerine kızarken adama baktı…

“Dosyayı yeniden açmaları için başvuruyu düşüneceğim. Gereken soruşturmayı polisler yapacaktır Sang Woo. O adam da cezasını çekmeli elbette” diyerek geçiştirdi Han Ah.

Kore Polisi devreye girse de olurdu girmese de umurunda değildi. Şimdi çok daha önemli bir işi vardı. Gidip o adama hesap soracaktı. Yoğun kusma hissi bastırınca koşarak lavaboya gitti. Bebeği bile annesinin kararlarına itiraz eder gibi canını yakan bir isyana başlamıştı sanki. Kusma işlemi bitince makyajını tazeledi saçlarını omuzlarına döküp kocasının odasına kapıyı çalmadan girdi.

Sae Jun başını sinirle kaldırıp gelen münasebetsize haddini bildirmek için bakarken karısını görünce bir anda yerine sindi. Tanrım! Bu kadın her haliyle ne kadar baştan çıkarıcıydı. Onu tepeden süzüp bir günlük ayrılığın acısını çıkarmak ister gibi karısını gözleriyle yiyordu. Ondan nasıl ayrı kalacağını ise bilmiyordu. Oysa o dün gece ardına bile bakmadan çekip gitmişti.

Nefret! Nefret etmesi gerekiyordu belki de. Ama Han Ah’a bunu yapamıyordu. Kendisine tokat atmış olsa bile ondan nefret edemiyordu. Eve öfkeliydi. Sadakatsiz olduğu, kendisine inanmadığı için kızgındı ama aşkı hala çok ateşliydi.

“Ne işin var burada” diye soran adama Han Ah öfkeyle baktı.

“Bunu nasıl atarsın ha?” diye gürleyen genç kız kocaman çantasındaki küçük tabloyu çıkardı. Kendi portresi olan Sae Jun’un attığı.

“Onun evimde durmasının bir anlamı yoktu. Çok istiyorsan sen de kalabilir” dedi adam kayıtsızca

“Demek beni bu kadar kolay sildin. İşte senin tarafından sevilmediğimin, aldatıldığımın en büyük kanıtı.” Diye bağıran kız adamın sinirini tepesine çıkarmıştı.

Sae Jun sinirle ayağa kalkıp, ellerini masaya dayayıp cevap verdi:

“Beni terk eden sendin. Gitmemen için yalvaracağımı mı sandın?” diye konuştu.

Bir yandan karısının kokusunu duyarken onu alıp doyasıya öpmemek için kendiyle savaşıyordu. Kızın dudakları sinirle oynarken o dudakları kendi ağzına hapsedip rahatlatmaya çalışmak adam için gerçek bir sınavdı.

“Elbette yalvarmazsın. Sen dünyanın kralısın… Biri için ağlamaz, onun için kılını kıpırdatmazsın..”

“Yaptım bir kere… Bir kadının ardından gittim ve ona aşkımı itiraf ettim. Ama o kadın benim için bitti. Hayatta bir hatayı iki kez yapmam Han Ah.. Şimdi çık”

Adam o kadar kararlı konuşuyordu ki genç kızın sinirden gözü dönmüştü.

“Sen başlı başına bir hatasın Çakma Sicilyalı. Hem de gözü dönmüş bir katil.”

Bu sözler üzerine adam kızın koluna yapışıp odadan atmak için kapıya doğru sürüklemişti ki kapı hışımla açıldı.

“Çek ellerini kızın üstünden Kim Sae Jun. Tutuklusun” diyen polis memuru silahını Sae Jun’a doğrultmuşken Han Ah şok içinde bu sahneyi izliyordu.

Sae Jun fark etmeksizin ellerini kızın kolundan gevşettikten sonra içeriye Sang Woo girdi. Polisler Sae Jun’a yaklaşıp kelepçe takarken Sang Woo Han Ah’ın omzuna dokundu ve konuştu:

“Onu ihbar etmekle doğru kararı verdin Han Ah şiii!”

Han Ah bunu duyar duymaz kocasına baktı. Aynı anda Sae Jun da gözünü karısına dikti. O gözlerinde saf, katışıksız bir öfke vardı.

Sae Jun için Han Ah’tan vazgeçecek o duygu vardı ayrıca o gözlerde… O duygu nefretti. Hem de en koyusundan!

Bölüm Sonu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:02 am

Yamuk Prenses - 32. Bölüm
Tür: Romantik, komedi..

Bölüm 32

“Çek ellerini kızın üstünden Kim Sae Jun. Tutuklusun” diyen polis memuru silahını Sae Jun’a doğrultmuşken Han Ah şok içinde bu sahneyi izliyordu.

Sae Jun fark etmeksizin ellerini kızın kolundan gevşettikten sonra içeriye Sang Woo girdi.
Polisler Sae Jun’a yaklaşıp kelepçe takarken Sang Woo Han Ah’ın omzuna dokundu ve konuştu:“Onu ihbar etmekle doğru kararı verdin Han Ah şiii!”

Han Ah bunu duyar duymaz kocasına baktı. Aynı anda Sae Jun da gözünü karısına dikti. O gözlerinde saf, katışıksız bir öfke vardı.

Sae Jun için Han Ah’tan vazgeçecek o duygu vardı ayrıca o gözlerde… O duygu nefretti. Hem de en koyusundan!

Genç kız Sae Jun giderken bile hala onun az önce durduğu noktaya bakıyordu. Ayaklarını hissetmiyor, bastığı yeri fark etmiyordu. Boşlukta usulca sallanan kayıp bir ruh gibiydi ta ki Sang Woo kolunu kavrayana kadar. Yönetmenin çektiği film için “kestik” demesi kadar keskindi bu dokunuş. Han Ah rolünden hızla sıyrılıp adamın elinden kendini kurtardı. Ona nefretle bakıp bağırırken sesi duvarları yıkabilecek kadar güçlüydü sanki.

“Sen ne yaptığını sanıyorsun?” Kelimeler, vurgular öfkesini yansıtmaya yetmiyordu.

“Han Ah sakin ol, böyle olması en doğrusu” diyen genç adam bu sefer de iki eliyle kıza yönelince Han tüm gücüyle onu itti ve nefretle baktı.

“Niye yaptın, niye ihbar ettin?” diye konuşurken Sang Woo son derece kararlı görünüyordu.

“Onun suçlu olduğuna sen de inanmıştın Han Ah. Suçlular da elini kolunu sallayarak dışarıda gezmezler, hele öldürdükleri kişilerin yerine geçmeye çalışmışlarsa…”

Han Ah adamın yüzüne bir kez daha bakmayarak odayı terk ederken çıkmadan sessizce fısıldadı.

“gözüme görünme” dedi ve topuklarını sürüyerek odadan çıktı. Kalbinde kocasının son bakışı, içinde gittikçe büyüyen bir aşk ve tam ortasında ikisinden bir parçayla polislerin peşinden gitti.

Sae Jun elleri arkada kelepçeli halde şirketten götürülürken hiçbir karşı koymada bulunmadı elbette. Bunu hiçbir zaman hiçbir koşulda yapmazdı ama şimdi onlarca çalışanın bakışları altında bu denli bir aşağılanmaya maruz kaldığı için her şeyi dağıtıp kırıp dökmek istediği de bir gerçekti. İçinde kopan fırtınaları dindirmeyi bırakarak öfkesini arttırdı, tabi nefretini de. Şimdi tüm duygularının tek muhatabı yine aynı kişiydi: Karısı Park Han Ah. Değer verdiği, ölümüne sevdiği, geceler boyu uykusunda izlediği, kendini bağımlı gibi hissettiren o kadın sağlam bir kazık atmıştı. Kendi ölümcül yer altı dünyasında bile böyle bir hareketin eşi benzerini görmemişti. Görseydi de muhakkak sonu bir çöp konteynırında denizin dibini boylamak olurdu. Oysa şimdi “O kadına” karşı aklına cezaların en acılısını, en korkuncunu getirmeyi deniyor ama bulduğu her şey sanki hafif kalıyordu.

Babasının katili olduğuna inanabilirdi. Evet Sae Jun bunu kabul edebilirdi. Tabi her şeyin başladığı zamanlarda. Ancak birbirlerini bu kadar tanımışken, bu kadar bağlanmışken gelen bu ihanet adamın yıkımını arttıran en önemli şeydi. O kadından bir çocuk sahibi bile olmayı düşünecek kadar kendini ve hayatını ona adamışken böylesine bir aldatılmışlık genç adamı sarsıp geçmişti.

Dişlerini sıkıp polis aracında giderken kulağına dolan siren seslerini beynini uyuşturuyor, karısının suçlayan bakışlarına karışıp kalbini deşip geçiyordu. Hapisten korkusu elbette yoktu. Daha önce de girmişti bu yere. Her seferinde tabiri caizse kolaylıkla yırtmıştı. Tam da şimdi olacağı gibi. Ancak o zamanlar elini kolunu sallayarak çıkıp gitmişken şimdi dışarıda elinden çıkabilecek kazalara karşı hiç de dirayetli olmadığını anlıyordu. Lanet olsun o kadını eline geçirdiği an boynunu kıracak ardından o tatlı bedenini yüksekçe bir uçurumda aşağı atacaktı!

Karakola gelince kendisine gösterilen bir koltuğa oturdu. Polislerden biri kelepçesini çözerken genç adama çekinen gözlerle bakıyordu. Muhakkak suçlu diye kelepçeleyip getirdikleri adamın kim olduğunu biliyordu. Ondan ölümüne korktuğu da o kadar açıktı ki.

“Konuşun Bay… Bay Kim Sae Jun.. Başkan Park Sang Bin ve eşini Siz mi öldürttünüz?”

Direkt sormuştu polis şefi. Sae Jun bakışlarını adama sabitleyip umursamaz gözlerle bakarken “Avukatım olmadan konuşmayacağım” dedi.

“Şunun avukatını getirin” diye yanındaki memura emir veren polis şefi Sae Jun’u baştan ayağa süzdü. Yeraltı dünyasının korkulan ismi, Arkasında hiç iz bırakmayan, suçları asla ispatlanamayan efsane lider. .. Şimdi nasıl olmuştu da suçlanabiliyordu. Hem de karısı tarafından. Onları ihbarı eden Lee Sang Woo Bayan Han Ah’ın kocasından korktuğu ve adamın kendisini ölümle tehdit ettiği için sustuğunu söylemişti.

“Karınızı tehdit ettiğiniz doğru mu?” diye yeni bir soru yöneltti yaşlı adam. Sae Jun gözlerini yavaşça kaldırıp adama dalga geçer gibi baktı. Bu bakış da son derece tehditvari değil miydi sanki.

Bu sırada yüksek topukların kulak tırmalayan sesleri karakola dolmuştu. Han Ah koşar adım içeriye girmiş ve hızlıca gözleriyle kocasını taramıştı. Herkes gibi Sae Jun da gelen sese dönünce O’nu gördü. Güzel, çekici, inatçı, sadakatsiz, yalancı, düzenbaz o kadını.

“Bayan Park sizin burada ne işiniz var. Henüz ifadenize başvurmayacağız” dedi yaşlı adam.

Han Ah adamı duymadı bile. Gözünü öylece kocasına dikmişti tıpkı kocasının yaptığı gibi. Sae Jun sandalyeye kurulmuş halde nefes nefese kalmış kadını izliyordu. Her kıvrımını, yüzünün her mimiğini ezbere bilen kendisi karısının son derece iyi rol yaptığını anlamıştı. Evet buradan bakan, kızın ölümüne tedirgin yüzünden korktuğunu anlardı ama Sae jun biliyordu: Onun tek işi kandırmaktı.

“Ben ben ifade vermeye gelmedim. Seni ben ihbar etmedim..” diye geveleyen genç kızın kolundan tutan yaşlı adam kulağına fısıldar gibi konuştu:

“Sizi tehdit ediyorsa sakın korkmayın. Buradan asla çıkamaz, bize bildiğiniz her şeyi anlatın” dedi .

“Ben, hiçbir şey bilmiyorum. Lütfen izin verin bir dakika yalnız konuşayım kocamla”

“İstemiyorum. ..” Sae Jun süratle araya girmişti. “Bu kadınla konuşacak bir şeyim yok, ya devam edin ya da nezarete, kodese lanet olası bir yere tıkın beni” dedi Sae Jun ve Han Ah’a tiksinir gibi bakarken masanın üzerine iki kolunu dayayıp tüm otoritesini ilan etti.

Zavallı polis şefi kendi mekanında bile bu adamdan korkarken Han Ah’a döndü.

“sizin ifadenizi sonra alacağız hanımefendi, lütfen şimdi gidin” derken Han Ah uzandı ve Sae Jun’un tam karşısına oturdu. Kimseyi duyduğu yok gibiydi. Bu Lanet kadının ne yaptığını anlayamayan genç adam ona şaşkınlıkla bakıyordu.

Polis müdürü de son derece kararlı gibi görünen kadına bakıp pes eder gibi başını salladı. Ardından ona dünyanın en mantıklı açılmasını yapar gibi konuştu:

“Bayan sadece 2 dakika veriyorum. Kocanızla konuşun ve sonra buradan gidin duydunuz mu?” dedi.

Han Ah hızla başını sallayarak Sae Jun’un gözlerine odaklandı yeniden. Ellerini birbirine kenetleyip kocasının öfkeli bakışlarından gözlerini ayırıp başını da öne eğdi ardından. İçinden bir ses Sae Jun’un ait olduğu yerde olduğunu söylerken başka bir ses bu adama derhal kendisinin suçsuz olduğunu kanıtlaması gerektiğini söylüyordu. Bu çelişkili halini de hormonlara ve hamileliğe verip elini bilinçsizce karnına götürürken nihayet adama baktı. Aynı anda Sae Jun’un kendisine dikilmiş alev gibi parlayan gözlerini görünce kalbin de inanılmaz bir heyecan duydu. Tanrım! Bu adama delicesine aşıkken onun suçlu olmaması için içinden binlerce dua ediyordu.

Nihayet kendini ve sesini toplayabildiğinde kocasına baktı:

“Dinle beni, seni ben ihbar etmedim… Tehdit edildiğimi falan da kimseye söylemedim.” Diye konuşurken gözlerine biriken yaşları silmeye çalışmadı.

Sae Jun karısına alay eder gibi gülümseyip cevap verdi: “Beni sen ihbar etsen de etmesen de bir şey değişmeyecek, yarın buradan çıktığımda önce seninle sonra Sang Woo’yla görüşeceğimden emin olabilirsin sevgilim” dedi fısıldayarak.

Han Ah kaskatı kesildi. O kadar katiydi ki kocasının sesi, genç kız onunla yaşadığı ilk günlerdeki gerilimi hatırladı. Adam yine aynı duygusuz gözlerle kendisine bakıyor, aynı şekilde tehdit ediyordu. Aralarında geçen onca şey sırça bir köşk gibi tuzla buz olmuştu sanki. Genç kız o an bu adam için bir hiç olduğunu anladı. Yaşadığı hayal kırıklığı ile kendine kızdı.

Ne aptallık ama! Buraya gelip kendini savunmaya çalışmak, onu ikna etmeye uğraşmak salaklığın dik alasıydı! Hem suçu sabitken nasıl hala bu adamı korumaya çalışıyordu ki! Hapiste çürümesi için elinden geleni yapmalıydı. Oysa buraya kendini temize çıkarmaya gelmişti. Kahrolası adamın kendini temize çıkarması gerekmiyor muydu?

“Beni tehdit etmeyi bırak” diye konuşan genç kıza Sae Jun yine bariz bir gülüşle yanıt verdi.

“Han Ah benim için bittin… Üstelik biterken de kendi sonunu hazırladın. Artık gözüme görünme. Duydun mu beni aklına varsa gözüme görünme” dedi.

Genç adam daha birkaç saat önce kollarına almak istediği, doyasıya sarılmak ve öpmek istediği kadının karşısındaki hain olduğuna inanmıyordu. O kadar kızgın, o kadar kırgındı ki sakinliğinin arkasında kafesinde kışkırtılmış bir aslan yatıyordu. Elinde olsa tüm dünyayı yerle bir ederdi. Ama öfkesinin doğrudan sahibi olan kadın karşısındayken kendini telkin etmekte bir hayli zorlandığı da belliydi. Bu kadına nasıl güvenmişti bu kadar. Bir kadına güvenilmeyeceğini en başından bilen biri olarak açık vermişti ve bu açıktan kalbine itinayla sızan Han Ah bunun bedelini çok ağır ödetmişti.

Han Ah da Sae Jun’un dediğiyle kontrolü hızla kaybetti. Benim için bittin öyle mi? Genç kız bu lafın altında kalacak son kişiydi. Hem Ailesinin katiline açıklama yapmak da neyin nesiydi. Birkaç saniye durup adamın cümlesine alay dolu bir kahkaha attı.

“Sen, çakma Sicilyalı… bitmedin benim için… Çünkü hiç başlamamıştın!” diyerek adamı dumura uğratıp karakoldan hızla çıktı.

Rahminde o adamdan bir parça, göğüs kafesinde o adamdan bir kalp, kafasında o adamdan bir beyin taşırken, tüm hücreleri içerideki mağrur adama hastayken bir tek dili başkaldırabiliyor ve ona karşı çıkabiliyordu. İnatçı dilini derhal bir cerraha götürüp koparmalıydı! Ya da kalbini ve beynini sakatatçılara, bebeğini de bir angelina ya da madonna’ya bağışlamalıydı.

Lanet olsun ki aşk bu kadın için çok zordu!



*****

Sicilya Kore semalarında uçan romantik ve pembe uçak tam olarak kafama çakılmıştı. Uçağın kara kutusundan çıkan sonuç; kocamın nihayetinde bir mafya olduğu, ailemi öldürttüğüyken Benim ise kalbimi dinlememem gerektiğiydi.

Yine de onun cümleleri akbabalar gibi beynime üşüşüp yavaş yavaş kafamın içindekileri yemiyor değildi.

“Benim için bittin.”

Dolaptaki domates, banyodaki diş macunu, laptoptaki şarj gibi bitmiştim. Kocam tam olarak bunu demişti evet. O zalimce parlayan bakışlarıyla “Han Ah kızım seni bozuk para gibi harcadım” derken ne kadar da seksiydi!

Tamam tamam kıtlıktan çıkmış gibi isyan çıkaran hormonlarım durumu biraz abartmış olabilir ama Sae Jun’a bakarken hala içimin titrediği de bir gerçekti. Onu bu kadar severken, bir açıklama yapmasını delice beklerken, adamın ailemin katili olmasını bile neredeyse bir çizgi film sahnesi gibi sevimli bulmaya başlayacaktım. Ne amaçla karakola gittiğimi, ona kendimi açıklamaya çalıştığımı bilmiyorum ama dediğim gibi bunlar gazı kaçmış hormonlarımın, dizgini gevşemiş kalbimin bir eseriydi.

O adamı hem kaybetmek istemeyip hem de hapislerde çürümesini istemek akli dengesizliğime de güzel bir örnekti tabi. Hayır! Benim tek istediğim burnundan kıl aldıramaya Çin Malı Mafya’mın bana bir açıklama yapmasıydı. Bu yüzden onu kışkırtmam da bir işe yaramadı. Bana kanıt sunup katil olmadığını ispatlamak yerine öylece durup, tüm dünyaya karizma dersleri veriyordu. Ağrıma giden de buydu sanırım.

Sang Woo’nun Sae Jun’dan korktuğu için suçu üstüme atmasını da anlıyordum. Bu yüzden o zavallı çekiğe bile kızamamıştım. Aklımda devasa bir kaos ortamı, kalbimde 3. Dünya savaş meydanı varken adımlarımı zorlukla eve sürüdüm.

Büyükbabam yine evde yoktu ve Lorenzo annemden boşalan yere kurulup pembe dizi izliyordu. En sonra 3 farklı kişiden 3. Çocuğuna hamile olan Maria Berta bile evli, mutlu, bol çocuklu olarak mutlu sonunu yaşarken Seul’un bilmem neresindeki ben zavallı Park Han ah üçlü kanepeye uzanıp kırlentle kendimi boğma planları yapıyordum!

Tabi ya! Evreka.. İşte panzehiri bulmuştum. Alışveriş. Telefonumu çıkarıp Wee Na’yı aradım. Sae Jun’u aklımdan çıkarabilirse bir tek vitrinler yapabilirdi. O adamın birkaç gün nezarette kalıp iyi bir ceza çekmesinin sevincini de bu yolla kutlayacaktım. Ya ömür boyu hapis cezası alırsa? Bu durumda adamlarının Sicilya’dan o cezaevine bir tünel kazması gerekirdi. Bense Titanik’in Ross’u olarak elimden kayıp giden adamın yasını tutmakla geçirirdim bir ömrü. Tabi kızımla beraber. Ah kız mı dedim! Sanırım Allah söyletti. Ah babasına çeken bir kızı düşünüyorum da! Hayır hayır düşünemiyorum!

Bir saat kadar sonra adaşım minik Han Ah ve Wee Na’yla ismi lazım değil bir AVM’de buluşup birkaç saat vitrinlere bakındık. Wee Na bana evliliğimi sorarken bir kahin gibi işlerin pek de iyi gitmediğini anlamıştı.

“Evlilik de bir alışveriş gibidir Han Ah. Kıyafeti kabinde giyersin ve sana enfes yakıştığını düşünürsün. Sonra eve gidersin ve tüm fikrin değişmiş halde “ben bunu mu aldım” der, onu dolabın soğuk ve ücra tarafına yollarsın. Ama bazen de tam tersi olur… Mecbur olduğun için aldığın bir elbiseyi aylar sonra bir kez giyersin ve bakarsın ki sana daha fazla yakışan başka bir şey yok. Şimdi sence hangisi senin evliliğin?”

“Ah Wee Na cevap çok açık değil mi? Dolabın soğuk tarafı değil aksine alev alev yanan tarafı benim evliliğim. Bir zaman sonra fark edilen ve üzerime daha iyisinin olmayacağını bildiğim o elbise gibi.”

“Şimdi eğer o elbise küçücük bir leke alırsa onu alıp çöpe atamayacağın gibi evlilikte de küçük bir sorunda onu rafa kaldıramazsın Han Ah. Lekenin üstüne git ve onu çıkar. Çünkü sen o elbiseyi dolaptaki diğer tüm her şeyden daha çok seviyorsun” dedi genç anne ve bana keyifle gülümsedi.

Keşke Sae Jun’un üzerindeki leke de basit bir damla olsa. Oysa onun üzerinde ailemin kanı varken nasıl yıkayabilirdim ki. Üstelik o ukala adam lekeyi inkar etmek yerine üstüne daha da zor inatçı kirleri eklemekle meşgulken… Bunları bu tatlı kadına söylemek yerine sadece gülümsedim.

“Sae Jun’u ben değil ama kocam yakından tanıyor. Joo Won’un dediğine göre beni yani karısını, kızını emanet edilebileceği tek kişiymiş Han Ah. Eğer Joo Won bunu diyorsa inan bana öyledir. Sana bir kardeş, bir abla, bir dost, bir alışveriş arkadaşı olarak diyorum bunu. Kocana güven..”

Ah işte o son çiviyi çarmıhıma çakan Wee Na’ya bakarken kalbim ağzımdan fırlayacak gibiydi. Tanrım! Neden içimde büyük bir hata yaptığıma dair belirgin bir his var ki! Wee Na’nın koluna sokulup içimi deşen bu korkunç hissi atlatmayı deneyerek ona baktım.

“Peki senin evliliği nasıldı hayatım? Önceden sevilen kıyafet gibi mi sonradan farkına varılan elbise gibi mi?” diye sordum

Genç anne şuh bir kahkaha atıp bana çapkınca sırıtırken cevap verdi: “Benim evliliğim canım, Kabinde çok güzel duran, eve gidip giyince ise mükemmel olan türdendi. Çıkarınca ise ne denli dehşet olduğunu söylememe gerek yok sanırım” deyip bir kahkaha attı.

Ah bu kadını seviyordum. Bir kazan passifolara içmişim gibi uyuşturuyordu beni tatlı tatlı. Ya ben Kocamı özledim!

Wee Na’ya şimdilik hamile olduğumu söylemeyip yorucu bir günü tamamlamıştım. Aile avukatından aldığım bilgiye göre Sae Jun yarın ilk duruşmasına çıkacaktı. Avukatları süratli davranıp tutukluluk süresini minimuma indirmişlerdi. İşleri Sang Woo’ya bırakıp davaya müdahil olmamayı seçmiştim.

Zaten Muhtemelen yarın da Sang Woo’nun elindeki deliller Çakma Sicilyalı mı mafyanın biricik hapishanesi olan Alcatraz’a götürecekti. Ailemin katili hak ettiği yere giderken ben de usulca açtığım depresyon kapısında hızlıca girip, bir ömür inzivaya çekilecektim.

Kalbimde yol yıkım ve dağıtım Çalışması, içimde büyüyen minicik bir varlıkla pek de huzurlu olmayan bir uykuya dalarken rüyamda kimi gördüğümü tahmin edersiniz. Ah hayır hayır rüyamda ak sakallı bir dede görmüştüm ve yaşlı bunak bastonuna gözümü sokarken konuşuyordu:

“Bu evden gidersen bir daha dönemezsin!”

Ah Çakma Sicilyalımı Haraboji (büyükbaba) olarak gördüğüm kabustan uyandığımda saat sabahın 6’sıydı. O güzelim geniş kaslı vücut, o sert yüz hatları, uzun boy, iri kalıp hapishanede yata yata aksakallı dedeye dönüşmüştü ve ben halmoni (büyükanne) olarak durmadan doğuran kızımın bana verdiği 20 toruna bakıyordum. Oh nööövvv Mafya Kalpler Çocuk Yuvasını Çakma Sicilyalımla açacaktık ama!

Kabusumdan kurtulmak için yüzümü yıkadıktan sonra saat 9’a kadar kıpırtısız yatakta bekledim. Duruşma tam olarak 9’da başlayacaktı. İhbarcı olan Sang Woo, kocam ise şüpheli olarak ilk kozlarını paylaşacaklardı. Sang Woo’nun Kuzeyli ajanları onu ipe değil ama haraboji olmaya götürürken ben de sessizce gözyaşlarımı akıtacaktım.

9:30’da telefonum çalınca korkuyla açtım. Benim için zaman durmuşken kocam için hapis hanelerde nasıl geçecekti?

“Kaç yıl?” diye sordum direkt.

“Efendim” diyen avukata sorumu yineleyip Sae Jun’un kaç yıl yediğini sordum. Adam hayli keyifli bir ses tonuyla cevap verdi.

“Delil yetersizliğinden tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi eşiniz” dedi ve vücudumdaki kan akışı durduğu gibi nefes almam bile sekteye uğradı.

Kalbim delice bir coşkuyla resmi, dini, sivil hangi bayram varsa hepsini kutlarken aklım tüm ışıkları kapattı ve salt gerçeği yüzüme vurdu: “Delil yetersizliği..”

Hemen kendimi toparlayıp cevap verdim:“Ama Sang Woo’nun telefon kanıtları”

“Ne kaydı efendim? Bay Sang Woo mahkemede bile yoktu ki! Sadece basit bir suç duyurusu yapılmış ama kanıt olmadığı için mahkeme tutuksuz yargılanma kararı verdi.” dedi adam.

Gerçek; bir tufan gibi beynime saldırırken kocamın suçsuzluğu benim de aptallığım kanıtlanmış olmuştu!


Bölüm Sonu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimeÇarş. Ağus. 29, 2012 12:02 am

Yamuk Prenses - 33. Bölüm
Tür: Romantik, komedi (bu aralar dram:))

Bölüm 33...

***

“İnsanlar hata yapar” İnsan olmamızın, adı lazım değil bir filozofun dediği gibi “düşünüyorum o halde varım, üşeniyorum o halde yarın” sözü gibi düşünen tek varlık olan insanlığımızın ilk gününden beri hata yapardık. Düşünüyordum ve vardım evet ama üşünecek değildim. Kocamı geri kazanmak için gerekirse böbreğimi satacak, beynimi bağışlayacak (ki bilim dünyasına bundan iyi bağış olamazdı) ayaklarımdan kara sular değil kanalizasyon suları inene kadar kapısını aşındıracaktım.

Avukatın cümlesini anladıktan sonra hızla yataktan kalktım. Gardırobuma yönelip elime ilk gelen şeyi giydim. Simsiyah, eteği geniş tıpkı yas elbisesi gibi olmasını o an fark edememiş ve sadece hedefe kilitlenmiştim. Karşımda hedef tahtası ve ortasında kocamın resmi vardı. Oku atıp kalbinden vuracak yaptığım tüm aptallıklar için ömrümün kalanında özür dileyecektim.

İçimde Peter’ine koşan Heidi’nin sevinci, yüzümde Colgate reklamından fırlama bir sırıtışla garajdaki arabalardan birine yöneldim. Sae Jun’dan sonra araba kullanmayı bile unutmuştum. Eh her yanda silahlı ve siyahlı adamlar her işi yaptığı için buna gerek yoktu. Artık komününden çıkmış zavallı bir işçi gibi bireysel takılsam da kocama, sevgili liderime koşacak ve ona yeniden tabi olacaktım. Ah beni kabul etmesi ise eminin iki damla gözyaşıma bakıyordu. İki damla mı? Sanırım dünyada dördüncü bir okyanusu ben oluşturacaktım. Park Han Ah Gözyaşı okyanusu.!

Yine de içimdeki Polyannayı, deney faresi gibi durmadan koşturarak tam mesai çalıştırıp Sae Jun’un kollarını açıp beni beklediğini düşündüm. Bu düşünceyle ait olduğum o sıcak göğse kapanmak için aracın hızını arttırırken dilime dolanan bir şarkıyla ambiyansı mükemmelleştirmiştim.

“Beni affeder misin
Bakar mısın yüzüme
Güvenir misin yeniden
didişir miyiz eskisi gibi,

Beni affeder misin
alır mısın koynuna
kızar mısın yeniden
sevişir miyiz eskisi gibi”

Aracımı dağ evine sürerken iyiden iyiye keyiflenmiştim. Ancak evin demirden kapısına gelince benim masalım bitmiş ve kül kedisi yine Yamuk Prensese dönüşmüştü. Sanırım içeri alınmadığımı, kapıda beklediğimi belirtmeme gerek yok. Amerika’ya vize almaya çalışan Iraklı gibi sınır kapılarında telef olmak üzereydim. Araçtan inip adamlara ellerim belimde bakarken bir tanesi kulaklıktan gelen sesle kafasını sallayıp duruyordu.

Ne yani Sae Jun Kore’nin Tarkan’ı olmuştu da benim mi haberim yoktu. Ona yetişemeye çalışan zavallı bir fan gibi kapılarda bekletiliyordum. Ah bilseydim kıytırık bir internet çıktısı resmi alıp imzalatırdım da!

“Bana bak o kapıyı hemen aç yoksa gözlerinin önünde demirlere tırmanacağım” dedim kapıyla arasında pek fark göremediğim devasa iri adama.

“hanımefendi bugün kesin talimat var. Kimse alınmayacak içeriye” dedi iri kıyım adam. Az sonra ben, daha minik parçalara bölüp kıymalık yapacaktım onu!

“Ben kimse değilim. Senin patronun eşiyim, first leydi, hanım ağa, patroniçe, Hürrem sultan… anladın mı? Şimdi çekil” diye tüm sıfatlarımı sıralarken adam alay eder gibi sırıttı.

“Özellikle sizin içeriye alınmanız yasak” derken suratına 15 kardeşin mührünü basmayı ne kadar çok isterdim. Evet 3 kez sağ kroşeden girip adamı tokatlamak istiyordum.

En sonunda dayanamayıp yakasından içeriye doğru uzanan kulaklığını çekip var gücümle bağırdım.

“Seni Lanet Çakma Sicilyalı! O kapıyı hemen açtır yoksa evi üzerinize yıkacağım.” Diyerek ormanı inlettim. Karşıdan birkaç cızırtı gelirken adam kulaklığını hızla çekti ve patronundan ödünç almış gibi görünen çatık kaşlarıyla bana baktı.

“Bayan Park lütfen şimdi gidin. İçeriye girmeniz imkansız” dedi.

Ringe çıkmaya hazır bir boksör, kırmızı pelerinli adama dalmaya konsantre bir boğa gibi hızla otomobilime yöneldim ve tam gaz kapıya doğru sürdüm. Tanrım! Sae Jun’un demir kapısı benim aracımdan sağlam görünüyordu. Muhtemelen araç pert, ben felç olarak sonuca varacaktım ama amaca giden yolda her şey mübahtı! Ölmek bile.

Tam kapıya vuruyordum ki az önce bana engel olan adam hızla arabanın karşısında durup tek elini kaldırıp “Durun durun” diye bağırdı. Zoraki gaza basıp adamın beynini kapıya motif diye yapıştıracakken durabilmiştim.

“Tamam efendim” diyen sesini açıktan camdan duyarken gelip kapımı açtı ve sonunda hapishanenin kapısı da sonuna kadar açıldı. Dışarıda olmama rağmen hapiste gibi hisseden yine bendim. O kapı açılınca müebbet yemiş mahkumun affa uğraması gibi sekerek içeriye girdim.

Koşa koşa girdiğim evin kapısına yaklaşırken ayaklarım ağır çekimde gibi yavaşladı, yavaşladı ve en sonunda durdu. Sadece birkaç adım vardı “Onu” görmem için. Sanki yıllardır ayrıydık ve nihayet kader yüzümüze gülmüş de buluşmuş gibiydik. Bu hissin sadece benim yanılgım olduğunu ise az sonra görecektim.

***

Han Ah evin kapısında öylece duruyordu. Ne adım atabiliyor ne geriye dönebiliyordu. Adamın güçlü varlığı duvarları, kapıları, Han Ah’ın bedenini aşıp içine işlemiş gibiydi. Belki birkaç prova yapmalıydı özürleriyle ilgili. Tabi ya rahatlamaya ihtiyacı vardı.

“Ben aptalın, beyinsizin, mankafanın biriyim aşkım” Çok gerçekçi, çok acımasız! Geç…

“Özür dilerim aşkım, ben aslında senden hiç şüphelenmedim ama şeytan işte ehee” Laubali geç…

“Ee nerde kalmıştık diyerek dudaklarına kapanmalıyım” abartılı fantastik!

“Sana kendi ellerimle dolmalar, sarmalar saracağım. Ne çekti en çok canın hapiste aşkım” Çoook tehlikeli.

“Diyecek bir şeyim yok. Seni seviyorum ve af diliyorum…” Çok masum işe yaramaz…

Lanet olsun nereden girip, nereden çıkacağını bilmiyordu. Yine de şansını o ana bıraktı. Her şey spontane gelişmeliydi.

Kapıya ürkekçe dokundu. Zil sesini bile duyamaz olmuştu kalbindeki çanların sesinden. Kapıyı kocası açacak ve bir süre bakışacaklar sonra Sae Jun onun kollarına atılacaktı.

Genç kız içeriden birkaç adım sesi gelince elini kalbine koydu ve istavroz çıkararak (ki ters yapmıştı) geleni bekledi. Kapı hışımla açılırken karşısında Tae Bin’i gördü. Şaşırmıştı Han Ah. Bu ızbandut gibi adam Eun Mi’nin koynundan nasıl olur da çıkmıştı.

“Han Ah Sae Jun uyuyor ve rahatsız edilmek istemiyor” dedi.

“Ben de Seni sonsuz bir uykuya yatırmadan evvel çekil önümden” deyip iki eliyle adamı itmeyi denedi. Bastığı zemin Han Ah’la beraber geriye kaymıştı ama adamda milim değişiklik yoktu.

“Peki sadece iki dakika” diyen küstah adama bakan genç kız onu Eun Mi’den ayırmak için hemen kötü kadın planları yapmayı aklından geçirdi. Ya da adama zaten en büyük ceza Eun Mi’ydi. Hiç karışmamalıydı.

“Ne o şimdi de sen mi gardiyanı oldun? Bana ne kadar kalacağımız söyleyemezsin” diyerek adama sinirle baktı ardından.

“Onun gardiyanı ben değilim ama hainin kim olduğunu hepimiz biliyoruz. Biraz aklına varsa Han Ah özür dileyip gidersin. Şu an Sae Jun’un üzerine gitmen iyi fikir değil, güven bana” dedi ve nihayet kapıdan çekildi.

“Sana güveneceğime cangılın ortasındaki en vahşi leopara güvenirim daha iyi” diye yanıtladı Han Ah onu ve adamın açtığı boşluktan içeriye süzüldü. Tae Bin ona acıyan gözlerle bakarken kendisi de dışarı çıktı ve evin kapısını Sae Jun ve Han Ah’ın üzerine kapattı.

Han Ah yavaşça attı adımlarını. Topukları parke zeminde tıkırtıya neden oluyordu. Onun nerede olduğunu bilmiyordu. Belki de yatak odalarındaydı. Bu düşünceyle içten içe ürperdi. Adamın dokunuşlarını delicesine özlemişti. Ona dokunmayı da.

Ancak Sae Jun bir anda karşısında belirince Han Ah korkudan değil ama heyecandan öleceğini sanmıştı. Üzerinde siyah bir takım elbise ve geniş, kaslı gövdesini sımsıkı saran beyaz bir gömlek vardı.

“Hoş geldin evine” diyebildi genç kız. Adamın gözlerinden bakışlarını kaçırırken…

“Aynı şeyi senin için söyleyemeyeceğim Han Ah. Çünkü burası ne senin evin ne de hoş geldin” diye yanıtladı onu Sae Jun.

“Dinle beni aşkım, ben çok büyük bir hata yaptım ama inan bana..” demişti ki Sae Jun sinirle araya girdi.

“İnan bana mı?? Sana inanan hep ben oluyorum nedense… Oysa sen, sen… Neyse boşver.. Şimdi defol. Daha fazlasını duymaya ihtiyacım yok” diye devam etti genç adam. Ardından salondaki ikili koltuğa yayılıp elindeki viskiye tek dikişte bitirdi.

“Hayır aşkım lütfen kendimi affettirmeme izin ver. Ben o gün biraz duygusal davrandım. Annem ve babam söz konusuydu nasıl mantıklı düşünmemi beklersin” diyerek adamın yanına oturdu Han Ah. Ellerini de uzatıp ellerini tutmak istedi ama Sae Jun süratle ellerini çekti.

“Bana, kocana, sevdiğini söylediğin adama ki artık zerre inanmıyorum, inanmadın.. Hiçbir şeyin bir önemi yok artık” diye bağırdı Sae Jun ve kızın kolunu kuvvetle sıktı. Bakışları kaskatı ve donduran cinstendi.

“Hayır ben seni hala çok seviyorum. Tanrım! Ben sana deli gibi aşığım. Lütfen aşkım affet beni” diyen genç kız oturduğu koltuktan kayıp adamın önünde diz çöktü. Ellerini kocasının dizlerine koyup, gözlerini gözlerine dikti. O gözlerde yalnızca yoğun bir nefret görse de pes etmedi. Hayır bu adamı bugün kazanamazsa asla kazanamayacaktı.

Sae Jun son derece rahat bir sesle konuştu. Hiçbir şey umurunda değilmiş gibi.

“Şu aptal reklam filmini çekip, o adamla öpüştüğün sahne olmasına rağmen sana inanmıştım Han Ah. Çünkü seni tanıyordum, oysa sen..”

“Çünkü ben sana mantıklı bir açıklama yaptım… Seni ikna ettin, ama sen bana tek kelime söylemedin. Sadece yapmadım dedin, bana kanıt sunmadın” dedi

Sae Jun alaycı gözlerle karısına baktı.

“Önce Sana inandım ve sonra kanıtları kendim buldum. O kahrolası şirkete gittim ve hiçbir şeyden haberin olmadığını öğrendim. Peki sen ne yaptın? Sözde telefon kayıtlarına baktın. Word’ten yazılmış çıktılara inanacak kadar akılsız davrandın? Benim kanıt bulmaya çalıştığımı hiç düşünmedin. Ertesi gün de zaten asıl yüzünü gösterdin” diyerek boş gözlerle bakmaya devam etti Sae Jun.

Han Ah tam anlamıyla şoke olmuştu. Word çıktısı mı? O an gerçek, zehirli bir ok gibi bedenine saplanırken zehir de yavaş yavaş kanına akmış gibi hissizleştirmişti onu.

“Ben Sang Woo bana evrakı gösterince.. Tanrım! Ben ne yaptım” diyen genç kız sonunda gözyaşlarını tutmayı bırakıp doğruldu ve adama sarılmaya çalıştı. Bunu kocası kendisini affetsin diye değil sadece onu özlediği için, kendi aptallığını unutmak için yaptı. Sae Jun’un onu sarmasına, kulağına güzel bir şeyler söylemesine ihtiyaç vardı. Ama adam bunun aksine kızın iki kolunu tuttuğu gibi ayağa kaldırdı.

Han Ah adamın gözlerinde o ana kadar eşi benzeri görülmemiş bir başka ifade gördü. Nefretten öte bir şeydi. Kırılan gururunun, kalbinin, mahvedilen bir evliliğin tüm incinmişliği dolmuştu o gözlere. Genç kız bir süre boyunca kendisine bakan adamdan gelecek tek bir hamleyle dünyanın en mutlu insanı olabilirdi ama Sae Jun onun kollarını tutup kapıya doğru sürükledi.

“Bir daha bu eve gelmeyeceksin… Ve sakın gözüme görünme yemin ediyorum bu kadar kolay kurtulamazsın. Dua et ki bana ihanet edenlere yaptığım şeylerin çeyreğini bile yapmıyorum sana. Şimdi defol” diyerek kızı kapı ağzına doğru savurdu.

Han Ah’ın omzu kapıya çarpıp feci bir ağrıya neden olurken “Lütfen aşkım bana bir şans ver…” diye ağlamaya başladı. Ama çok geçti. Han Ah’ın çıkmadığını aksine yeniden kendisine doğru geldiğini gören adamın siniri katlanırken kızın bileğini tuttu ve onu dışarıya atarcasına itti. Ardından hızla kapıyı suratını çarptı.

Han Ah dengesiz bir halde iç avluya doğru savrulurken ayak bileğini burkmuştu. Ancak acısını hissetmiyordu bile. Koşarak kapıya gitse de ancak Sae Jun kapattıktan sonra yetişmişti. Var gücüyle kapıya yumruklarını geçirirken ağlayarak bağırdı.

“Ne olur sevgilim aç kapıyı. Bana bunu yapma, bize bunu yapma” diyerek hıçkırıklarını koyverdi.

Ancak ne bir ses geldi içerinden ne bir kıpırtı. Han Ah belki 15 dakika boyunca kapıyı yumrukladı. Kapı bir insan olsaydı çoktan genç kızın yumruklarıyla komaya girmiş olurdu muhtemelen. O narin bedeninin aksine ölümüne bir kuvvetle kapıya dayanmış gırtlağını yırtarcasına da bağırmıştı. Adamın ise umurunda değildi. Dışarıda görünen buydu.

Oysa kapının hemen gerisinde hafifçe titreşen kapıya yaslanmış kırılmış, incitilmiş bir adam vardı. Öfkesi yüzüne bir maske gibi yerleşmiş, kalbindeki acı gözlerine birkaç damla biriktirmişti. Bu lanet kadını hala delicesine severken onun tarafından aldatılmanın acısı ve gururu o an her şeyden üstün gelerek kapıyı açtırmadı adama. Ellerini başına götürüp saçlarını geriye doğru savururken gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. Han Ah’ın acı çığlıkları kulağına dolunca da kapıyı açma dürtüsü tüm hücrelerini ele geçirdi. Ama yapmadı! O kararlı bir adamdı. Kendi otoritesini çiğnemedi. Kalbindeki acıyı, gözlerinden yavaşça akıp ilk kez düşen bir damlayı bile önemsemeden hızla odasına geçti.

Yatak odalarına girince bir anda durdu. Han Ah’a ait hiçbir şey yoktu evde. Sadece makyaj aynasının önünde ağzı açık bir ruj vardı. Kıpkırmızı bir ruj öylece terk edilmiş halde aynanın önüne düşmüştü. O an Sae Jun Han Ah’ın o meşhur notunu hatırladı. Onu kaçırıp bu eve getirdiğinde Han Ah dahiyane bir şekilde Hayla’nın kılığında evden kaçmış ve kendisine unutulmaz bir not bırakmıştı.

“Sakın arkana bakma” yazan notu gören adam hızla arkasına dönüp “Sazan” yazısıyla öfkeyle dişlerini sıkmıştı. O öfkeden bir aşk doğmuştu. Hem de daha birkaç güne kadar bu yatakta o deli kadına defalarca sahip olmuş, onu kollarına almış her zerresini öpmüştü. Şimdi ondan bu kadar nefret ederken bu tatlı anılar gerçek bir işkenceye neden oluyordu.

Ruju elinde sıkarken, sinirle yatağa yöneldi ve çarşafını hızla savurup yere fırlattı. Sonra da o yere çöktü ve dirseklerini dizlerine dayayıp nefes almaya çalıştı. Aşağıdan hala kapı sesi geliyordu. Eğer bu kahrolası kadın biraz daha kalmaya devam ederse elinden bir kaza çıkacağı garantiydi.

İki dakika sonra vuruşlar azaldı, bir inilti gibi yavaş ve uzun uzun çaldı. Ardından da hepten kesildi. Sae Jun yerinden fırladı cama koştu ve onu gördü. Düşmüş omuzları, kolundan sarkan çantasıyla Tae Bin’in koluna girmişti. Lanet olsun aşağıya gidip onu sarmamak için ölümüne bir irade gösteriyordu. Bu kadın artık düşmanıydı! Eğer düşmanlarıyla sarmaş dolaş olacaksa Sae Jun diye biri olamazdı. Bunu yapmadı! Düşmanlarına hak ettikleri şekilde davranacaktı. Kendisi için ne kadar zor olsa da yapacaktı!

Han Ah Tae Bin’in kolundan hızla kendini kurtardı. Denize düşen yılana sarılır gibi bu iri adamdan iyilik görüyordu. Adam da kızın kollarını bırakınca buz gibi bir sesle konuştu:

“Han Ah bir daha buraya gelme. Her zaman bu kadar anlayışlı olmaz” dedi ve kızdan cevap beklemeden arkasını dönüp yürüdü.

Han Ah içinden “Çam yarması” diyerek Tae Bin’e baktı ve ardından bakışlarını yatak odalarının olduğu cama çevirdi. Terk edilmiş bir ev gibi odanın camı da hissiz ve hareketsizdi. Kocası içeride kayıtsız ve umursamaz bir halde oturup içkisini yudumluyor demekti bu. Genç kız o an bu adamın basiretine hayran oldu. Tek bir taviz vermeden ne de güzel kovmuştu kendisini. Bu düşüncelerle kalbine dolan acının yeni bir ağlama krizine neden olacağını anladığı an elini karnına koyup güç almayı denedi. Bebeği babasıyla bu halde tanışmamalıydı. Sae Jun ayaklarına kapanıp af dilediğinde ona üç kişilik bir aileye hazır olmasını söyleyecekti. Eğer istemeyecek olursa da ikna etmek için sağlam tehditler bulacaktı. Mesela yatağına almamak gibi. Ah! Bu en çok kendisine ceza olurdu. Lanet olsun adamla kuracağı ailenin mutlu hayaline bile nasıl da kapılmıştı. Önce şu buzdağını eritmesi gerekiyordu ve bu hiç de kolay olmayacaktı.

Han Ah’ın aracı gider gitmez Sae Jun da Tae Bin’i çağırıp verdiği görevi sordu. Tae Bin ona “çok yakında” diyerek cevap verirken genç adam hazırlandı ve şirkete geçti. Sang Woo’yu kaçtığı delikten çıkaracaktı.

Tahmin ettiği gibi Sang Woo yoktu ve iki gündür şirkete uğramamıştı. Byung’u odasına çağırıp bir güzel tehdit eden Sae Jun Sang Woo’ya ulaşır ulaşmaz kendisini haber etmesini istedi.

Ardından şirketin işlerine ve diğer şirketlerine de zaman ayırdıktan sonra beklediği kişi de gelmişti. Bir işi daha bitirecekti!

Han Ah eve geçip tüm gün boyunca çıkmadı. Ertesi gün de büyükbabasının ısrarlarına rağmen dışarıya adım atmadı. Aklında sürekli bir plan vardı. Sae Jun’u ikna etmeye götürecek bir plan… Onun o katı, Çin seddinden beter duvarlarını yıkmaya… Bebekle bu duvarı yıkmak istemiyordu. Adamın kendisini değil çocuğunu istemesinden, sırf annesi olduğu için onu evine almasını istemiyordu. Sevgisinden yapmalıydı bunu aşkından! Vicdan azabından, çocuk sorumluluğundan değil..

3. gün pes edip Eun Mi’yi aradı ve hemen evine gelmesini söyledi. Eun Mi de zaten Tae Bin’in işi olduğunu söyleyip Han Ah’ın teklifine hemen atladı ve bir saat sonra villaya geldi. Bu kız ona gereken fikri verebilirdi. Eun Mi’yle beyin fırtınası yaparak bir şeyler bulabilirdi. Beyin fırtınası mı? Onunla olsa olsa 0 – 3 yaş çocuk muhabbeti yapabilirdi! Yine de sevdiği arkadaşını görmenin kendisine iyi geleceğini biliyordu.

“Eun Mi o adamla hemen yarın evlenecek ve ardından en az 9 tane çocuk yapacaksın. Ama hepsi sana benzeyecek anladın mı? Tıpkı senin gibi olacaklar.. Duydun mu?” diye bağıran Han Ah sinirini Eun Mi’den çıkarmıştı aksine.

“Ah canım arkadaşım.. Dünyanın iyiliği ve daha güzel bir yer olması için benden bunu istiyorsun değil mi? Sana Dünya Noel Barış ödülü vermeli” diyen Eun Mi arsızca dil çıkardı.

“Nobel olmasın O?” diye soran Han Ah bu kızla konuşmanın kendisine gerçekten de iyi geldiğini anladı.

“Nobel mi yok göbel! Han Ah Noel barış ödülünü her sene 31 aralıkta Noel Baba’nın verdiğini bilmiyor olamazsın” diyen Eun Mi arkadaşına cık cık yaparken Han Ah o an erkeklerin aptal kadınlardan hoşlandığına kesin kanaat getirdi. Tae Bin Eun Mi’yi bu yüzden seviyordu. Şirin bir aptaldı.

Sae Jun da kendisini bu yüzden sevmemiş miydi? Her şeyi mahveden aptal ve fevri kadını! Han Ah di’li geçmiş zaman kullandığı için kendine küfrederken kapı çalındı.

Lorenzo birkaç dakika sonra Han Ah’a iletilmek üzere bir zarf getirdi. Genç kız Bir yandan nutuk çeken Eun Mi’yi dinlerken umarsızca zarfı açtı.

Hızlıca göz gezdirdiği kağıda bakarken 3 kez daha üstünden geçti. Üçüncü kez okurken gözyaşlarını tutamamıştı.

Seul Aile Mahkemesi’nden gelen boşanma celbiydi bu. Kocası, biricik aşkı Sae Jun kendisine boşanma davası açmıştı!


Bölüm Sonu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Guka
Yazar & Okur



Mesaj Sayısı : 1
Kayıt tarihi : 04/09/14

Yamuk Prenses - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Yamuk Prenses   Yamuk Prenses - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Eyl. 04, 2014 12:59 am

Neden birakdin yazmagi :-(
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Yamuk Prenses
Sayfa başına dön 
2 sayfadaki 2 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Kore Hikayeleri :: Hanguk Iyagi :: Devam Eden Hikayeler-
Buraya geçin: