| . |
| | Ömrümün Virgülü | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:00 pm | |
| ÖMRÜMÜN VİRGÜLÜ YAZAN:NESLİHAN ÇETİN KARAKTERLER: • BAE SU Jİ • KİM SOO HYUN • CHOİ MİNHO BÖLÜM 1 > Uzaklar yakın oldu birden. Uzaklar beni buldu aniden. Önümde uzanan yol, yokluğa mahkûm oldu. Bulamam sandığım güneş, tam da içime doğdu. Karanlığın hâkimiyetindeydi gözlerim. Karanlığa inat görüntüler beliriyordu yine de. Issız bir ormandaydım. Uğultuların duyulduğu, korkunun kol gezdiği ve beşeriyetin uğramadığı bir ormanda… Yeşil ağaç dallarına tünemiş serçeye benzer kuşlar vardı gözlerinden şüphe saçan. Yürüdüm sessizce. Ulu ağaçların gölgesindeydi varlığım. Sıkıntıya mahkumdu çekingen bakışlarım. Orman bitip de yeni bir manzara dolduğunda gözlerime, kim bilir aynı kareyi kaçıncı kez görüyor olduğumu düşünüyordum. Eski bir şato… Yıkık, yosunlu duvarlar… Misafir kabul etmediği belli olan sıkı sıkıya kapalı bir kapı… Ve bir ses duyuluyordu aniden. Acı dolu bir ses… Haykırıyordu. Bu bir erkek sesiydi. Kuşları ormanın o sonsuz sükûnetinden uyandırıp havalandıran ve beni diken gibi kanımı dondurarak korkuya salan bir erkek sesiydi bu. Feryat ediyordu. Sesleniyordu. “Kurtar beni! Buradayım, aşağıda! Lütfen gel ve kurtar beni!” Ses şatonun derinliklerinden geliyordu. Saçlarım uçuşuyordu rüzgarla. Kalbimi katılaştıran bu anı kim bilir kaç kez yaşamıştım? Saymıyordum artık. Bu feryadı defalarca kez duymuştum. Bedenimi sardı sıkıntı kıvılcımları. İçime doldu dehşet parçacıkları. Kurtulamadım oradan. Sesler durmuyordu. Dayanamıyordum artık. Bitmeliydi. Bedenim sarsılıyordu. Güneş doğmalıydı artık. Geceler son bulmalıydı. Karanlığım yolumdan çekilmeli, ay beni rahat bırakmalıydı. Olmadı. Sonra aniden durdu. Açıldı göz kapaklarım telaşla. Karanlık vurdu göz bebeklerime. Keskin bir sessizlik çöktü omuzlarıma. Terler akıyordu alnımdan. Saçlarım boynuma yapışmıştı. Nefes nefese kalmıştım. Gece sürüyordu tüm boğuculuğuyla. Annem odamın kapısını açıp içeri girdi ve yatağımın kenarına oturdu. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı. Uykulu nazarları üzerimdeydi. “Yine mi aynı rüya?” “Evet.” Yutkundum. “Her zamanki rüya yine…” “İyi misin? Su vereyim mi?” Başımı yastığa koydum tekrar. “Gerek yok, anne. İyiyim ben.” Odamı terk ettiğinde kafam hala o korkunç kâbusun anılarıyla doluydu. Her gece yeniden o tüyler ürperten sahneleri görmek ne de zordu. Son bir yıldır her gece aynı rüyayı daha doğrusu kabusu görüyordum. Her gece soluk soluğa uyanıyordum, her akşam uyumaktan bile korkuyordum. Ne yapmalıydım? Hangi çare bu amansız derdimi sonlandırabilirdi? Artık öyle bir haldeydim ki tüm bunların nihayet bulması için her şeyi yapmaya hazırdım. Yeter ki uykularım bölünmesindi kabuslarla. @@@@@@@@@@@@@@@@ Kararlar vardı almam gereken. Bir gün, kalmadı sabrım. Süregelen gidişe inat tavrını koydu zihnim. Her şekillenen düşünceyle birlikte yok oldu korkularım. Rüyamı düşündüm ayrıntılarıyla. Her detayını ezberlediğim o kabus belirdi gözlerimde. Oraya gidecektim. O şatoyu bulacaktım ve bu anlamını çözemediğim sırra bir dur diyecektim. Her ne olursa olsun bunu yapacaktım. Hayatım pahasına olsa bile… Ertesi gece, uykuya daldığımda amacımı biliyordum. Bu, çıkacağım o tehlikeli yolculuğun rotasını belirleyecek olan geceydi. Bu, rüyamın kendini ele vereceği geceydi. Yine aynı orman… Virane şato… Derinlerden gelen çağrı… Ama bu kez bunlara odaklanmaktansa etrafıma baktım dikkatle. Şu mavi çiçekler de neydi böyle? Onları daha önce gördüğümü hiç sanmıyordum. Ya şu kuşlar? Onlara ne demeliydi? Sonra uyandım yine aynı yorgunluğumla. Artık biliyordum. Ne yamam gerektiğini biliyordum. Bu sırrı aydınlatıp karanlıktan kurtulacaktım. Kararımı vermiştim. Bilgisayarımın başına geçip mavi renkli çiçeklerin ve o tuhaf kuşların birlikte yaşadığı yerleri araştırdım. Uzun saatlerimi almıştı bu iş. Lakin sonunda bulmuştum. Biliyordum artık. Sır, Busan’daydı. Oraya gidecektim. @@@@@@@@@@@@@@@@ O hafta sonu, Busan’a giden otobüsten indikten sonra valizimi otele bıraktım ve bir taksiye binip beni ormana götürmesini istedim. Yollar giderek tenhalaşıp yeşillenirken, aklım göreceklerimle meşguldü. Doğru şeyi mi yapıyordum? Emin değildim fakat başka türlü de yaşayamazdım. Toprak yolun son bulduğu noktada şoför arabayı durdurdu. Kuşkuyla bakıyordu yüzüme. “Burada mı ineceksiniz?” “Evet.”dedim ve parasını uzattım. “Getirdiğiniz için teşekkür ederim.” İndikten ve arabanın uzaklaşıp gidişini seyrettikten sonra devasa ağaçların hüküm sürdüğü ormana dönüp derin bir nefes aldım. Serüvenim başlıyordu sanırım. Sır bu ormanın içindeydi. Ağaç dalları ayaklarımın altında kırılıp çıtırdarken yürümeye devam ettim ve bir yerde durdum kalbimdeki büyük sızıyla. İşte bu noktada, rüyam başlıyordu. Anılarım giriyordu buradan sonra devreye. Rüyamda izlediğim yolu takip ederek ilerledim ve şato belirdi önümde. Demek gerçekten vardı. Demek rüyam koca bir yalan değildi. Bu daha da çok korkutuyordu beni. İri, tahta kapıyı zorlayarak açtım ve yalnızlığıma rağmen cesur adımlarla girdim şatodan içeri. Büyük bir avlu vardı karşımda. Güneş ışıklarının tarihi taşlara vurduğu ve ıssızlığın doruğunda bir avlu… Orayı geride bırakıp başka bir kapıyı daha açtım ve karanlık bir koridora çıktım. Hiç ses yoktu. Işık yoktu. Nefesimi kesen bir hiçlik vardı sadece. El fenerimi yaktım ve yürümeye devam ettim. Korku esir almıştı ruhumu. Her saniye ölüme yürüyordum sanki. Sonra o ses duyuldu yine. O beni çağıran erkek sesi. “Aşağıdayım! Lütfen gel ve beni kurtar! Seni bekliyorum!” İtaat edecektim. Gizemler yakamı bıraksın diye dediği şeyi yapacak ve ona uyacaktım. Az sonra, alt katlara inen merdivenler çıkmıştı ortaya. Koyu bir siyahlıkta görünmez olan taş basamaklar… Yine de durmadım. Çekine çekine indim merdivenleri. Basamaklar son bulduğunda meşalelerin aydınlattığı hücre gibi bir yerdeydim. Alçak tavanın kasvetiyle yoğrulmuş odanın duvarları penceresizdi ve tam karşımda taştan yapılma bir lahit duruyordu. Bir tabut… Ve ses oradan geliyordu. Bir erkek sesi, tabuttan bana sesleniyordu. Son bir nefes alıp tabuta yaklaştım ve açmak üzere kapağına yöneldim. Bu sır burada çözülecekti. Ucunda ölüm dahi olsa bu, burada bitecekti. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:01 pm | |
| BÖLÜM 2 BAE SU JI Ellerim titriyordu. O yarı karanlık zindan gibi odada, elimde el fenerimle tabuta doğru yürürken kalbim durmuştu adeta. Sanki kabusumun içindeydim. Var olmayan bir zamanın akışında kaybolmuştum. Soğuk taşa dokundu ellerim. Nefes almayı unuttu ciğerlerim. Aydınlıkta uğradı gölgem korkuya. Tüm gücümle ittim tabutun taş kapağını. Karşıma ne çıkacağını bilmiyordum. Ruhum sonsuzlukta yitirdi cesaretini. Aralanıyordu kapak. Her bir saniye, tabutun içindeki karanlık boşluk biraz daha açılıyordu. Titreyen ışıklar doldu sonunda taş lahde. Kapak tamamen açılmıştı. Dehşetse beni bekliyordu. Yutkundum irkilerek. Yanlış görüyor olamazdım, değil mi? Bu bir insandı. Bir erkek… Gözleri kapalıydı. Boylu boyunca uzanmıştı tabuta. Ellerini karnında birleştirmişti ve kıpırtısız bir şekilde yatıyordu. Ölmüş olamazdı. Çünkü nefes alıyordu. Siyah saçları yüzünü perdelemişti. Epey genç görünüyordu. Ve birden, açtı gözlerini usulca. Durdu kalbim korku boynuma dolanınca. Süratle geri çekilip duvara yapıştım. İçim tehlike sinyalleri veriyordu. Adam, tabutun içinde doğruldu ve karşıdaki duvara baktı birkaç saniye. Ne yapmalıydım? Kaçacak yerim var mıydı? Ölüme kucak açmıştım. Belki de kendi kuyumu ellerimle kazmıştım. Sonra adam başını çevirip bana baktı. Kıpkırmızı gözlerinde yorgunluk vardı. Acı ve bitkinlik akıyordu nazarlarından. Duygusuz yüzünde her an bayılmaya hazırmış gibi bir ifade duruyordu. “Teşekkür ederim.”diye mırıldandı yavaşça. Sesi boğuktu. Hızlı hızlı soludum. Yanıt verecek gücüm var mıydı ki? Ardından öyle büyük bir süratle hareket edip tabuttan kalkıp karşımda dikildi ki bir saniye süren bu olayı takip edememiştim. Bunu nasıl yapmıştı? Birkaç adım ötemde durup bana bakmayı sürdürdü. “Korkma.”dedi etrafını incelerken. “Sana zarar vermeyeceğim. Beni tabuttan çıkardığın için tekrar teşekkür ederim.” “Sen nasıl…” Kelimelerim boğazıma düğümlenmişti. Burnunu tuttu. “Kokun… Sana her şeyi anlatmadan önce beslenmeliyim. Kendimi tutamayabilirim.” Sonra yine fark edemediğim şok edici bir hızla beni kollarına aldı ve belki de ışık hızını geride bırakan bir çabuklukla şatodan çıkıp büyük tahta kapının önünde tekrar yere bıraktı. “Burada bekle!”diye bağırdı ormana giderken. “Geri döneceğim! Sakın bir yere gitme!” Yoksa kâbusum şekil mi değiştirmişti? O genç adam gerçekten taş lahitin içinden mi çıkmıştı? Benimleydi sorgulamalar, benimdi cevapsız sorular. Nasıl da zordu inanmak gördüklerime, yoksa beni mi bulmuştu yanılgılar? O şaşkınlık bedenimi oraya mıhlamışken dakikalar geçiyordu. Aklım çekip gitmekle kalmak arasındaki tehlikeli ayrımda mücadele veriyordu. Kimdi o adam? O tabutta ne işi vardı? Vakit akşama yaklaşıyordu. Orman sakinliğini koruyordu, sükunet dinmiyordu, beklemek beynimi kemiriyordu. Ve nihayet, aralandı ağaçlar, güneş batmaya yüz tutmuşken bitti umutsuz halim. Dönmüştü. Uzun boyluydu ve yüzünün etrafını çevreleyen siyah saçları vardı. Oldukça gençti. Önümde durup gülümsedi. “Çok bekletmedim ya? Amma da değişmiş buralar. Bıraktığım gibi değil artık.” Bendeki tedirginliği ayrımsamış olacak ki durakladı. “Korkuyor musun?” Yutkundum. Cevap vermedim. “Korkma.”dedi yine. “Ben kötü birisi değilim. Yardım ettiğin için sağ ol. Sen olmasan çıkamazdım o tabuttan.” “Bu bir şaka, değil mi?” Etrafıma baktım kaygılı bir gülüşle. “Nerede kameralar? Anne, senin işin bu, değil mi?” Gayet ciddi görünüyordu. “Tüm bunlar gerçek. Sana yalan söylemiyorum.” “Nasıl yani? Sen şimdi o tabutun içinde miydin gerçekten? Yok daha neler!” “Ben gerçekten o tabutun içindeydim. Oraya hapsedilmiştim. Ve sen beni kurtardın.” “Sana neden inanayım? Beni kandırmadığını nereden bilebilirim?” Tedirgin bir şekilde dişlerini gösterdi. “Ben bir vampirim, küçük hanım.” Gecenin karanlığı doluyordu irislerime. Duyduklarımsa beni salıyordu bilmediğim hislere. İnanmak istemiyordum. Bunun bir kabus olduğunu kabul edip koşarak uzaklaşmak, tüm bunları unutup geride bırakmak arzusundaydım. Lakin olmuyordu. O adam bütün gerçekliğiyle karşımdaydı çünkü. İnkar edilmesi olanaksız bir şekilde kanıtlıyordu varlığını. “Vampir mi?” Sesim içimdeki fırtınayı yansıtıyordu. “Evet, vampirim. Az önce ormanda bir geyikle karnımı doyurdum.” “Ben de buna inanayım, öyle mi? O kadar saf olduğumu mu…” Cümlemi bitirmeme müsaade etmeden çelik gibi sert kollarıyla beni tuttu ve dudaklarını boynuma yaklaştırdı. “Şu an…”diye mırıldandı. Nefesi tenime değiyordu. “Şu an seni öldürebilirim. Ve kimse bundan haberdar olmaz. Vampirliğimi bu şekilde mi ispatlayayım istiyorsun?” Beni serbest bıraktığında gökyüzüne çevirdi başını. “Seni evine götürsem iyi olacak. Geceleri bu orman hiç de nezih olmaz.” Yine beni kucağına aldı ve koşmaya başladı. Nasıl bu denli hızlı olabiliyordu? Yoksa doğru mu söylüyordu? Gerçekten bir vampir olabilir miydi? @@@@@@@@@@@@@@@@ Kaldığım otel odasındaydık. Beni tarifime uyarak buraya getirmişti. Odanın ortasında duruyorduk. Yaşadığım şok bir türlü geçmiyordu. “Yani şimdi sen… Bir vampir misin?” Yatağa oturdu büyük bir rahatlıkla. “Dedim ya. Bana inanman için ne yapmam gerekiyor?” Daha cesur olmaya karar vermiştim. Mademki sırrı çözmek için bu kadar çaba sarf etmiştim, artık geri dönemezdim. Ona yaklaştım. “Tamam, diyelim ki sen bir vampirsin. Ne işin vardı o tabutta? Tüm bunlar nasıl oldu?” “Adım Kim So Hyun.”diye başladı konuşmaya. “Yüz yılı aşkın bir süredir vampir olarak yaşıyorum. Ama bundan yirmi yıl önce cezalandırıldım ve o tabuta kondum. Bunca zamandır birinin gelip beni kurtarmasını bekliyordum.” Gözlerimi kıstım. “Yani o rüyalar…” “O mu? O benim yeteneğim. Rüyalara girebiliyorum. Ama sadece tanıdığım kişilerin rüyasına.” “Beni tanıyor musun?” “Anneni tanıyordum. Sen henüz bir bebekken onu bir vampirin elinden kurtarmıştım.” Ayağa kalktı. “Ben diğerleri gibi bir vampir değilim, bunu unutma. Asla insan kanı içmem. O yüzden cezalandırıldım zaten. Benden korkma yani. Asıl korkman gerekenler ben değilim.” “Ne demek istiyorsun?” “Git buradan.”dedi. “Evine dön. Beni kurtardığını duyarlarsa seni de rahat bırakmazlar. İzini kaybettirmelisin.” Pencereye doğru yürüyordu. Aklım karmakarışık olmuştu. Filmlerdekine benzeyen bu senaryo, beni ikilemde bırakmıştı. “Kendine dikkat et!”diye bağırdı pencereden atlayıp gözden kaybolurken. “Ve vampirlerden uzak dur!” @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOI MINHO Siyah paltomun içinde görünmez gibiydim. Gecenin alacakaranlığında kimse beni tanıyamazdı. Busan’daydım. Bana verilen emri yerine getirmekti amacım. Vampirlerin yüz karası Sohyun tabutundan çıkmayı başarmıştı. Onu ellerimle hapsetmiştim hâlbuki. Ve şimdi de, onu kurtaran kişiyi bulmaya gidiyordum. Gerçeği ondan duyacaktım ve varlığımızdan haberdar olan bu insanı alıp Seul’e götürecektim. Büyü bakanlığına bağlı vampir konsülü toplanmış, beni bekliyordu. Son kararı konsül verecekti. O karanlık gecede, bu günahkar bedenimle yürüyordum durmaksızın. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:01 pm | |
| BÖLÜM 3 BAE SU Jİ Derin sessizlikte yitirdim yalnızlığımı. Aralandı perdem, gördüm karanlığı. Ben yatağımda uzanmış Soo Hyun denen adamın bana anlattıklarını kafamda tartarken çıkagelmişti. Gece kadar gizemliydi. Bakışları öldürücüydü ve karşımda duruyordu. O kimdi, benden ne istiyordu, bilmiyordum. Bakışlarımız buluştuğunda, kıpırdamaksızın beni seyretmeyi sürdürdü. Yatağımdan kaklı doğruldum. “Sen de kimsin?” Sesim neden bu kadar sakin çıkıyordu, bunu da bilmiyordum. “Burada ne arıyorsun?” “Seni götürmeye geldim.”dedi kararlı bir sesle. Genç bir erkekti. Güzel gözlerinde acımasız duygular vardı. “Nereye? Yoksa seni Soo Hyun mu gönderdi?” Kaşlarını çattı. “Demek doğruymuş. Fazla soru sorma. Gittiğimiz yerde her şeyi sana açıklayacaklar zaten.” “Sen de mi bir vampirsin?” Korkmalı mıydım? Neden bu kadar insancıl dururken, onun vampir olduğuna inanmak zorundaydım ki? Birden hareket edip kolunu belime doladı ve beni de alarak pencereden fırlayıp ışık hızıyla koşmaya başladı. “Hey! Dur!” Bağırıyordum ama beni duymazdan geliyordu. “Beni nereye götürüyorsun? Dur dedim sana!” Sonunda bitmişti yolculuğumuz. Seul’e bu kadar çabuk varabileceğimizi hiç düşünmemiştim. On dakika sürmüştü Busan- Seul arası yol. Eski bir ahşap eve girdik. Elimi tutmuştu ve bırakmıyordu. Adı neydi acaba? O da Soo Hyun gibi biri miydi? Evin içindeki mahzen gibi bir yere inmiştik şimdi de. Duvarlarda meşaleler vardı. Korkum artıyordu. Beni nereye getirmişti böyle? @@@@@@@@@@@@@@@@ KİM SOO HYUN Kaderime lanet ediyordum o anda. Nasıl da beni bulmuştu tam da özgürlüğümü yakaladığımı sandığım zamanda. Konsül önümdeydi. Benim için toplanmışlardı. Kaçamamıştım ellerinden. O kahrolası tabuttan çıktığımı öğrenir öğrenmez peşime düşmüşlerdi ve beni yakalayıp buraya getirmişlerdi. Suçum neydi ki? O tabuta kapatılış sebebim de saçmaydı, şimdi yeniden cezalandırılacak olmam da. Tek kusurum, diğer vampirler gibi insan kanı içmeyi reddedip kendimi hayvan kanıyla doyurmamdı. Ben bu şekilde yaşamayı seçmiştim lakin vampirlerin yüz karası ilan edilmiş ve bundan tam yirmi bir yıl önce yargılanıp yine bu konsülün kararıyla tabuta hapsedilmiştim. Muhafızların gözü üzerimdeydi. Buradan kaçmam olanaksızdı. Ardından kapı açıldı ve Choi Minho girdi içeriye. Can düşmanım… En azılı vampir… Tam bir insan düşmanıydı o. Ve korktuğum olmuştu. Minho’nun yanında beni kurtaran kız da vardı. Durup onlara baktım sessizce. Minho kızı kolundan tutup salonun ortasına getirdi ve konsülü selamladı. “İstediğiniz kızı getirdim, efendim.” Onu neden getirmişlerdi ki? Ona ne yapmayı planlıyorlardı? Vampir konsülü başkanı Efendi Lee konuştu o boğuk sesiyle. “Demek kız bu.” Diğer konsül üyelerine baktı. “Ne dersiniz? Önce dinleyelim mi onları?” Üyeler başlarıyla onayladıklarında Efendi Lee bana döndü. “Anlat bakalım, Soo Hyun. Neden sana verdiğimiz cezayı ihlal ettin?” Umutsuzca dolaştı gözlerim salonda. “Çünkü suçsuzum. Suçsuz yere ceza çekmek istemiyorum, efendim. Beni anlamalısınız. Artık özgürlüğümü geri istiyorum!” Efendi Lee hiçbir şey demeden kız yöneldi bu kez. “Adın ne?” Kız yutkundu. “Bae Su Ji.” “Sen anlat bakalım, Su Ji. Neden çıkardın onu tabuttan?” “Ben… Şey… Her gece rüyama geliyordu. Dayanamıyordum. Onun cezalı olduğunu bilmiyordum. Gerçekten… Ben… Sadece kâbuslarımın bitmesini istedim.” “Lütfen, efendim…”diye yalvardım. “Beni o tabuta yeniden yollamayın, lütfen. Yirmi yıl boyunca kaldım zaten orada!” “Sana verilen cezayı ihlal ettin.”dedi Efendi Lee. “Cezanın bitmesine daha yüz yıl varken sen cezanı yarım bıraktın. Ama burada tek suçlu sen değilsin. İkiniz de suçlusunuz. Ve düşündüm de…” Önce Su Ji’ye sonra bana baktı. “Fakat ikinizi de cezalandırmayacağım. Yalnızca birinizi cezalandıracağım. Ne dersin, Soo Hyun? Seni mi cezalandırayım yeniden?” Yerde diz çöktüm. “Hayır, efendim! Lütfen beni affedin! Yeniden o tabuta dönemem! Lütfen!” Hürriyetimi henüz yeni bulmuşken, tekrar o sessiz ve soğuk tabuta dönebileceğim ihtimali beni ölesiye sarsıyordu. Asla gitmeyecektim oraya. Özgürlüğümden feragat etmeyecektim artık. “Öyleyse…” Efendi Lee kıza göz attı. “Su Ji’yi mi cezalandırayım yani? Bunu mu diyorsun?” Hiçbir şey diyemedim. Sadece başımı yere eğdim ve sustum. Biliyordum, bu yaptığım hainceydi ama öyle çok acı çekmiştim ki kabullenemiyordum yeniden hapsedilmeyi. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Ne diyordu bunlar böyle? Beni mi cezalandıracaklardı? Ne yapmıştım ki? Suçum neydi? Choi Minho denen adam yanımda dikiliyordu. Kim Soo Hyun’sa yerde diz çökmüş, ıstıraplı ve yalvaran bir ifadeyle konsül başkanına bakıyordu. Yaşlı konsül başkanının gözleri bendeydi. “Sana ne ceza verelim acaba? Bir insanı tabuta kapatamayacağımıza göre sana uygun bir ceza bulmak zorundayız.” Üyelerden biri konuştu. “Bana sorarsanız, bir vampirin ömür boyu kölesi olsun. O ne derse onu yapsın.” “Güzel fikir. Ama kimin kölesi olacak?” Choi Minho araya girdi. “Benim olsun, efendim. Eğer izin verirseniz onu ben almak istiyorum.” Ne demekti bu? Konsül başkanı gülümsedi. “Evet, bence de bu kız senin olmalı, Minho. Aramızdaki en acımasız vampir olarak bu senin hakkın. Bu onun için tam bir ceza olacak.” Soo Hyun’a baktığımda tekrar, yüzünden yaptığından pişman bir ifade vardı. Neden beni kurban etmişti ki? Ben ona ne yapmıştım? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:01 pm | |
| BÖLÜM 4 BAE SU Jİ Minho beni kolumdan tutup kendi yanına çekti. Gözleri Efendi Lee denen adamdaydı. “Onu götürüyorum öyleyse, efendim.” “Ben suçsuzum!”diye bağırdım umutsuzca. Minho o kaya gibi güçlü kollarıyla beni o odadan çıkarırken hala sesimi duyurmaya çalışıyordum. “Soo Hyun! Yardım et bana! Bırak beni!” Sonunda, kimse beni kurtarmaya gelmemişti. Adaletsiz varlıklar, sesimi duymazdan gelmişti. Tekrar merdivenleri tırmanıp dışarı çıktık. Ay parlıyordu. Başıma gelenleri hangi sebep izah edebilirdi? Masumiyetim hangi ara ellerimden uçup gitmişti? Yüzüme baktı o gece gibi kopkoyu gözleriyle. Soo Hyun gibi değildi o. Korkutuyordu bakışları. Delip geçiyordu sanki beni. “Yalvarırım…”diye mırıldandım. “Bırak da gideyim. Bana bunu neden yapıyorsunuz? Suçum ne benim?” “Artık bana aitsin.”dedi. “Hiçbir yere gidemezsin. Suçunun ne olduğu da beni ilgilendirmiyor. Cezan ben olacağım.” Sözleri beni yıkılmış bir şehre dönüştürmüştü. Nasıl da vicdansızdı… Anlamıyordu hislerimi. Asıl suçlu ben değildim ki. Sonra beni yine kollarına alıp bilmediğim yerlere götürdü. Mekân kavramını yitirmiştim. Tekrar durduğunda, bu kez bir ormandaydık. Ayın ağaçların ardında görünmez olduğu, yanımdaki bu adam gibi ürkütücü bir ormanda… Ve bir ev vardı. Daha doğrusu bir saray yavrusu… Koyu renklere boyanmış uzun duvarlar, etkileyici geniş bir bahçe ve tarihi olduğu belli olan koca bir villa… Sanki bir masalın içine düşmüş gibiydim. Tüylerimi ürperten ve sonunun iyi bitip bitmeyeceğini bilmediğim bir masalın başkahramanı olmuştum. Minho bileğimi kavrayıp beni ardından sürükleyerek bahçeyi geçti ve eve girdi. Kapıyı kapattığında içeriyi inceledim meraklı gözlerle. Geniş bir salondu burası. Lüks avizeler, pahalı eşyalar ve hoş bir dizayn göze çarpıyordu. Onun bir vampir olduğunu bilmesem, onun hakkında neler düşünürdüm acaba? Siyah paltosunu çıkarıp astı ve koltuklardan birine oturdu beni umursamadan. Salonun ortasında kalakalmıştım bense. Burası onun evi miydi? Bir vampir gerçekten böylesine lüks bir evde mi yaşardı? Daha önce hiç vampir görmemiştim ki nereden bilebilirdim? Gözleri beni buldu. “Otur.”diye emretti. Yerimden kıpırdamadım. Sessizlik boğuyordu düşüncelerimi. “Bana bak, insan bozuntusu!” Sesi sertti bu kez. “Ben ne dersem onu yapacaksın bundan sonra! Otur dersem oturacaksın! Emirlerime itaat edeceksin, anladın mı?” Başımı salladım korkuyla. Gözyaşlarım akıyordu ama yüzüm hala şokunu belli etmekle meşguldü. “Ta-tamam…” Hıçkırıklarım yüzünden sesim boğuk çıkıyordu. Yavaş adımlarla ilerleyip ona en uzak koltuğa oturdum. Diken üstünde gibiydim. “Eğer dediklerimi yaparsan…” diye konuştu arkasına yaslanıp. “Hep iyi anlaşırız. Ama bana karşı gelirsen o güzel vücudun çok incinir. Bir vampir olduğumu hatırlatmak zorunda bırakma beni, tamam mı?” Başımla onayladım. “Seni öldürmeyeceğim. Yaşamana izin vereceğim. Fakat sen beni kızdırırsan, dayanamayabilirim. Dikkatli ol bu yüzden.” Nasıl bir belaydı bu yaşadığım? Ölüme bu denli yakın olup da ölümden beter bir cezaya uğramak ne de fenaydı. Kurtulmamın olanaksızlığını bile bile katlanmak zorunda olduğumu bilmek de öyle… “Beni bulacaklardır.”dedim zor duyulan bir sesle. “Ailem var benim. Beni merak edeceklerdir. Kurtaracaklar beni.” “Şunu aklından çıkarma, kim gelirse gelsin, kiminle savaşmak zorunda kalırsam kalayım seni benden alamazlar. Sen artık benim elimdesin. Bana aitsin. Ailen dahi alamaz seni benim elimden.” Bunun üzerine ne diyebilirdim ki? Ölüm, bu sözlerden daha az acı verici olmaz mıydı? “Benimle gel.” Ayağa kalkıp üst kata çıkan merdivenlere yöneldi. İsteksiz olsam da hayatımı korumak için onu takip ettim. Merdivenleri çıktıktan sonra, beyaza boyanmış duvarlarıyla uzayıp giden koridorun sonundaki odanın kapısını açıp içeri girdi. Odaya adımımı attığımda, ilk gördüğüm kitaplarla dolu raflar ve kocaman bir pencereydi. “Burada uyuyacaksın.”dedi. “Geceleri ben genelde evde olmam. Yani gönül rahatlığıyla uyuyabilirsin.” Çevreme baktım dikkatle fakat en büyük şey eksikti odada. Yatak yoktu. Tam ben bunu dile getirecektim ki Minho benden evvel davranıp müthiş hızıyla ortadan kayboldu ve saniyeler sonra kapının belirdiğinde yeniden, elinde birleştirilmek üzere parçalara ayrılmış bir yatak duruyordu. Bir dakika içinde yatağım hazırdı. Durup bana yöneldi küçümseyen nazarlarla. “Sakın kaçmaya kalkışma. Bahçede senin hiç de hoşuna gitmeyecek sürprizler var çünkü. Bu kadar ölmek isteyeceğini sanmıyorum.” Ardından yanıt beklemeden pencereye gitti ve gecenin karanlığında gözden kayboldu. Yatağa yığılırcasına oturduğumda, beni esir alan ürpertilerimle, endişelerimle ve çaresizliğimle baş başaydım yine. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Seul sokakları insan kaynıyordu her gece olduğu gibi. Ölmek için can atan ne kadar çok insan vardı böyle? Hiçbir amacı olmayan, yalnız ve boş insanlar… Ölmeyi hak eden ve yokluklarında hiçbir şeyin değişmeyeceği değersiz yaratıklar… Bu geceki avım ayyaş bir gençti. Yürümeye bile takati yoktu. Yolun kenarında çırpınıyordu içkinin verdiği uyuşuklukla. Onu alıp ıssız bir ağacın dibine götürdüğümde, sesi dahi çıkmıyordu. Tam da dişlerimi boğazına geçirecektim ki bir ses durdurdu beni. “Bunu neden yaptın?”diye bağırdı Kim Soo Hyun az ötemde dikilip. İfadesi beni kınıyor gibiydi. Alaylı bir şekilde gülümseyip avımı yere bıraktım ve tek ayağımla üzerine bastım. “Demek buradasın, seni yüz karası.” “Ben yüz karası değilim! Asıl sen aşağılık bir adamsın!” Bu cesareti nereden buluyordu acaba? “Yine ceza mı almak istiyorsun?”diye sordum kışkırtırcasına. “Tabutunu çok mu özledin yoksa?” “O kızı rahat bırak! Onun hiçbir kabahati yok! Senin derdin benimle, biliyorum!” “Geçmişi deşme, Soo Hyun! O tabuttan çıkmamalıydın. Sana verilen cezaya razı olmalıydın! Madem ki kuralları ihlal ettin ve cezanı yarım bıraktın, sonuçlarına da katlanmak zorundasın!” “Geçmişteki o olayda da suçsuzdum, şimdi de suçsuzum. Neden bir kez olsun beni anlamayı seçmediniz ki?” “Artık bunların bir önemi yok, Soo Hyun. Bu kız artık bana ait. Ve şunu unutma, seninle işim henüz bitmedi. Geçmişin intikamını daha almadım senden. Var olduğum sürece, acı çekmen için elimden geleni yapacağım, bunu aklından çıkarma.” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:01 pm | |
| BÖLÜM 5 ( https://www.youtube.com/watch?v=CioEq0lbrHU ) BAE SU Jİ Tanımadığım bir yataktaydım. Onun benim için hazırladığı yatakta… Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Korku mu? Çaresizlik mi? Yoksa yalnızlık mı? Minho gideli saatler olmuştu. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti lakin uyuyamıyordum. Karmaşık duygularımdan, düşüncelerimden ve onun eve döneceği gerçeğinden kurtulup da gözlerimi kapayamıyordum. Artık inanıyordum onun bir vampir olduğuna. Başka çarem yoktu çünkü. Bütün işaretler bunu kanıtlıyordu. Asıl önemli olan şimdi, bu işten nasıl sıyrılacağımdı. Eğer onun bir vampir olduğu kanısına vardıysam, bunun getirdiği tehlikeleri de göze almam gerekirdi. Her an beni öldürebilirdi. Sonuçta o bir erkekti ve onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. O kara tahayyüllerle uykuya dalıp da sabahın ilk ışıklarıyla yeniden uyandığımda, ilk başta aklım anımsadıklarına rüya sıfatını vermek istiyordu. Ama değildi. Yattığım bu yatak, bu aşina olmadığım oda ve dün gece, aksini haykırıyordu. Doğruldum ve ayağa kalktım. Minho ortalarda görünmüyordu neyse ki. Tedirgin adımlarla odadan çıkıp koridorda ilerledim ve alt kata indim. Kimse yoktu. Salonla birleşik yapılmış olan mutfağa yöneldim usul usul. Tıkırtılar geliyordu oradan. Oradaydı. Sırtı bana dönük bir şekilde bir şeyler yapıyordu. Mutfak kapısının yanında durdum. Geldiğimi anlamış olacak ki bana doğru döndü. Yüzünde memnuniyetsizlik ve zevk dolu bir ifade vardı. Ve elinde de bir bardak… Kırmızı bir sıvı vardı içinde bardağın. Gülümsedi aniden. “Demek uyandın. Ben de sana kahvaltı hazırlıyordum.” Yutkundum endişeyle. “Kahvaltı mı?” “Evet. Sonuçta sen de bir insansın.” Neden bana böyle iyi davranıyordu ki? Kırmızı sıvıyla dolu bardağı uzattı bana. “İç bunu.” Bardağa baktım ne olduğunu anlamaya çalışarak. Şeye benziyordu… Tuhaf bir biçimde midemi bulandırıyordu görüntüsü. “Bu ne?” “Al ve iç.” Garip gülümsemesi hala yüzündeydi. “Emirlerime karşı gelme demiştim.” Mecburen aldım bardağı. Kırmızı suyu inceledim göz ucuyla. “Ne var içinde?” “Benim en sevdiğim içecek…”dedi rahatlıkla. “Kan.” Duyduğum kelimeyle birlikte kanım donmuştu adeta. Bardağı tutan ellerim titremeye başladı ve yaşadığım anın karanlığıyla sarsıldım derinden. “Kan mı?” O da bardağa sarıldı ve o karşı konulmaz gücüyle onu ağzıma yaklaştırdı. “İç dedim sana!” Başımı diğer tarafa çevirdim telaşla. “Hayır! İçmeyeceğim! Bırak beni, hayır!” “Ölmek mi istiyorsun?” “Evet, öldür beni!” Nihayet bırakmıştı ellerimi. “Öldüreyim mi?” Şaşırmış görünüyordu. Acıyla şekillenmişti ifadem. Gözlerim hala yerdeydi. “Senden kurtulmam için bu yeterli olacaksa, öldür beni…” Beklenmedik bir tepkiyle karşılaşmış gibiydi. “Bu iyi. Ölmeyi istemen iyi bir şey… demek ki cezanı çekiyorsun.” Sonra da çıkıp gitti. Yine yalnız kalmıştım. Bana yaptırmaya çalıştığı şeyin etkisi geçmemişti. Nasıl bu denli acımasız olabiliyordu? İçime çöken karamsarlıkla ağlıyordum yine. Kan dolu bardağı yere attım. Döşeme kırmızı renge boyanırken, kalbim ona duyduğum nefretle dolmuştu. @@@@@@@@@@@@@@@@ Karanlık bastırana dek odamda oturup buradan nasıl kurtulabileceğim sorununa çözüm düşünmüştüm. Ama mümkün değil gibi görünüyordu. İlk başta, bunu yapabilecek cesaretim yoktu. Ondan ölesiye korkuyordum. İnsan olmadığını tüm o vahşi davranışlarıyla ispatlıyordu. Öyle tuhaf bir durumdaydım ki sabahtan beri bir şey yememiş olmama rağmen, bunun bilincine yeni varıyordum. Aniden odamın kapısı açıldı ve Minho o ürkütücü ve sert tavrıyla karşımda belirdi. “Hazırlan.”dedi istifini hiç bozmadan. “Dışarı çıkacağız.” Arık öğrenmiştim emirlerine karşı gelmemem gerektiğini. Onu takip ederek, bitimsiz kabullenmişliğimle alt kata indim. Paltosunu giyinmişti. Gözlerim döşemedeydi. Merak etmiyordum nereye gideceğimizi. Sanki tüm duygularım ölmüştü, nefes alan bir ruh gibi hissediyordum. Az sonra, bileğimi kavrayıp beni ardından sürükleyerek kapıya yöneldi ve evden çıktı. Saniyeler içinde, kalabalık bir caddeye gelmiştik. Trafiğin hızla aktığı, insanların umursamaz halleriyle yürüyüp uzaklaştığı ve renkli reklam ışıklarıyla aydınlatılmış bir caddeydi burası. Ne amaçla buradaydık acaba? Soğuk esinti beni kendime getirmişti. Üzerimdeki ince kıyafetlerle titriyordum usulca. Minho bana döndü. “Etrafına bak. Ve bir insan seç. Sence hangisi?” “Ne için?” Yine neyin peşindeydi? “Soru sorma.”diye uyardı. “Sadece seç.” Mecburen yoldan gelip geçenlere kaydı gözlerim. Kimisi duraksamadan yürüyüp giderken kimileri dükkânlara uğruyor ya da kaldırıma oturmuş içki içiyordu. Bense, uzaktaki bir adama bakıyordum. Elinde bir sigara vardı ve giyim mağazasının kapısının önünde ayakta dikiliyordu. “Şu adam…”dedim onu işaret ederek. “Ama neden bunu…” Yüzüme baktı gözlerini kısarak. “O adamın yanına git ve onu bana getir.” “Neden?” “Benim avım olacak.” “nasıl yani? Avını senin ayağına getirmemi mi istiyorsun?” Duyduklarım karşısında kendimden bile şüphe eder olmuştum. “Aynen öyle.”dedi çekinmeden. “Eğer bir sorun olduğunu anlayıp da kaçarsa ya da bana getirmeyi başaramazsan cezasını sen çekersin, anladın mı?” Yutkundum. “Ama kendin de onu yakalayabilirsin, neden beni buna alet ediyorsun?” “Sana ne diyorsam onu yap. Sen benim kölemsin unuttun mu? Acı çekmen için bana verildin. O adamı bana getireceksin ve ben de onunla besleneceğim. Başka soru sorma ve dediğimi yap hadi.” Başka şansım var mıydı? Beni bu iğrenç oyunlarına dâhil ederken, durup da yüreklice isyan edebilir miydim? Gözlerine baktım bir süre. Taviz vermeyen nazarlarında, azıcık dahi insani duygulardan eser yoktu. Ardından, kalabalık caddeye döndüm ve yürümeye başladım. Hedefimde o adam vardı. Hayatımı mahvettiği için Soo Hyun’dan nefret ediyordum. Beni kölesi olarak gördüğü ve insanlığımla alay ettiği için Minho’dan tiksiniyordum. Yolun karşı tarafına geçtim ve adama yaklaştım. Minho geride durmuş beni seyrediyordu. Adam beni görünce sigarasını bıraktı ve bana kaydı gözleri. Benden birkaç yaş büyük bir gençti. Durup hiçbir şey diyemeden onu izlemeyi sürdürdüm birkaç saniye. “Bir şey mi istemiştiniz?”diye sordu genç en sonunda. Ellerim terliyordu. “Şey… Ben… Ben buraları pek bilmiyorum da… Galiba buralarda bir motel varmış. Ama ben bulamadım.” Gülümsedi. “Motel mi? Bakın şu ara sokakta.” Yalan söylüyordum. O moteli elbette biliyordum. “Oraya baktım.”dedim. “Fakat orada da bulamadım. Acaba siz bana kendiniz gösterebilir misiniz?” “Elbette.” Caddenin karşısına geçip karanlık ve tenha ara sokağa doğru ilerledi. Onu bile bile ölüme götürüyordum. Onun katili ben miydim yani? Minho bizi orada bekliyordu. Çıkmaz sokağın en uç noktasında durmuş yolumuzu gözlüyordu. Adam motel yazılı levhanın önüne gelmişti. “Bakın işte burası.” Gözlerim Minho’daydı. Adım adım yürüyüp yanıma geldiğinde, genç adam ikimizi süzdü bakışlarla. “İyi iş çıkardın.”dedi Minho yüzündeki istediğine ulaşmış ifadeyle. “İyi bir seçim yapmışsın.” “Neler oluyor?” Genç şüphelenmeye başlamıştı belli ki. “Siz de kimsiniz?” “Onu öldürme.”diye yalvardım Minho’ya. “O daha çok genç. Başka birini seçeceğim.” “Hayır.” “Lütfen…” “Bir dahaki sefere seçimini daha iyi yaparsın.” Genç adam geri geri çekildi. “Ne diyorsunuz siz? Ne öldürmesi? Polis çağırmadan gidin buradan!” Minho’nun önüne geçip bağırdım. “Yeter artık! Onu öldürme dedim! Başka birini bulalım! O henüz çok genç!” Minho birden beni kendine çekip dişlerini boynuma değdirdi. “Seni mi öldüreyim istiyorsun?” Yanıt veremedim. “Ne dersin?”diye konuştu öfkeyle. “Bu geceki avım sen mi olmak istiyorsun?” | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:01 pm | |
| BÖLÜM 6 ( https://www.youtube.com/watch?v=Y5VTpmzbtUA ) BAE SU Jİ Minho kollarını gevşetti usulca. “Bir daha…”diye mırıldandı kulağıma. “Bir daha beni durdurmaya çalışma. Yoksa bedelini hayatınla ödersin.” O ıssız ara sokakta, Minho beni tehdit ederken sessizce dinledim sadece. Ona avı olarak seçtiğim genç adam kaçmaya hazırlanıyordu belli ki. Minho aniden beni serbest bırakıp müthiş hızıyla peşinden gitti ve yakalayıp geri getirdi. Genç bağırıyordu. Minho ise onu duymazdan gelip bedenini yere serdi ve karanlık köşede dişlerini boynuna geçirdi. Bu sahneye şahit olmak dehşetimi zirveye çıkarmıştı. Gencin çırpınışları söndü birkaç dakika sonra. Ölmüştü. Bense hala ayaktaydım. Aynı noktada durmuş onları seyrediyordum. Minho ayağa kalktı yeniden. Karanlığın içinden çıkıp karşımda dikildi. Dudaklarında kan lekeleri vardı. Buz gibi soğuk bakışlarıyla beni süzüyordu. Teki vermedim. Buna alışmak zorunda mıydım? Her gece aynı dayanılmaz sahneye mi tanık olacaktım? Elimden tuttu ve yürümeye başladı. Kalmayan takatimle onu takip ettim itaat ederek. Soru sormayacaktım, karşı koymayacaktım. Derdimle baş başaydım. Siyah gölgeler misali karartmıştı hayallerimi, artık umutsuz bir köleydim. Ormandaki o büyük villaya döndüğümüzde, ikimiz de tek kelime etmemiştik. Minho koltuğa oturdu ve bana baktı. “Aç olmalısın. Mutfağa git de bir şeyler ye.” Önce umursamadım dediklerini. Dalga mı geçiyordu benimle? Bu haldeyken yemek yemeyi nasıl düşünebilirdim ki? Fakat sonra karnım guruldadı ve derin bir açlık hissettim. Dünden beri hiçbir şey yememiştim. Mutfakta pek bir şey yoktu aslında. Buzdolabında serum torbalarına stok ediliş kanlar göze çarpıyordu, insani şeyler bulmak pek de mümkün değildi. Elime geçen tek şey, bir parça ekmek olmuştu. Nihayet, odama geri döndüm ve uyumak üzere yatağıma uzandım. Ürpertilerim geçmiyordu. Bu gece gördüklerimi nasıl çıkaracaktım zihnimden? Bu kara hatıra hep benimle kalacaktı, değil mi? @@@@@@@@@@@@@@@@ Kapalı gözlerime renkler yansımıştı. Olmayan bir dünyanın mültecisi olmuştu bedenim. Yine rüyalar alemindeydim. Yine beklenmedik bir şekilde kendimi o tuhaf ormanda bulmuştum. Kulağımı tırmalayan uğultular sardı etrafımı. Ağaçların sessiz konuşmasıydı bunlar. Ve birden o belirdi ötemde. Ardından vuran puslu güneşe parlaklığını bürünmüş siluetiyle bana bakıyordu. Kim Soo Hyun buradaydı. Yine rüyamı mesken tutmuştu. Esen rüzgar titretti saçlarımı. “Su Ji!”diye seslendi bana. Aradaki mesafeyi katıyordu usul usul. “Sen…”diye mırıldandım. “Ne cüretle…” “Beni dinlemelisin. Sana anlatacaklarım var, Su Ji.” “Tüm o yaptıklarından sonra mı? Hala ne hakla rüyalarıma geliyorsun?” “Sana yardım etmek istiyorum. Bu yüzden beni dinlemelisin.” “Yardım edeceksin demek… Sana artık inanır mıyım sanıyorsun? Yaşadıklarımdan sonra mı?” “Seni kurtaracağım, Su Ji! Seni o pislik adamın elinden kurtarmak istiyorum. Ama önce söylediklerime kulak vermelisin! Sana asla ihanet etmek istememiştim. Sadece özgürlüğümü kaybetmekten korktum. Fakat anladım ki sana verdiğim zararla yaşayamam.” Sözleri bendeki bir şeyleri harekete geçirmişti sanki. Cesaret miydi bu hissettiğim? Yoksa başkaldırı mı? Bana planını anlattıktan sonra, gözlerimi gerçek dünyaya yeniden açtığımda artık küçük de olsa bir umudum vardı. Kurtulabilirdim buradan. Bu cehennemden kaçabilirdim. Yataktan kalktım ve pencereden karanlık bahçeye göz attım. Kimse yok gibiydi. Sonsuz bir sessizlik hâkimdi her yere. Beklemedeydim. Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Dakikalar sonra alt kattan bağırışlar duyulmaya başlamıştı. Ses Minho’ya aitti. Öfkeyle haykırıyordu. Kapıya yöneldim ve koridora çıktım. Merdivenlerden baktığımda, Minho ve Soo Hyun’un tehlikeli tartışmalarını görmüştüm. Soo Hyun sözünü tutuyordu. Minho epey kızmış görünüyordu. Soo Hyun dış kapıdan çıkıp bahçeye çıktığında Minho da peşinden gitmişti. İşte vakit gelmişti. Kaçma zamanıydı! Merdivenleri yel gibi hızla inip açık olan dış kapıdan geçtim ve soğuk havaya dalıp hiç de güvenli görünmeyen bahçeye girdim. Sesleri uzaktan geliyordu. Bahçe kapısı birkaç metre ötedeydi. Koşuyordum tüm gücümle. Nefes nefese kalmıştım. Gerçekten kurtulabilecek miydim? Bu mümkün müydü? Tabii ki değildi. O karşıdaydı çünkü. Minho aniden önüme geçti ve beni durdurdu. Gözlerinde adeta ateş saçan bir ifade vardı. Soo Hyun neredeydi? “Kaçıyor muydun?”diye sordu adım adım yaklaşıp. Kızgınlığı zafer kazanmış bir gülümsemeye dönüştü. “Bana oyun mu oynamaya çalışıyordunuz?” Yanıt vermedim. Ardından bir kolun beni tutup hızla kendine çektiğini hissettim. Soo Hyun tam yanımdaydı artık. “Evet!”diye karşı koydu Minho’ya. “Sana oyun oynadık! Çok mu şaşırdın? Bu kez de seni durduramam mı sandın? Artık geçmişteki hataları yapmayacağım, Minho!” “Kız kardeşim gibi bu kızı da kaybedeceksin! Ölüm sebebi sen olacaksın yine!” “Yanılıyorsun! Bu kez sana itaat etmeyeceğim! Bu kızı koruyacağım! Ne pahasına olursa olsun!” “Ver onu bana, Soo Hyun. Daha fazla sorun çıkarmadan çek git evimden.” “Gel de kendin al.” “Ölmek mi istiyorsun?” Bu vaziyet hiç de iyi değildi. Vampirlerin savaşında hangi insan sağ çıkabilirdi ki? Sonum bu iki azılı düşman vampirin elinden mi olacaktı yoksa? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:02 pm | |
| BÖLÜM 7 ( https://www.youtube.com/watch?v=wx3LiXxone0 ) BAE SU Jİ Bu savaş, bu restleşme ölüm getirecekti belli ki. Ve gidişata bakılırsa, kaybeden taraf Soo Hyun olacaktı. Minho gücünün üstünlüğünü bundan önce defalarca kez kanıtlamıştı çünkü. O en acımasız vampir değil miydi? Birbirlerine ateş saçan gözlerle bakıyorlardı hala. “Seni son kez uyarıyorum.”dedi Minho Soo Hyun’a. “Bırak kızı ve def ol buradan.” Soo Hyun beni arkasına alıp öne çıktı. “Sana demiştim, onu koruyacağım. Tehditlerin hiçbir şeyi değiştirmez. Senden korkmuyorum.” “Demek öyle… Demek korkmuyorsun. Bunu sen istedin, yüz karası.” Minho saldırmaya hazırlanırken vermiştim kararımı. Ağır adımlarla Soo Hyun’un yanından geçip ondan uzaklaştım ve ikisinin arasında durdum. “Yeter!”diye bağırdım. “Yeter, Soo Hyun. Kimse zarar görsün istemiyorum. Git artık.” “Ama, Su Ji…” “Kaçamadık, olmadı. Bundan sonrasını ben hallederim. Yardımın için teşekkür ederim yine de.” Minho sert bir hareketle kolumdan tutup beni kendi yanına çekti ve sırıttı. “İşte böyle… Bak, bu zavallı insan bile senden daha akıllı. Doğrunun ne olduğunu o dahi anladı. Hadi şimdi bas git!” Soo Hyun afallamıştı. “Bu iş burada bitmedi, Minho! Yine geleceğim! Yaptığın zulümlerin hesabını vermen için ne gerekiyorsa yerine getireceğim!” Ve gitti. Karanlığın sırlarına kadem basıp yok oldu. Minho’ya bakmaya cesaretim yoktu. Bakalım beni ne tür bir ceza bekliyordu? İşkencesini bu kez nasıl yapacaktı? Gözü üzerimdeydi, bunu hissediyordum. Yine hiçbir şey demeden bileğimi kavradı ve eve girip kapıyı kapattı şiddetlice. Salonun ortasında kalakalmıştım. “Sana kaçmaya kalkışma dememiş miydim?”diye sordu oldukça sakin bir sesle. Sanki havadan sudan bahsediyormuş gibiydi. “Ne yapayım ben seninle şimdi?” “Öldür beni.”diye yanıt verdim gözlerine bakıp. “Lütfen öldür beni…” “Hayır, hayır, ölüm senin için bir kurtuluş yolu, biliyorum. Tabii ki seni öldürmeyeceğim. Elimden bu kadar çabuk kurtulamayacaksın.” Ardından yine kolumdan tuttu ve mutfağa geçip kiler kapısına yöneldi. “Geceyi burada geçir de aklın başına gelsin.” Kiler kapısını açtı ve zifiri karanlığa itti beni. Aşağıya inen merdivenlerin tepesindeydim. “Tabutlara fazla yaklaşma bence.”diye uyardı kapıyı kapatmadan önce. “Kim bilir, belki kadim vampirlerin uyanacağı tutar.” Sonra beni o koyu sessizlikte ışıksız bırakıp gitti. Kapıyı yumrukladım çaresizce. “Çıkar beni buradan, Minho! Lütfen! Her türlü cezaya razıyım! Yeter ki çıkar beni buradan!” Hayatım boyunca en çok korktuğum şeye hapsolmuştum: karanlık. Gözümü açmamla kapamam arasında hiçbir fark yoktu, ikisinde de göremiyordum çünkü. Korkudan ağlıyordum. Nefesim kesiliyordu. Sırtımdan aşağıya soğuk terler boşalıyordu. “Minho!”diye seslendim defalarca kez. “Öldür beni, Minho! Yeter ki çıkar beni buradan! Lütfen, Minho… Lütfen… Lütfen…” Sesim de çıkmaz olduğunda, gözlerim karanlığa alışmaya başladığında ve takatim kalmayıp vücudum karşı koyunca basamağa oturdum ve kaderime lanet etmeyi sürdürdüm. Üşüyordum. Yalnızdım. Ve en önemlisi korkuyordum. Şu an tek kimsem oydu ve ne yazıktır ki beni karanlığın kucağına iten de o olmuştu. Saatler geçiyordu. Oturmuş olduğum o basamakta, ölümün gelip beni bulması için dua ediyordum. Her an bir yerlerden fırlayabilecek korkunç yaratılar beliriyordu hayalimde. Bu gaddarca ceza, biraz fazla değil miydi? @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Güneş doğuyordu. Bu kadar korku yeter de artardı bile. Artık onu kilerden çıkarma zamanı gelmişti. Yeniden alt kata indim ve mutfağa girdim. Kilerin kapısını atçımda ilk başta karanlık yüzünden hiçbir şey görememiştim. Fakat ardından onu fark ettim. En üst basamakta duvara yaslanmış oturuyordu. “Hadi kalk.”dedim. “Cezanı bu seferlik kısa kesiyorum.” Toparlanıp ayakta durdu ve dışarı çıktı usulca. Gün ışığında berbat görünüyordu. Yüzünün rengi atmıştı ve gözlerinde derin bir dehşet okunuyordu. Aklını kaybetmiş gibiydi adeta. Bana bakmaktan hala çekiniyordu belli ki. “Umarım dersini almışsındır.” Bir bardak suyu ona uzattım. “İç bunu. İyi gelir.” Eliyle geri itti bardağı. “Sen bilirsin.” Mutfaktan çıkıp tekrardan odama döndüğümde, bu kızın neden bu kadar tuhaf olduğunu düşünüyordum. Diğer insanlar gibi davranmıyordu. Pencerenin önüne geçip puslu manzaraya bürünmüş olan gökyüzünü seyre koyuldum. Ne yapacaktım ben bu kızla? Amacım neydi? Neden ona acı çektirmek hoşuma gidiyordu? Geleceğimle ilgili kararlar alma vakti gelmişti. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Düşüncelerim soyut bir boyuta geçmişti sanki. Onun bana uyguladığı acımasız ve zalimce muameleleri hatırladıkça kalbim sıkışıyordu. Beni mutfakta yalnız bırakıp üst kata çıkmıştı. Üzgün bile değildi tüm bu olanlar için. Muhtemelen biçareliğime içten içe seviniyordu. Keyif alıyordu bundan. Beynime bıçak gibi saplanan bu gerçeğin etkisiyle harekete geçmiştim. Pişman olacağımı biliyordum. Acı çekeceğimi de… Fakat yapacaktım. Mutfak tezgahının üzerindeki büyük et bıçağını kavradım ve merdivenleri çıkı onun odasının önünde durdum. İlk kez onun odasına girecektim. Kapı açıktı. Ve onu görebiliyordum. Penceresinin önünde dikilmiş dışarıyı seyrediyordu. Elleri ceplerindeydi ve görüş alanının dışındaydım. Sırtı bana dönüktü çünkü. Tam da aradığım fırsattı. Ses çıkarmamaya özen göstererek adım adım yaklaştım ona. Elimdeki bıçak saplama pozisyonundaydı ve galiba benim farkımda değildi. Ya da öyleymiş gibi davranıyordu. Aramızda çok az bir mesafe kala durdum. Bıçağı kaldırdım ve saplamaya hazırlandım. Fakat elim titriyordu. Kahretsin ama öldürmek neden bu kadar zordu ki? Ve birden, Minho bana dönüp bıçak tutan kolumu kavradı, karşı konulmaz gücüyle beni duvara doğru itip ürpertici gözlerini dikti üzerime. Duvarla kendisi arasında sıkışıp kalmıştım. Nefes nefese kalmıştım korkudan. “Su Ji!”diye konuştu dişlerinin arasından. Öfkeli miydi? Yoksa şaşırmış mı? Anlamak zordu. “Neden başaramayacağın işlere kalkışıyorsun, Su Ji?” “Gitmeme izin ver…”diye mırıldandım. “Ya serbest bırak beni ya da öldür. Ama sen ikisini de yapmıyorsun.” “Çünkü ikisini de yapmak istemiyorum. Neden mi? Çünkü sana eziyet etmek hoşuma gidiyor. Bu yeterli bir cevap mı?” Ellerimi usul usul özgür bıraktığı anda, asıl planımı devreye sokmuştum. Süratle, bıçağı bileğime bastırdım ve kanlar boşalırken kolumdan, gözlerindeki şeytani dürtünün uyanışını hissettim. O bir vampirdi. Kana karşı koyabilecek miydi? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:02 pm | |
| BÖLÜM 8 ( https://www.youtube.com/watch?v=5n4V3lGEyG4 ) BAE SU Jİ Taktiğim işe yarayacaktı sanırım. Sırf beni öldürsün diye onu kışkırtmak için bileğimi kesmiştim. Acım umurumda değildi. Tek derdim bu işkencenin son bulmasıydı. Gözleri beni bulduğunda, irileşmiş irisleriyle kana odaklanmıştı. Aniden beni yine duvara yasladı ve bu kez kanayan elimi tutup burnuna yaklaştırdı. Derin derin kokladı. Etkilenmiş gibiydi. “Enfes… Bunu neden yaptığını biliyorum.” “En sevdiğin içecek.”diye hatırlattım. “Kana nasıl hayrı dersin?” “Ölüm senin için bir kurtuluş olacak. Fakat ben seni bu zevkten mahrum edeceğim. Seni öldürmeyeceğim.” Sağlam olan kolumu kavrayıp beni çekti ve yatağa oturttu. Ama kendisi de yanıma oturmuştu ve dişleri boynuma çok yakındı. Ben geri çekildikçe daha fazla üzerime geliyordu. Sanırım istediğimi yapıp beni öldürecekti sonunda. Döşeme ve yatak örtüsü elimden akan kanla boyanmıştı. Bilincim i kapanıyordu yoksa? Neden halsizleşiyordum ki? Ama Minho beklenmedik bir şekilde birkaç saniyeliğine ortadan kayboldu ve geri geldiğinde elinde bir bandaj vardı. Kanayan kolumu onunla sardı ve yüzüme baktı. Bense görüntüler bulanıklaşırken usul usul, bayıldığımın farkındaydım. Hem de Minho’nun yatağına… @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Neden bu kadar afallamıştım ki? Kana olan zaafımın son bulduğunu sanıyordum. Bunca yıl insan kanı içtikten sonra ve karnım tokken hem de nasıl bu denli onun kanına susamıştım? Kendimi zor zapt etmiştim. Yatağıma bayılmıştı. Çok fazla kan kaybetmiş olmalıydı. Başını yastığa koyup yorganı üzerine örttüm ve koltuğa oturup kendine gelmesini beklemeye başladım. Ölmeyi bu kadar çok mu istiyordu yani? Çektiği acı o kadar mı çoktu? Her yer kan olmuştu. Kokusu beni cezp ediyordu. Ve uyurken nasıl da masum duruyordu. Bir melek gibi… Istırap çeken bir melek… Yumuşayamazdım. Onun için en büyük cezayı da bulmuştum ayrıca. Mademki en çok nefret ettiği kişi bendim, öyleyse en son isteyeceği şey de bana yakın olmaktı. Ve uyandığında bunu yapacaktım. Bu yatak onun için sıkıntı verici bir mekan olacaktı artık. Her gece benimle uyuyacaktı çünkü. Yeni işkencesi bu olacaktı. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Gözlerimi açtığımda, güneş batmıştı. Ve o yoktu. Oda boştu. Sahi ben niye onun odasında hatta yatağındaydım? Sargılanmış kolum bana her şeyi açıklıyordu. Doğrulmaya çalıştığım sırada elimdeki keskin acıyla irkildim. Gözlerimi kapayı acımın son bulmasını beklerken soğuk bir esinti çarptı tenime. Pencere açılmıştı ve o karşımdaydı. Minho dönmüştü. Ayağa kalktım. Ona hiçbir şey demeden kapıya yönelmiştim fakat arkamdan seslendi. “Dur! Bekle!” “Ne istiyorsun? Daha cezam bitmedi mi ?” Sırıttı. “Elimden bu kadar kolay mı kurtulacağını sanmıştın yoksa?” Beni tutup zorla yatağa doğru itti. Yalpalayıp yatağa düştüm şaşkınlıkla. “Ne yapıyorsun?” “Bundan sonra benim yatağımda uyuyacaksın. Benimle birlikte...” “Ne?” Başımı salladım. “Asla!” “Sana görüşünü sormadım.” Yatağa doğru yürüdü. “Kenara kay.” Oradan sıvışmak için hamle yaptım fakat beni yeniden yakalayıp adeta gömercesine yatağa yatırdı ve yorganı üzerime örttü. “İstemiyorum!”diye bağırdım o da yanıma uzanırken. “Asla yapmayacağım bunu! Ölürüm daha iyi!” “Korkma.”dedi tavana bakarak. “Ben zaten hiç uyumam. Ve senin gibi aciz insanlarla da ilgilenmiyorum. Sadece sen uyuyana kadar yanında kalacağım. Geceyi yalnız geçireceksin yani.” Sapık! Manyaksın sen! Aklını kaçırmışsın!” Birden üzerime abandı gözlerini kısarak. “Daha fazla bağırırsan, yanında uyumaktan fazlasını da yaparım, bilmiş ol. Şimdi kes sesini ve uyu.” İtaat ederek başımı yastığa koydum ve duaların beni bu iğrenç yaratıktan korumasını umarak gözlerimi kapadım. Gece boyu, o gidene dek uyuyamamıştım. Nihayet o pencereden çıkıp gözden kaybolduğunda gerçekten dalabilmiştim uykuya. Bu hep böyle mi sürecekti? Daha ne kadar katlanabilirdim? Sabrım ne denli sonsuzdu? Sabah olduğunda, hala onun yatağındaydım. Bu biraz garipti. İlk kez bir erkeğin yatağında uyumuştum. Üzerimi düzeltip odadan ayrıldım ve onunla karşılaşmamayı umarak merdivenlerin başında durup aşağıya baktım. Beklenmedik bir şekilde, salonda Minho tanımadığım bir kızla konuşuyordu. Kız çok güzeldi, uzun sarı saçları vardı ve dudakları hareket ettikçe yüzü çok hoş ifadelere bürünüyordu. “Babama söylemiştim.”diyordu Minho kıza. “Bu konuda kesin kararım belli. Hyo Rin ile evlenmeyeceğim.” “Neden bu kadar çok karşı çıkıyorsun?”diye sordu kız merakla. “Sonuçta yıllardır yalnızsın. Bizden ayrı yaşıyorsun. Kötü mü? Bir hayat arkadaşın olmasını istemez misin? Yalnızlığın bir son bulsun istemez misin?” Merdivenleri yavaş yavaş inmeye başlamıştım. “Yalnız olduğumu kim söyledi ki?”diye itiraz etti Minho. “Konsül gayet kalabalık. Birçok arkadaşım var orada.” “Of, Minho! Bunu kast etmediğimi çok iyi biliyorsun! Demek istediğim bir eşti! Zaten yüzyıldan fazla zamandır yalnız yaşıyorsun. Baban artık evlenmen gerektiğini düşünüyor. Yoksa vampir konsülüne şikayette bulunacakmış.” “Şu vampirlerin evlilik kanununu mu bahane edecekmiş?” “Evet. Biliyorsun, bir vampir yüz yaşından sonra evlenmek zorunda. Sen yüz elli yaşına gireceksin yakında.” Son basamağa gelmiştim ki o ikisi benim varlığımı fark ederek bana döndüler. Minho onda daha önce hiç görmediğim mutlu bir gülümsemeyle yanıma geldi. “Hah, işte Su Ji de geldi. Bak, sana yalnız olmadığımı söylememiş miydim?” Beni çekiştirerek kızın karşısına getirdi. “Tanıştırayım.” Eliyle kızı işaret etti. “Bu, kuzenim, Min Ah.” Anlamaya çalışan bakışlarla onu süzmeye devam ettim. Sonra da beni gösterdi. “Ve bu da, sevgilim, Su Ji.” Ne? Sevgili mi? Ne saçmalıyordu bu böyle? Kız da şaşırmıştı. “Sevgilin mi? Bu kız mı?” Minho beni kendine çekip kolunu omzuma koydu. “Niye, beğenemedin mi?” “Ama o bir insan…” “Evet, biliyorum. Bu neyi değiştirir ki?” “Saçmalama, Minho! Bir insanla nasıl evlenebilirsin ki? Delirdin mi sen?” “Hayır, sadece aşık oldum. Hem biz Edward’la Bella gibiyiz. Birbirimizi çok seviyoruz. Zaten beni düğünlerine de çağırmamışlardı, sinir olmuştum onlara.” Hala saf saf inceliyordum onu. Kafayı mı yemişti? “Kendine gel, Minho.” Min Ah denen kız yürüyüp koltuğa oturdu. “Eğer bu bir oyunsa, buna kanmayacağımı bilmelisin. Evlenmemek için bana yalan söylüyorsun, değil mi? Senin insanlardan ne kadar çok nefret ettiğini bilmeyen mi var sanıyorsun?” Minho elimi tutup beni kızın karşısındaki koltuğa oturttu ve o da yanıma geçti. Oldukça nazik ve sevecen davranıyordu bana. “Bu bir yalan değil. Onu seviyorum. O benim insanlara bakış açımı değiştirdi. Hyo Rin’le evlenemem çünkü bu kıza aşığım, tamam mı?” Kız arkasına yaslandı. “Öyle olsun. Zaten birkaç günlüğüne geldim. Doğru mu söylüyormuşsun, bakacağım. Hem bu güzel insanı da yakından tanımak isterim. Lezzetli kokusuna bakılırsa, seni etkileyen tek özelliği bu olmasa gerek.” Belli ki Minho bu kızdan çekiniyordu. Ve beni onu kandırmak için kullanacaktı. Bu bir fırsat mıydı? Ondan intikamımı almak için bu fırsatı değerlendirmeli miydim? İşte benim sıram gelmişti sonunda. Bu zamana kadar çektiğim sıkıntıların hesabını bir bir sorabilirdim ondan artık. @@@@@@@@@@@@@@@@ Minho’yla birlikte –istemeyerek de olsa- Min Ah’a odasını göstermek için üst kata çıkmıştık. Bana vermiş olduğu odanın önünde durdu Minho. “Burada kalabilirsin.”dedi Min Ah’a. “Bu oda senin için uygun.” “Siz nerede kalacaksınız?”diye sordu Min Ah şüpheyle. “Benim odamda. Biz hep birlikte kalıyoruz.” Kız odaya girdi kuşku dolu bakışlarını esirgemeden. Minho odasına yönelmişti. “Hey!”diye bağırdım ardından. “Bana bir açıklama yapman gerekmiyor mu? Dursana!” Peşinden odaya girip kapıyı kapattım. “Sevgili demek, ha?” “Seni alakadar eden bir durum yok. Kendi işine bak sen.” “Ne demek yok? Sevgilin diye tanıttığın ben değil miyim? Buna kim inanır ki?” Seri bir hareketle beni itti ve duvara yaslandım düşmemek için. Kollarını iki yanımdan geçirip duvara dayadı ve yüzüme baktı öfkeyle. “İnanmasını sağlayacaksın! Eğer Min Ah bizden şüphelenirse, cezasını yine sen çekersin, anladın mı? Bu kez yakaladığım insanları sana öldürtür, ondan sonra beslenirim. Katil olmayı istemezsin, değil mi?” Başımı salladım. “Sana yardım etmeyeceğim! Ne olursa olsun senden…” Sözüm yarım kalmıştı. Aniden kapının açıldığını duydum lakin dönüp de kim olduğuna göremeden olan olmuştu. “Kıpırdama sakın…”diye mırıldandı Minho ve adeta beni duvarla bütünleştirircesine yapıştı dudaklarıma. Anladığım kadarıyla gelen Min Ah’tı. Bu sahne de oyunun bir parçasıydı. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:02 pm | |
| BÖLÜM 9 ( https://www.youtube.com/watch?v=nzTI03OJmdM&feature=related ) BAE SU Jİ Minho kafayı mı yemişti? Neden beni öpüyordu? Biliyordum. Sebebini elbette biliyordum. Şok olmuştum. Kıpırdayamıyordum. Tepki veremiyordum. Açık olan kapının kapanışını duydum o sırada. Min Ah göreceğini görüp gitmişti sanırım. Minho saniyeler sonra serbest bırakmıştı beni. O da şaşırmış gibiydi yaptığı şeye. Bir an duraklayıp yüzüme baktı fakat ardından hızla geri çekildi ve bana sırtını döndü. Kafamın içinde kuşlar uçuşuyordu. “Bak, bu çok iyi oldu.”diye konuştu Minho kendi kendine. “Bizi böyle gördükten sonra inanması daha da kolaylaşacak.” Elimi usuca dudaklarıma götürdüm. “Bunu nasıl…” Yaşadığım şoku anlatacak kelime bulamıyordum. “Şşş, bu konuda tek laf etme. Kuzenimin kulakları çok keskindir, duyarsa hemen babama yetiştirecektir.” “Sapıksın sen!”dedim kısık bir sesle. Kızgınlığım ifademe yansımıştı. “Ne hakla bana bunu yaparsın? Gidip o kıza gerçeği söyleyeceğim şimdi! O zaman göreceksin gününü!” Kapıya yönelmiştim. Kolumdan tutu durdurdu. “Şayet beni ispiyonlarsan, seninle gerçekten evlenmek zorunda kalırım. Bunu mu istiyorsun? Açıkçası benim için kiminle evlendiğimin bir önemi yok. Ne dersin, ha? Ömür boyu benimle kalıp seni öldürmem için yalvarmaya devam etmek mi istiyorsun?” Bu tehdit, yeterince ağırdı. Daha fazla ileri gidemezdim. Başlamayan intikamım burada son bulmuştu. “Aşağı in şimdi.”diye emretti. “Günü beni ne kadar çok sevdiğini Min Ah’a anlatmakla geçireceksin. Bir aksilik çıkarsa ne olacağını bildiğine eminim.” Kapıyı açıp geçmem için yol verdi nezaket gösterir gibi. Ondan bir kez daha nefret etmiştim. Merdivenleri inerken aklımda hala beni öpüşü vardı. Her defasında beklenmedik şeyler yapıyordu ve bir parçamı alıp götürüyordu. Min Ah salonda bir koltuğa oturmuş televizyon izliyordu. Minho ise gülümsedi ve elimi tutup beni de yanına alarak ayakta durdu. “Benim çıkmam gerek.”dedi ikimize. “Konsülle toplantım var. Akşam döneceğim. Min Ah, yalnız kalman senin için sorun olmaz, değil mi?” “Olmaz, elbette.” Bana baktı. “Sen yokken biz de bu güzel bayanla sohbet ederiz. Adın neydi, tatlım?” Yutkundum. “Bae Su Ji. Ama ben…” Minho sözümü kesti gülerek. “Misafirimizi iyi ağırlayacağından eminim, sevgilim.” Yanağımdan öptü. “Akşama görüşürüz öyleyse.” @@@@@@@@@@@@@@@@ Çok zor bir gündü benim için. En nefret ettiğim kişiye karşı olmayan aşkımı anlatmak, dahası başka birini buna inandırmaya çabalamak gerçekten yorucuydu. Min Ah, şüphelerinden kurtulamamış gibiydi. Hala söylediklerimde bir çelişki arıyor ve sorularla beni bunaltıyordu. Nasıl tanıştığımız sorusuna, uyduruk bir cevap bulmuştum. Güya, Minho beni bir trafik kazasından kurtarmıştı ve o zamandan beri de ayrılmamıştık. Ne büyük yalan! “Onunla evlenmeyi düşünüyor musun?”diye sual etti Min Ah mutfaktan çıkınca. Güneş batmıştı. Elindeki tepsiyi önüme bıraktı. Dumanı tüten sıcak ve lezzetli yemekler vardı tepside. Açlığım zirve yapmıştı. Vereceğim yanıtı da unutmuştum o anda. “Bunlar senin için…”dedi tebessüm ederek. “Mutfakta hiç yiyecek yoktu. Her gün dışardan mı söylüyorsun yoksa?” “Hayır, tabii ki!”diye karşı koydum telaşla. “Şey… Minho insan yiyeceklerini pek sevmiyor ve o rahatsız olmasın diye de çok fazla yiyecek almıyorum. Yarın alışverişe çıkacaktım zaten. Yemekler harika görünüyor bu arada. Teşekkür ederim.” “Ne demek, tatlım. İki saniyelik bir işti benim için sadece. Gittim, aldım ve geldim.” Saat gece yarısına yaklaştığında, uyumak üzere üst kata çıktım ve Minho’nun odasına girdim. Benim odamda Min Ah kalacaktı çünkü. Bu gerçekten tuhaftı. Yıllardır kendi yatağımda yalnız uyumuş olan ben, şu günlerde onunla aynı yatakta kalmak zorunda oluşumdan büyük rahatsızlık duyuyordum. Hele bugünkü hareketinden sonra… Dışarıda sert rüzgârlar esiyordu. Ağaçlar sallanıyor, hışırtılar duyuluyordu. Yatağa uzandım tüm bu olanları unutmaya çalışarak. İyi tarafından bakmalıydım biraz da. En azından bu oyun sayesinde canımı yakmıyordu. Elbette, şu an bulunduğum yer sıkıntı vericiydi fakat tavırlarındaki yumuşamayı göz ardı edemezdim. Ben uykunun kollarındaydım yine. Onun yokluğunun verdiği huzurun ya da yalnızlığın sınırını zorlamadaydım belki de. Gözlerim karanlığı yaşamaktaydı tüm derinliğiyle. Ve onu hissettim ani bir sezişle. Gelmişti, yanımdaydı. Sırtını yatağın mobilyasına dayamış beni seyrediyordu. Yarı oturur bir vaziyetteydi. Ve ben neden ona sarılmıştım? Neden kollarımı beline dolamıştım? Ani bir hareketle kendimi geri çelmek istedim ama o benden hızlı davranmıştı. Eliyle çenemi tutu kendi yüzüne yaklaştırdı. Üzerime doğru eğilmişti. Gözlerine baktım endişeyle. “Bırak beni.”diye mırıldandım zayıf bir sesle. “Neden?”diye sordu anlamazdan gelip. “Bu da bir tür ceza mı?” Yutkundum. “İtiraf etmeliyim, cezaların hakikaten çok etkili. Her biri canımı fena halde yakıyor.” “Benim istediğim de bu.” Artık aramızda sadece santimler vardı. “Peki şu an acı çekiyor musun?” “Hayır dersem ne yapacaksın?” “Çekmelisin.” “İstediğin gibi hissetmezsem bu kez de sen acı çekersin, değil mi?” Beni yine sertçe kendine çekti ve öpmeye başladı nefes almama bile izin vermeden. Bense çırpınıyordum elinden kurtulmak için. Göğsüne yumruklar atıyordum. En sonunda durduğunda, yüzüne bir tokat vurdum tüm gücümle. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” Birkaç saniye duvara baktı duygusuz ifadesiyle. Ardından başını bana doğru çevirdi. “İstediğim oldu. Bak, yine seni kızdırdım.” “Nefret ediyorum senden, pislik! Uzak dur benden! Bir daha bana dokunayım deme sakın!” “Merak etme, ben de sana dokunmaya hevesli değilim zaten. Ama eğer beni öfkelendirirsen her an her şeyi yapabilirim, bilmiş ol.” Başımı yastığa koyup ondan uzaklaştım. “Bir gün, tüm bu yaptıklarının hesabını soracağım senden, Minho. Sen de bunu unutma. Ben de senin canını yakacağım, acizliğinden faydalanacağım ve kalbini kıracağım. O an gelene dek, bekliyor olacağım.” Ayağa kalktı gülümseyerek. “Ben de bekliyor olacağım. Bakalım kim kimi alt edecek, göreceğiz.” Pencereye yöneldi. “Ben Min Ah’la birlikte avlanmaya gidiyorum. Güneş doğmadan dönmüş oluruz.” Yine aklımı karma karışık hale getirmişti. Sırf ben sıkıntı çekeyim diye yapıyordu bunları. Sırf içim acısın diye… Uyudum yeniden. Kaç saat uyuduğumu bilmeden uyanmıştım tekrar. Etraf hala karanlıktı. Yine o odadaydım. Minho hala dönmemişti. Fakat yalnız değildim. Biri vardı odada. Yatağımın yanında ayakta dikilmiş beni çağıran biri… Karanlıkta silueti seçiliyordu. “Soo Hyun!”diyerek kalktım yataktan süratle. “Burada ne işin var?” Tedirgin görünüyordu. “Seni götürmeye geldim. Hadi hemen kaçalım buradan.” “Ama Minho…” “O şu an şehirde. O gelmeden uzaklaşmalıyız buradan.” Umut ve hüzün karışımı bir hisle tebessüm ettim. “Gidelim, Soo Hyun. Daha fazla burada kalmak istemiyorum.” Kolumu belime doladı ve o müthiş hızıyla yola koyuldu. Son bir kez, hayatımın belki de en zor günlerini geçirdiğim eve göz attım giderken. Istıraplarım, çilelerim, korkularım ve tuhaf duygularım kalmıştı o evde. Nasıl da kırmıştı kalbimi? Nasıl zulmedebilmişti masum olduğum halde bana? Hayallerimi öldürmüştü bu ev. Kapanmaz bir yara gibi yer etmişti içimde. O acımasız yüz, o etkileyici bakışlar unutulmaz hatıralar olarak miras kalmışlardı bana. Kim bilir, ne zaman görecektim onu bir daha? Son bir kez baktım ardıma. Umutlarım yoktu artık yanımda. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Bunu neden yapmıştım ki? Onu neden ikinci kez öpmüştüm? Amacım neydi? Hangi his beni böyle davranmaya sevk etmişti? Eve geri döndüğümüzde, güneşin doğmasına daha vakit vardı. Su Ji’yle ilgili yeni planlarım vardı kafamda. Fakat bu mümkün olmayacaktı sanırım. O yoktu çünkü. Nereye gitmişti ki? Yoksa kaçmayı başarmış mıydı? Kalbimdeki garip acıyla irkildim aniden. Yokluğunun doldurduğu oda, birden acı vermeye başlamıştı bana. Ona ihtiyacım vardı lakin o yoktu. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:02 pm | |
| BÖLÜM 10 ( https://www.youtube.com/watch?v=a2_VoUu0VwE ) BAE SU Jİ Karanlık ormanda yaptığımız yolculuk sürüyordu. Soo Hyun beni götürüyordu. Her bir saniye daha fazla uzaklaşıyordum o mahzen gibi evden. Minho’nun bizi bulamayacağı bir yere gidiyorduk. Kaçıyorduk. İçimde tuhaf bir sıkıntı hissediyordum. Nedenini tam açıklayamadığım ve beni rahatsız eden bir duygu aklımı meşgul ediyordu. Kurtulmuş muydum ondan? Artık bana kötülük yapamayacak mıydı? Sevinmeli miydim? Sırf yaşadığım o acı hatıralarla dolu günler bile kalbimi yaralıyordu. Öyle çok alışmıştım ki acı çekmeye, kurtulmuş olabileceğim fikri bile inanılmaz geliyordu. Ormanı geride bıraktığımızda, Soo Hyun bir dağa yönelmişti. Dağa tırmandı ve en tepesindeki kocaman kalenin önünde durdu. Tarihi bir şatoya benziyordu. Gökyüzüne uzanan taş duvarlar ve ıssızlığıyla ürperten bir manzara… Soo Hyun beni de alıp kalenin devasa kapısından geçti ve içeri girdi. İçerisi kuru ve sessizdi. Duvarlarda meşaleler yanıyordu, burası bana Soo Hyun’u bulduğum şatoyu anımsatmıştı. “Burası neresi?”diye sordum etrafıma bakarak. “Güvenli mi?” “Seul’den çok uzaktayız.”dedi ısınmak için şömineyi yakarken. “Minho ya da başka bir vampir bizi burada kolay kolay bulamaz.” “Bu iyi.” “Geçen gece, seni öylece bırakıp gittiğim için üzgünüm, Su Ji. Seni koruyamadım. Sana zarar vermedi, değil mi?” O geceyi hatırlamak beni yine durgunlaştırmıştı. “Hayır, bir şey yapmadı. Gitmeni söyleyen de bendim zaten. Yani sıkma canını.” “Bundan sonra sana kötü bir şey yapmasına müsaade etmeyeceğim. Hatamı hatayla telafi etmeyeceğim, seni koruyacağım. Minho’yla savaşmam gerekse bile…” “Onunla bir daha karşılaşmak istemiyorum.”diye mırıldandım. Gözlerimin önüne, sert bakışlarıyla süslediği güzel ve acımasız yüzünün hayali gelmişti. “Peki ama bundan sonra ne yapacağız? Hep burada saklanamayız ya…” “Bir planım var.” Yanıma geldi. “Çok etkili bir plan. Aslında riskli fakat başka şansımız yok. Eğer Minho’ya karşı koymak istiyorsak, bir an önce bunu yapmalıyız.” “Neymiş?” “Seni de vampir yapacağım.” “Ne?” “Biliyorum, korkunç bir düşünce… Ama mecburuz. Ancak onun kadar güçlü olursan ondan korunabilirsin.” “Vampir olmak mı? Bu… Bu biraz… Korkutucu…” “Benim için de zor olacak. İlk kez mecburen de olsa insan kanı içeceğim. Ne dersin? Kabul ediyor musun?” “Başka seçeneğim var mı peki?” “Maalesef yok.” Derin bir nefes aldım. Endişelerimden sıyrılmalıydım. “Madem öyle, kabul ediyorum. Ondan kurtulmam için bu şartsa, tamam, vampir olacağım.” @@@@@@@@@@@@@@@@ O geceyi, Soo Hyun’un benim için hazırladığı yer yatağında geçiriyordum. Dağın tepesindeki bu ücra şatoda, yalnız olmadığımı bilmek güzeldi. Soo Hyun başucumda oturmuş beni seyrediyordu. Loş ışıkların altında tedirgin ifadesi ve şefkat dolu gözleri seçiliyordu. Saçlarımı okşadı usulca. “Benden korkuyor musun?”diye sordu fısıldayarak. Kıpırdanıp ona doğru döndüm. “Neden korkayım ki?” “Sonuçta ben de bir vampirim, unuttun mu?” “Sen tanıdığım en iyi kalpli vampirsin. İlk başta bana ihanet etmiş olsan da, kötülük yapmaktan çekindiğin açık.” “Seni üzmek istememiştim. Ben yalnızca, esaretimin son bulmasını istiyordum.” “Biliyorum.” Elimi yanağına koydum. “Ve teşekkür ederim. Her şey için…” Gülümsedi. Ona bakmak gerçekten huzur vericiydi. Gözlerindeki ışık ve sıcaklık beni kendine çekiyordu. Yavaşça bana yaklaştı. “Seni incittiğim için affet beni Su Ji. Gerçekten niyetim bu değildi.” Parmaklarımı dudaklarına bastırdım. “Artık bu tür şeyler duymak istemiyorum. Unutalım geçmişi. Mühim olan gelecek.” Yatakta yana kayıp ona yer açtım. “Ben uyuyana kadar yanımda kalır mısın?” Birkaç saniye tereddüt etti ama sonra hareketlenip yatağa uzandı. “Geceleri onun yatağında uyumamı istiyordu.”diye mırıldandım düşünceli bir sesle. “Minho mu?” “Evet. Bunu bir kural olarak koymuştu.” “O hiç… Sana yaklaştı mı? Yani…” Başımı salladım. Yalan söyleyecektim. “Hayır, hayır. Benimle hiç o şekilde ilgilenmedi.” Neden yalan söylediğimi ben de bilmiyordum. “Bu iyi. Senin gibi güzel bir kızla ilgilenmemesi gerçekten ilginç. Demek seni bana bırak…” Söylememesi gereken bir şeyi ağzından kaçırmış gibi durdu aniden. “Efendim?” “Önemli bir şey değil. Artık uyumalısın. Yarın zor bir gün olacak.” Birden doğruldum ve yüzümü ona yaklaştırdım. “Beni seviyor musun yoksa?” Telaşla karşı koydu. “Hayır, canım! Ben sadece…” “Soruma dürüstçe yanıt ver! Çünkü ben de sana kimi sevdiğimi söyleyeceğim!” “Ben… Şey… Ne? Kimi sevdiğini mi? Birini mi seviyorsun? Yoksa sen…” Ve ani kararları uygulamadaki becerimi kullanıp hızla ellerimi yüzünün iki yanına koydum ve dudaklarına yapıştım. Şok olmuştu. Fakat sonra o da bana karşılık vermeye başlamıştı. “Beni sevdiğini biliyordum.”dedim geri çekilip. “Çünkü ben de seni seviyorum.” Gülümseyip beni tekrar kendine çekti ve öpmeye devam etti. O gece, çok mutluydum. Sevdiğim adama dokunuyor olmak gerçekten inanılmazdı. O gece, Soo Hyun artık benimdi. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Bu acı, dayanılmazdı. O artık yok muydu yani? Su Ji, hiç beklemediğim bir anda kaçıp gitmişti. Nereye gittiğini bilmiyordum. Onu nasıl bulacaktım? Onsuz nasıl yaşayacaktım? Kuzenim Min Ah’a sezdirmemeye çalışarak tüm evi baştan sona aramıştım fakat ondan hiçbir iz yoktu. Ertesi gün, güneş doğar doğmaz konsüle gidip Soo Hyun’un nerede olduğuyla ilgili bilgi almıştım. Eskiden kaldığı şatoyu terk etmişti. Yoksa birlikteler miydi? Tam konsülden ayrılacağım sırada içeriye bir muhbir girmişti. O, konsülün özel ajanlarından biriydi. “Anlat.”diye emretti Efendi Lee ona. “Neler buldunuz?” “Güney sahilindeki dağlık bölgeye bir vampirin sızdığı bilgisi geldi, efendim. Soo Hyun olabileceğinden şüpheleniyoruz.” “Oraya gidiyorum.”dedim kapıya yönelip. “Yanına birilerini al.”dedi efendi Lee. “Yalnız gitme.” “Hayır, tek başıma gideceğim. Hesabını kendim sormak istiyorum.” Ve ağırlaşan, ihanete uğramayı hazmedemeyen yüreğimle birlikte bedenimi de alıp yola koyuldum. Su Ji’yi geri alacaktım. Soo Hyun’u ise dünyaya geldiğine pişman edecektim. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ “Kalp atışlarımı duyuyor musun?”diye sordu Soo Hyun. Beni getirdiği eski taş sarayın kulesindeydik. Önümüzde nefis bir manzara uzanıyordu. Yükselmekte olan güneş zirveye yaklaşırken, ağaçlar yeniden can buluyordu, kuş cıvıltılarına doğanın neşesi karışıyordu. Soo Hyun yanımdaydı ve elimi tutmuştu. “Çok hızlı atıyor.”dedim diğer elimi göğsüne bastırıp. “Bu kadar endişelenmene gerek yok.” “Nasıl endişelenmem? Az sonra seni ısıracağım ve en de benim gibi bir vampir olacaksın.” “Ve hep senin yanında kalacağım. Bunu düşün sadece. Benim için üzülme.” Kollarını boynuma dolayıp sarıldım ona korkuları azalsın diye. Aslında ben de çok heyecanlıydım. “Bu insan olarak sana son sarılışım.”diye mırıldandım kulağına. “Bir dahaki sefere sana sarıldığımda kendini korusan iyi edersin, Soo Hyun.” Boynumu açı ısırmasını bekledim. “Canını yakmamaya çalışacağım.” Bir eliyle omzumu kavradı ve dişlerini boynuma yaklaştırdı. Sonrasında hissettiğim ölesiye bir acıydı. Titreyen vücuduma inat sesi çıkmıyordu. Sırf o korkmasın diye bağırmıyordum lakin o kanımı içerken ölüyormuşum gibi yanıyordu canım. Saniyeler boyunca dişlerini çekmedi tenimden. Artık durmalıydı. Ama durmuyordu. Gözlerim kapanıyordu usulca. Ölüyordum sanırım. Sevdiğim adam beni öldürüyordu. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:03 pm | |
| EditÖmrümün Virgülü - 11. Bölümby 한국 이야기 / Hanguk İyagi on Monday, December 12, 2011 at 1:44pm ( https://www.youtube.com/watch?v=ta6iBw0u9Xg&feature=share ) BÖLÜM 11 CHOİ MİNHO Zaman, hiç bu denli yavaş geçmemişti. Kalbim hiç bu kadar acı çekmemişti. Ve mesafeler hiç bu kadar uzun gelmemişti. Bitmek bilmeyen bir yolun sonundaydı sanki varışlar. Seul’ü geride bırakmıştım çoktan. Heybetli bir dağ uzanıyordu şimdi önümde. Saniyeler içinde zirvesine tırmanmıştım. Ne göreceğimi bilmiyordum. Karşılaşacağım şeyler tam bir muammaydı benim için. Dağın tepesinde bir şato vardı. Eski, yıkılmaya yüz tutmuş duvarları acaba hangi gizemleri barındırıyordu içinde? Ardından bir ses duyuldu. Acı içinde haykıran bir çığlıktı bu. Bu ses Su Ji’ye aitti. Neler oluyordu? Hızla hareket edip içeriye girdim ve sesin geldiği yere yani kulenin en üst katındaki balkona çıktım. Gördüğüm manzara korkunçtu. Soo Hyun birini ısırıyordu. Gözleri irileşmişti, vahşice ve hüzünlü bakışlara bürünmüştü. Sanki kendi yaptığı şey için kendine lanet ediyordu. Onu öldürüyordu. Sevdiğim kızı öldürüyordu. Su Ji tüm gücünü kaybetmiş gibiydi. Elleri boşluğa düşmüştü, tepki vermiyordu artık. Yaşadığım şok beni birkaç saniye duraklatmış olsa da hemen harekete geçtim ve Soo Hyun’a müdahale ettim. Onu kolundan tutup geriye çektiğimde yere yuvarlanmıştı. Pişmanlık akıyordu nazarlarından, korkusu kaplamıştı ifadesini. Su Ji ise kıpırdamadan yerde yatıyordu. Nefes alıp verişleri çok yavaştı. Ölüyor muydu yoksa? Yanına gidip diz çöktüm ve başını kaldırdım. “Su Ji! Uyan, Su Ji! Ona ne yaptın, pislik?” Soo Hyun ıstıraplı bakışlarını dikti yüzüme. “Ben… Ben… Böyle olsun istememiştim… O iyi mi?” Parmağımı Su Ji’nin bileğine bastırdım. “Nabzı atıyor. Onu neden öldürmeye çalışıyordun? Derdin ne senin?” “Öldürmüyordum! Vampir olması için ısırmıştım. Ve sanırım işe yarayacak. Zehir kanına karışmış olmalı.” “Ne? Onu vampir mi yapacaksın?” Bu duyduğum en korkunç şeydi. Bir insanı vampir yapmak, onu ölmek denen nimetten mahrum etmekti çünkü. Yaşamak illetine sonsuza dek musallat olmaktı çünkü. Ebediyet denen uzun metraj filmde başrol olmak demekti bu. “Mecburdum!”diye yanıt verdi Soo Hyun ayağa kalkarken. “Onu senden korumak için bunu yapmak zorundaydım. Şimdi onu geri ver bana! Tekrar götürüp kötülük yapmana izin vermeyeceğim zira!” “En büyük kötülüğü asıl sen yapıyorsun ona! Vampir yapmana müsaade etmeyeceğim! Asla bunu…” Kelimelerim boğazımda düğümlü kalmıştı. Gözlerim Su Ji’deydi. Artık nefes almıyordu. Göğsü inip kalkmıyordu. Nabzı atmıyordu. Kalbi durmuştu. Donup kalmıştım. Soo Hyun yanıma yaklaştırdı. “Ne oldu?” Birkaç saniye yanı vermedim. “O ölü…” “Hayır!”diye itiraz etti inanamıyormuş gibi. “O kelimeyi söyleme! O ölmedi, tamam mı? Yaşıyor! Beni bırakıp gitmez o!” “Ama…” Beni kenara itip Su Ji’nin başını kendi dizine koydu. “Hayır! Ölmedi! Ölemez! Beni sevdiğini söylemişti! Bana bu kadar çabuk ihanet etmez o!” “Seni sevdiğini mi söyledi?” Acı dolu nazarlarını üzerime dikti. “Evet… Vampir olmayı bu yüzden kabul etmişti. Beni sevdiği için…” Ayağa kalktım hışımla. “Onu sen öldürdün! Tıpkı kız kardeşime yaptığın gibi Su Ji’yi de etkiledin ve onun ölümüne sen sebep oldun! Her şeyin sorumlusu sensin!” “Belki de haklısın…”diye mırıldandı beni şaşırtarak. “Hepsi beni yüzümden… Su Ji’yi bu hale getiren benim. Ama onu seviyorum. Ölme, Su Ji! Sana ihtiyacım var, ölme!” Bu an, tarif edilemez bir sızıya sürüklüyordu beni. Nasıl dayanacaktım? O yoktu artık. Ölmüştü. @@@@@@@@@@@@@@@@ KİM SOO EUN Yangınlardaydı yüreğim. Katlanılmaz acılara düşmek bu olmalıydı. Suçluluğun başladığı yerde, gurur yok oluyordu. Onu ben mi öldürmüştüm? Nefesini kesen ben miydim? Onu yokluğun bilinmez dünyasına iten benim ellerim miydi? İyi niyetlerin döşendiği bu yol, onun ölümüyle sonuçlanmıştı. Kalbi atmıyordu artık. Issız, soğuk, kıpırtısız bir bedene dönüşmüştü sevdiğim kız. Ondan geriye sadece bu kalmıştı. Onun katili olmuştum. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi… Minho’nun kız kardeşini sevmiştim seneler evvel. Fakat izin vermemişlerdi onunla olmama. Vampirlerin yüz karası olduğumu ileri sürerek ayırmışlardı bizi. Ve bir gün, sevdiğim kadının öldüğünü haber almıştı. Kendini yakarak intihar etmişti. Şu an yaşadığım şey de buna benziyordu. İkinci kez, sevdiğim biri benim yüzümden ölüyordu. Ne yapacaktım? Onsuz bu sonsuzluğa daha fazla tahammül gösterebilir miydim? Aklıma doldu senaryolar. Hayalimi sardı sorgular. Biliyordum. Biliyordum elbette. Gereksizdi bu aldığım soluklar. Su Ji’nin başını yere koyup ayaklandım uyuşmuş gözlerimle. Gördüklerim artık gerçek değil gibi geliyordu. Rüyalar âleminde sıkça rast geldiğim düş unsuru varlıklar gibiydiler. “Nereye gidiyorsun?”diye sordu Minho. Ona bakmadım. Yanıt da vermedim. Süratle koşup kuleden aşağıya indim ve sarayın az ilerisindeki çayırlık alanda durdum. Artık vakit gelmişti. Odunları bir araya topladım ve oluşan yığına göz attım usulca. Elimde bir çakmak vardı. Tutuşan odunların çıkardığı alevlerin rengi yansıdı gözlerime. Affet beni, Su Ji. Seni gerçekten sevmiştim. Cennetin en güzel gülü, gittiğin vadide benim için de aç. Zira ben cehennemde bile seni arıyor olacağım. Yakıcı alevler sardı bedenimi. Ölüm bu olsa gerekti. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Ölümün beyaz rengine boyanırcasına, Su Ji’nin yanakları ferini kaybediyordu. Solgun, süzgün birer et parçasına dönüşmüşlerdi artık. Umudumu yitirmiştim. Su Ji’nin vücudundaki vampir zehrini çıkarmış olmama rağmen o hala uyanmıyordu. Ölümü kabullenmişti yüreğim. Şu an hissettiğim, dinmeyen bir sancıydı. Kim Bum ile So Eun’un hikâyesinden bile acıklıydı yaşadığım. Ebediyete esir olmuştum. İlk kez birini sevmiştim ve o da alıp başını gitmişti. Sonra bir görüntü takıldı gözlerime. Şatonun kapısının önünde bir ateş yanıyordu. Gelirken onun orada olmadığına emindim. Başında ise Soo Hyun bekliyordu. Ardından beni titreten bir şey yaptı ve kendini ateşin ortasına attı hiç çekinmeden. Kendini öldürüyordu. “Yapma!”diye bağırdım balkonun tepesinde. “Yapma, Soo Hyun! Dur!” Fakat çok geçti. Dumanların arasında kaybolmuştu silueti. Acısı bu denli ağır mıydı? Onu gerçekten seviyor muydu? İntihar edecek kadar… Şaşırmaya alışsam iyi olacaktı sanırım. Çünkü bu kez daha değişik ve tarifi imkansız bir olay gerçekleşiyordu. Su Ji gözlerini açmıştı. Yaşıyordu! @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Acınası bir dünyanın kollarındaydım. Rüyalarımda o yoktu. Kapkaranlık dünyama gelip beni bulmasını ve ışık saçmasını ummuştum. Lakin gelmemişti. Gözlerimi açtım yavaşça. Minho başımda durmuş beni seyrediyordu. Neler olmuştu? “Yaşıyorsun…”diye mırıldandı Minho gülümseyerek. “Yaşıyorsun, Su Ji…” Etrafıma batlım. Gözlerim onu arıyordu. “Soo Hyun nerede?”diye sordum boynumdaki acıyı duymazdan gelerek. Gözlerini kaçırdı Minho. “Şey… O…” Doğruldum. “Nerede dedim! Yine ne yaptın ona?” Aşağıda bir yığın göze çarpıyordu. Alevler içinde kalmış bir yığın… Neden korkuyordum? Bu sıkıntı da neydi? “Soo Hyun…”diye mırıldandım. “Üzgünüm… Onu durduramadım…” Gözyaşlarım akıyordu. “Hayır… Buna inanamam…” “O öldü, Su Ji.” İşte en çok korktuğum iki kelime dökülmüştü dudaklarından. Her bir zerremle hissettiğim bu acıyı hafifletecek hiçbir şey yoktu. Sonsuzluğa uğurlamıştım onu. Unutulmazlığıyla ilelebet yaşayacaktı içimde. Seni özleyeceğim. Beni sevdiğin için, mutluluğumun kaynağı olduğun için ve en önemlisi var olduğun için teşekkür ederim. Artık yok olsan da… | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:03 pm | |
| BÖLÜM 12 ( https://www.youtube.com/watch?v=ljOBUP-UHAg ) BAE SU Jİ Yalnızlığıma inat yanımda duruyordu Minho. Bakışlarında hüzün vardı. Yıkılmışlığımla kıyaslanamayacak kadar derin olmasa da bu his, ölümün soğukluğu ve bunaltan kederi onu da sarmış gibiydi. Fakat bunun aksine, aynı gözler mutluluğu da bildiriyordu. Yaşıyor oluşumun rahatlığı yansımıştı nazarlarına. Kulenin tepesindeki o balkonda, hala aşağıda yanmakta olan alevleri seyrediyordum gözyaşlarım akarken. Aklım almıyordu. Kalbime saplanan derin sancıyla boğuluyordum. “Ölmüş olamaz…”diye mırıldandım. “Yalan söylüyorsun! Yine beni kandırıyorsun!” “Yalan söylemiyorum, Su Ji.” Sarsılmış görünüyordu. “Bana inanmalısın. Soo Hyun kendini öldürdü. Üzgünüm, gerçekten üzgünüm…” Sert bakışlarımı ona yönelttim. “Değilsin! Üzgün falan değilsin! Mutlu olabilirsin artık! Son umudum da yok oldu! Sevdiğim adam öldü!” “Doğru, üzgün değilim! Amacıma ulaştım! Seni geri aldım! Hem de onu kendim öldürmek zorunda kalmadan! Bunun için de özür dilemeyeceğim!” “Aşağılık yaratık!” Kolumdan tuttu hiç de kibar olmayan bir hareketle. “Hakaretlerin hiçbir şeyi değiştirmeyecek! Sen yine benimsin! Ve şimdi gidiyoruz!” “Gelmeyeceğim! Hayır! Artık sana itaat etmeyeceğim!” “O öldü, kabullen bunu! Geri gelmeyecek! Seni korumayacak! Lafımı dinlesen iyi olur!” Ve sonra beni de yanına alarak koşmaya başladı. Uzaklaştırıyordu beni oradan. Mutluluğumdan ve acımın doruğa ulaştığı şatodan… Dakikalar sonra yeniden o evdeydim. Kaçmaya çalıştığım azabım yine beni bulmuştu. Salonun ortasında duruyordum. Kıpırdamaya niyetim yoktu. Sanki hissettiğim korkunç hisler omzuma bir yük gibi binmişti ve ağırlığı beni eziyordu. Gözlerim ağlamaktan kızarmıştı. Tüm vücudum ölmeye hazırmış gibi duyumsuyordum. Minho yürüyüp koltuğa oturdu. “Ben artık bir vampir miyim?”diye sordum tereddütler. Bir vampir nasıl hissederdi ki? “Hayır.”dedi düşünceli bir şekilde. “Zehir kanına karışmadan onu çıkarmıştım. Bu yüzden ölmedin ve tekrar insan olarak uyandın.” “Soo Hyun boş yere mi…” “Onu durdurmaya çalıştım fakat beni duymadı bile!” Yine o insani yalnızlığımla ve ıstırabımla baş başaydım. Merdivenlere yönelmiştim. “Nereye gidiyorsun?”diye sordu arkamdan. “Odama. Buna da mı izin vermeyeceksin yoksa?” “Hala kurallarım değişmedi. Benim odamda kalmaya devam edeceksin, unutma.” Dediklerine aldırmayıp merdivenleri çıktım ve onun odasına girdim. Kaderin büyük bir oyununa gelmiştim. Esaretim yetmezmiş gibi bir de kendime yakın bulduğum ve umudum olarak gördüğüm tek kişiyi de yitirmiştim. Hem de kendim yüzünden! Ne tuhaftır, benim ölümüm onun ölüm sebebi olmuştu. Fakat ben yaşıyordum! Vampir de olamamıştım ayrıca. Ne yapacaktım? Zincirlerimi kıramayıp bu kahrolası asama köle olmaya devam mı edecektim? Kaçtığım zindana geri dönmüştüm ne yazık ki. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Oturduğum koltuktan bile, üst kattan gelen seslerini duyabiliyordum. Yüksek sesle ağlıyor olmalıydı. Hıçkırıkları duyuluyordu. Kalbim parça parça olmuştu sanki… Soo Hyun’un ardından gözyaşı döküyordu. Ölümüne benim sebep olduğumu düşündüğü aşkı için üzülüyordu. Peki, ben ne hissediyordum? Suçluluk mu? Pişmanlık mı? Yalnızlık mı yoksa aşk mı? Hepsi. Bütün bu duyguların içimde varlığını bilmekse ayrı bir dertti. Neden bu denli bu kızı önemsemeye başlamıştım? Bir vampirin bir kıza aşık olması neye alametti? Gerçekten Bella ile Edward gibi mi olacaktı halimiz? Sıkıntıyla doğruldum yerimden. Amaçlarımı ve duygularımı yeniden gözden geçirme zamanı gelmişti artık. Soo Hyun da yoktu bundan sonra. Onu benden kimse alamazdı. Tamamen bana aitti. Bu düşünce, beni mutlu ediyordu inkar etmek istesem de. Akşam olduğunda odama döndüm ağır adımlarla. Yatağa uzanmıştı. Yorgun görünüyordu. Ağlamaya bile dermanı kalmamış gibiydi. “İyi misin?”diye sordum kararsızlıkla. Yanıt vermedi. Yatağın yanındaki sandalyeye oturdum ve yüzüne baktım. “Su ister misin? Aç mısın, bir şeyler getireyim mi?” Yere bakmayı sürdürdü. “Artık hayata dönmelisin, Su Ji. Böyle kendini harap ederek onu geri getiremezsin.” Yine ağlamaya başlamıştı. “Ama… Ama onu özlüyorum…” Saçlarını okşadım usulca. Ne denirdi ki böyle bir anda? İçimde fırtınalar koparken onu nasıl teselli edebilirdim ki? “Alışmalısın.”dedim. “Başka çaren yok, biliyorsun.” Aniden doğruldu. “Hepsi senin yüzünden! Onu sen aldın benden! Onsuz ne yapacağım, ha! Söyle, ne yapacağım?” Tekrar omuzlarından tutu yatırdım. “Dinlenmelisin, Su Ji. Atlatacaksın, merak etme.” İçini çekerek gözyaşı dökmeyi sürdürüyordu. En sonunda yorulup da uyuyakaldığında, ben hala onun yanındaydım. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Uykuya teslim olmuştum. Nasıl da geçebiliyordu vakit onsuz? Yokluğu beni mahvederken, saatler durmalıydı, dakikalar gözümü korkutmamalıydı, yas tutmalıydı saniyeler. Ama sabahlar gelip beni buluyordu yine de. Güneş doğmuştu. Gözlerimi açtığımda tuhaf bir görüntü beni bekliyordu. Minho, yatağın yanındaki sandalyede oturmuş pencereden gökyüzünü seyretmekteydi. Uyandığımı fark etmemişti sanırım. Garip olansa, elimi tutuyor oluşuydu. Sıkı sıkı kavradığı elimi bırakmak gibi bir niyeti yoktu anlaşılan. Gözlerimi ona dikince varlığımı ayrımsamış olacak ki dönüp yüzüme baktı ve ani bir hareketle elimi bıraktı. “Demek uyandın.”diye mırıldandı kendi kendine. “Şimdi daha iyi misin?” Hatırlatmasa olmaz mıydı? Neden o kahreden acımı ve hatıralarımı geri çağırmak zorundaydı ki? Durgunlaşmıştım yeniden. “İyiyim…” “Bir şeyler yemelisin. Mutfakta kahvaltı hazır. Gidip ye.” Bu kez bu numaraya kanmayacaktım. “Aman kalsın, almayayım.” “Merak etme, insan kahvaltısı hazırladım. Kan falan değil yani.” Yataktan kalktım. “Gözümle görmeden söylediğin hiçbir şeye inanmam, bunu unutma.” Odadan çıkı alt kata indiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Mutfaktaki masa birbirinden güzel yiyeceklerle donatılmıştı. Çay dahi vardı. Şaşkınlıkla o yöne doğru yürüdüm. Bu nasıl olabilirdi? Bunları Minho benim için mi hazırlamıştı? Ama neden? Saniyeler sonra o da yanımdaydı. “Tüm bunlar benim için mi?”diye sordum tereddütle. “Evet.”dedi başını diğer yana çevirip. “Ama sakın yanlış anlama, sadece hemen iyileşip vereceğim yeni cezaları bir an önce çekebilmen için bunlar.” “Yine kan mı içireceksin bana?” “Hayır.” “Ava giderken yanında mı götüreceksin?” “Artık yalnız avlanıyorum.” “Yoksa kilere mi kilitleyeceksin?” “Hiçbiri değil.” “Ne o zaman?” Meraklanmıştım. “Yeni uygulamam gerçekten hoşuna gidecek, eminim.” Yüzüme baktı. “Benimle evleneceksin.” “Ne?” “Sana söylemiştim, eğer kaçarsan ve bir sorun çıkarsa benimle evlenmek zorunda kalırsın demiştim. Kuzenim Min Ah sen kaçtığında her şeyi anladı ve şimdi ailem bana baskı yapacak.” Üzerine yürüdüm ve her bir kelimeye tek tek bastırarak konuştum. “Seninle asla evlenmeyeceğim!” Beni kendine çekip gözlerime baktı. Yüzlerimiz o kadar yakındı ki fısıldadığı halde onu duyabiliyordum. “Neden?”diye sordu usulca. “Beni sevemez misin?” “Ne?” “Lütfen, Soo Hyun’u sevdiğin gibi beni de sev, Su Ji.” “Kafayı yemişsin sen!” “Beni sevebilmen için ne yapmalıyım?” “Seni asla sevmeyeceğim çünkü senden nefret ediyorum! Sen bana çok acı çektirdin! Hiçbir suçum olmadığı halde bana eziyet ettin…” Yine ağlıyordum. “Ben seni değil…” “Artık iyi olacağım. Kimseye kötü davranmayacağım. Yeter ki bana sevgiyle bak.” Başımı salladım. “Ama bu…” Fakat beni dinlemedi bile. Yine aynı şeyi yapıyordu. İzin almadan beni öpüyordu. Ama bu kez başkaydı. Bu defa bir duygu vardı ondan hissettiğim. Doğru mu söylüyordu? Beni seviyor olabilir miydi? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:03 pm | |
| BÖLÜM 13 ( https://www.youtube.com/watch?v=Vh8q8TKPnZ8 ) CHOİ MİNHO Ne yapıyordum ben? İlk kez böyle hissediyordum. İlk kez kalbim deli gibi atıyordu, aklım ilk defa bu kadar karışmıştı. Onu öpüyordum. Su Ji şaşkınlığı geçer geçmez beni kendinden uzaklaştırmaya çalıştı. Çırpınıyordu. Onu serbest bıraktığımda sarsılmış görünüyordu. “Bunu neden yapıyorsun?”diye bağırdı geri çekilerek. “Derdin ne senin?” Kızgınlığım kendimeydi. Başımı yerden kaldırmadım. Sevgi böyle bir şey miydi? Hep böyle acı mı verecekti? Yanıt vermedim. Ona sırtımı dönüp evden çıktım ve sıkıntımı atabileceğim tek yer olan sahile indim. Yüz yıldan fazla zamandır yaşıyordum lakin ilk defa bu başıma geliyordu. Bundan sonra beni neler bekliyordu? Onu kazanmak için neler yapmalıydım? @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Şokum henüz geçmemişti. Utanç ve öfke karışımı bir duyguydu hissettiğim. Onunla evlenmemi nasıl isterdi benden? Hem de kalbimin sahibini kaybedip de kan ağladığı böyle bir zamanda! Hiç mi vicdanı yoktu? Anlamıyor muydu? Neden onu sevmemi istiyordu ki? Yapamayacağımı bile bile neden zorluyordu buna? Akşama dek eve dönmemişti. Her bir karesini ezberlediğim bu ev artık tanıdık geliyordu bana. Acılarımın mekanıydı bu ev. Güneş batıp da vakit gecenin kucağına atıldığında, o hala yoktu. Tuhaf bir yalnızlıktı duyumsadığım. Kimsesizliğim geçti önemden adım adım. Yatağa uzandım bitkince. Sanırım dönmeyecekti Minho. Geceyi dışarıda geçirecekti yine. Fakat yanılmıştım. Buradaydı. Karşımda durmuş bana bakıyordu. Gece kadar siyahtı gözleri. Güzel ama taviz vermeyen… Adeta ışığını gizlemeye odaklanmış… Aniden hareket edip yatağın etrafından dolaştı ve yanıma uzandı izinsizce. Hızla geri çekilmiş olsam da beni tuttu ve kendine çekip göğsüne bastırdı. “Ne yapıyorsun?”diye bağırdım kurtulmaya çalışırken. Öyle güçlü kavramıştı beni bu imkânsız görünüyordu. “Bırak beni! Dokunma bana!” “Sakin ol.”diye mırıldandı. Yüzünü göremesem de sesi endişeli geliyordu. “Lütfen, sana sarılmama izin ver, Su Ji. Sadece sarılmak istiyorum. Başka bir şey yapmayacağım.” “Hayır dedim! Bırak beni! Sapık!” “Lütfen, Su Ji.” Başımı kaldırıp yüzüne bakmaya çalıştım lakin tek görebildiğim çenesiydi. Debelenmeyi bırakmıştım. Faydası yoktu zira. “Bunu neden yapıyorsun?”diye sordum ağlamaklı bir sesle. “Bu da bir tür ceza mı?” Derin bir soluk aldı. Kokusu burnuma doluyordu. “Hayır.”dedi usulca. “Bu… Bu ceza değil. Yalnızca…” “Beni seviyor musun?” Duraksadı. “Sanırım.” Bu kez yanıt vermedim. “Ama ben seni sevemem ki…” “Hiç ihtimal yok mu?” “Ben seni değil Soo…” “Tamam, devam etme. Duymak istemiyorum. Sadece bu geceliğine böyle kalalım istiyorum. Madem beni sevemezsin, yarından itibaren sana olan hislerimi yok sayacağım. Yine o eski acımasız adam olacağım. Ama sadece bu geceliğine sana sarılmama izin ver, Su Ji.” Kollarının arasında kıpırdamadan durdum. O da acı çekiyordu. Dermanı bendim fakat bu imkansızı arzulamaktı. Kalbim çoktan başkasına mesken olmuştu çünkü. Olmayacak duaya amin dediğini o da anlamış olacak ki, vazgeçiyordu davasından. Ona acıyordum. Bana yaptığı eziyetlerin bedelini ödüyordu zira. O gece, sarılı bir vaziyette uyumuştuk. Daha doğrusu, ben uyumuştum o ise yanımda durmuştu. Sabah uyandığımdaysa yoktu. Yatakta yalnızdım. Alt kata indiğimdeyse beni bir sürpriz bekliyordu. Min Ah buradaydı. Koltuğa yayılmış televizyon izliyordu. Beni fark edince ayağa kalktı ve gülümsedi. “Demek sonunda uyandın. Ben de seni bekliyordum.” “Beni mi bekliyordun? Bir şey mi oldu?” “Sadece seni görmek ve sohbet etmek istedim. O küçük sırrımız hakkında konuşmalıyız bence.” “Hangi sır?” Düşünüce aklıma Minho’yla benim sevgili olmadığımı bildiği gelmişti. “Gerçeği biliyorum. Minho seni beni kandırmak için kullanıyordu, değil mi?” Başımı yere eğdim. “Ama başka bir gerçek daha var.” Yüzüme baktı. “Onun bu denli koruduğu ilk kişisin. Senin için konsüle bile karşı geldi.” “Konsüle karşı mı geldi?” “Bilmiyor muydun?” Güldü. “Sana gerçekten değer veriyor olmalı.” Kafam karışmıştı. Minho neden böyle bir şey yapsındı ki? Ben de koltuğa oturdum. “Anlamıyorum…” “Onu tanıdığımdan beri, hep yalnız yaşıyor. Asla kimseye bağlanmadı ve hiçbir kurala bağlı kalmadı. Acımasızlığıyla ünlenmişti. Fakat duyduğuma göre, konsülle senin yüzünden anlaşmazlığa düşmüş.” “Nasıl yani? Neden yapmış ki bunu?” “Seni korumak için… Konsül, kaçtığın için senin ondan alınıp başka bir vampire verilmene karar vermişti fakat Minho buna şiddetle karşı çıkmış. Saha sahip çıkmış.” “Onunla evlenmek istemiyorum.”dedim açık sözlülükle. “Onu sevmiyorum. Açıkçası ondan korkuyorum. Ona güvenmem imkansız. Ama o benden onu sevmemi istiyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.” “Onu anlamaya çalış. Kendini ifade edemiyor olabilir fakat değiştiğinin o da farkında. Ona bu zor süreçte destek olmalısın.” @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Eve döndüğümde, Su Ji salonda oturmuş düşünceli nazarlarla pencereden dışarıyı seyrediyordu. Bu acı kararı sonunda verebilmiştim. Nihayet doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yapacaktım. Beni görünce duraksadı. Hala çekiniyordu benden sanırım. “Hadi kalk.”diye emrettim sert olmaya çalışarak. “Gidiyoruz.” Umursamazca dinliyordu. “Nereye? Yoksa beni yine avlanmaya mı götüreceksin?” “Çok sor sorma. Sadece dediğimi yap.” Ayağa kalktı. Gözlerinde tamamen kabullenmiş ve direnişten vazgeçmiş bir ifade vardı. Dünyayla bağlantısını kesmiş bir çiçek gibi bakıyordu yüzüme. “İyi o zaman.”dedi usulca. “Nereye gideceksek gidelim bakalım. Nasıl olsa sözlerim hiçbir şeyi değiştirmiyor.” Yürüyüp dışarı çıktım ve onun da arkamdan gelişini izledim. Karanlık gecede farlarının bahçeyi aydınlattığı bir otomobil duruyordu kapının önünde. “Arabayla mı gideceğiz?” Şaşırmış görünüyordu. “Evet. Hadi bin.” Şoför koltuğuna oturup onun da yanıma oturmasını bekledim. Meraklanmış gibiydi. O soru sormadı, ben de yanıt vermek mecburiyetinde kalmadım. Bu yaptığım şey için pişman olacak mıydım, bilmiyordum. Ama emin olduğum bir şey varsa o da şu an ellerimin titrediği ve kalbimin sıkıştığıydı. Bunu yapmak istemiyordum. Yol boyunca başını cama yaslayıp sessizce oturmuştu Su Ji. Issız ormanı geride bıraktık ve şehrin ışıkları sararken etrafımızı ana yollarda ilerledik. En sonunda, şehir merkezindeki en işlek caddenin kenarında durdurdum arabayı. Derin bir soluk aldım önce. Yanıt beklercesine bana odaklanmıştı. “İn arabadan.”dedim yola bakarak. Gözlerine bakmaya cesaretim yoktu. Masumiyetini görürsem bunu yapamayacağımı biliyordum. “Ne? İneyim mi?” “Evet, in.” “Neden? Yine hangi pis işine alet edeceksin beni?” “Gitmene izin veriyorum. Bundan sonra özgürsün. Cezan bitti. Peşinden gelmeyeceğim.” “Gitmeme izin mi veriyorsun? Gerçekten mi?” Şaşkınlık ve mutluluk arası bir duygu seçiliyordu nazarlarında. “Her an vazgeçebilirim kararımdan, yani çabuk olsan iyi edersin. Az ilerde bir otobüs terminali var. Şu parayı al ve evine dön. Bu yaşadıklarını da unut.” Tereddüt etmiş gibiydi. “Bunu neden yapıyorsun? Gitmeme neden müsaade ediyorsun? Yoksa…” “Daha fazla soru sorma artık! Sadece git! Seni göremeyeceğim kadar uzaklara git! İn hadi arabadan!” Ses tonumun yükselmesinden ürkmüş olacak ki arabadan indi ve kaldırımda ilerleyerek gözden kayboldu. Şehir almıştı onu benden. Yeniden yalnızdım. Fakat bu kez, varlığından doğan bir yalnızlıktı bu. Ona duyduğum özlemin içine yerleşmiş ve asla yok olmayacak bir yalnızlık… | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:04 pm | |
| BÖLÜM 14 ( https://www.youtube.com/watch?v=G7BSsTYpZbY ) BAE SU Jİ ~2 AY SONRA~ “Uyuyor musun?”diye sordu biri usulca. Tınısı farklı geliyordu, yıllardır duyduğum ses yabancılaşmıştı sanki. Sessizliğe karışmıştı öfkem, yok oluşun eşiğindeydi benliğim. Unutmak denen nimet neden bana uğramamıştı ki? Yatağımdaydım. Yorganı yüzüme kadar çekmiş, tam karşımdaki pencereden yağmurlu havayı seyrediyordum. İçimdeki koyuluğa benzer bir şekilde puslu ve sisli bir manzara hakimdi gökyüzüne. Güneş doğalı saatler olmuştu. Soruyu soran kişiye yanıt vermedim. “Aç mısın?” Annem de pes etmiyordu. Cevap alabilmek için elinden geleni yapıyordu. “Konuşsana, Su Ji.” “Bir şey istemiyorum.”diye mırıldandım. Ruhum kalmıştı geride. Bedenim ölüden farksızdı artık. “Doktor gelecek bugün, unutma.”diye hatırlattı. O da üzgündü, biliyordum. Şu iki uzun ay boyunca ona hiçbir şey anlatmamıştım kaybolduğum zamanla ilgili. Neden hayata dönemiyordum ki? Aklım neden o acı anılardan sıyrılamıyordu, neden kalbim huzur bulmuyordu? Minho… Soo Hyun… Bu iki isim, ömrümün virgülü olmuşlardı. Süregelen yaşantımı duraklatmışlar, yeni anlamlar yüklemişler ve öylece bırakıp gitmişlerdi. Fakat bu ömür, onların boşluklarında yaşamayı öğrenememiş ve karanlığa savrulmuştu. Aşkım, hüznüm, şaşkınlıklarım, arzularım ve hayal kırıklıklarım… Bunları bırakmıştım onlarda. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı bende. Son noktayı koyamadıktan sonra virgüllerin ne manası vardı ki? Soru işaretleri miras kalmıştı bana. Üç noktaları bellemiştim ister istemez. Annem uzaklaşıp gittiğinde yanımdan, kaybetmişliğimin yoldaşıydım yeniden. En sevdiklerim bile anlayamazdı beni. Nasıl anlatabilirdim ki onlara? Kim inanırdı bana? Deli damgası yiyip hepten her şeyi yitirmektense, suskunluğuma sığınıp beklemeyi yeğlemiştim. Doktor dedikleri adam, genç ve yetenekli bir psikologdu. İki aydır belirli günlerde gelip benimle konuşmaya ve ağzımdan laf almaya çabalıyordu. Lakin kararlıydım. Konuşmayacaktım. Yaşadığım o acı hatıralar yalnızca benim kalbimi acıtacaktı. Anlayamayacaklarını bile bile onları da buna dahil etmeyecektim. Yatağın yanındaki koltuğa oturup bana baktı beklentiyle. Elinde kağıtlar vardı ve ölgün bakışlarıma artık alışmış gibiydi. “Bugün nasılsın?”diye sordu sanki cevabın değişmeyeceğini bilmiyormuş gibi. Gözlerim penceredeydi. “Bilmem…”diye mırıldandım. “İyi olmalı mıyım?” “Elbette olmalısın, Su Ji. Ben senin iyileşmen için buradayım. Yoksa sen iyi olmak istemiyor musun?” “Bunun bir önemi yok.” “Kaybolduğun zamanda da mı yoktu?” Belli ki çaktırmadan dökülmemi sağlamaya çalışıyordu. Yanıt vermedim. Yataktan kalktım usulca. Pencerenin önüne gidip yağmurlu havaya diktim bakışlarımı. “Dışarı mı çıkmak istiyorsun?” Doktor da yanıma gelmişti. “Hayır. Dışarı çıkmamalıyım. Evde kalmalıyım.” “Neden?” Ona nasıl söyleyebilirdim ki? Dışarıda her an bir vampire riskimin olduğunu… Vampirler tarafından salıverilmiş bir suçlu olduğumu… Beni unut, demişti Minho. Nasıl unutabilirdim ki? Bu ıstırap veren yaşanmışlıklarla nasıl başa çıkabilirdim? Hem de bir başımayken ve bu güçsüz bedenimle… Ona ihtiyacım vardı. Fakat o bir kez bile olsun beni görmeye gelmemişti. Söylediği her şey gibi beni sevdiğini dile getiren sesi de yalandı. O acılarımın kaynağıydı. Ama biliyordum ki onsuz da hayata dönmem mümkün olmayacaktı. Bunalımım öyle büyüktü ki nefes almakta dahi zorlanıyordum. “İlaçlarını alıyor musun?” Doktor hala vazgeçmemişti. “Alıyorum.” Yalan söylüyordum. Sıkıntılara gömülmüştüm. Zindana dönen bu dakikalar geçmek bilmezken, ömrüm geçiyordu. Virgüllerim olmadan ömrüme boyun eğmek zor geliyordu. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Aynı gökyüzüne bakıyorduk. Aynı yaratana dua ediyorduk. Gözlerimiz buluşamasa da, aynı dünyaya uyanıyorduk. Bunlar yeterli miydi? İçe kapanmış ruhum hayır demek istese de derinden gelen inlemesiyle, yetmeliydi. Yetmek zorundaydı. İki ay… Koskoca iki ay… Kalbime asırlar bindiren ve onu yerden yere vuran bir günler silsilesi… Kendi ellerimle en büyük sevgimi salıvermemin üzerinden geçen günlerdi bunlar. Dayanmak nasıl mümkün olmuştu, bilmiyordum. Vicdan azapları dağlamıştı yüreğimi. Ona yaptığım her bir kötülük için ondan binlerce kat daha fazla acı çekiyordum. Su Ji… Hayatıma girip her şeyi alt üst eden ve beni bir yıkıntıya çeviren kız… Beni asla sevmeyecekti, biliyordum. Acımasızlığımın en koyu noktalarını göstermiştim ona çünkü. Bu iki ay boyunca, onu hiç görmemiştim. Bıraktığım o geceden bu yana, özlem duyduğum o yüzü bir kez bile olsun yeniden görmemiştim. Onun yaşamını düzene sokmak ve mutluluğuna engel olmamak için kendi umutlarımdan geçmiştim. Bu ev, onsuz boş bir hücre gibiydi. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Katlanmak ölümden de zordu. Şu an, gecenin şu boğucu saniyesinde şunu söyleyebilirdim sadece: Onu özlüyordum. Ona insan kanına duyduğum doyumsuz istekten bile daha fazla açtım. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Uyumaya çalışıyordum. Gözlerimin önünden resmigeçit yapan geçmişin izlerini silmeye gayret ederek uyumaktı niyetim. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Derin bir sükunete gark olmuştu Seul. Tam da uyku beni teslim alacakken duyulmuştu korkutan sesler. Buradaydılar. Benim için gelmişlerdi. Karanlığa alışmış olan gözlerim onları ışıksız odamın gölgelerinde bile hissedip görebiliyordu. İki kişiydiler. Ve insan değillerdi. Korkulu bakışlarla onlara dönüp yatağımda doğrulduğumda bu anı bekliyor olduğumu fark ettim. Geleceklerini biliyordum. Onları tanımıyordum. İki genç adamdan biri süratle beni kollarına aldı ve açık pencereden fırlayıp ışık hızında koşmaya başladı. Nereye gidiyorduk? Bu vampirler benden ne istiyordu? Soğuk bir ayaz vardı dışarıda. Nihayet durduklarında neden tanıdık geliyordu buralar acaba bana? Buraya daha önce gelmiştim çünkü. Vampir konsülüne getirmişlerdi beni. Yine karşımda o aşina olduğum yüzler vardı. Loş bir taş odaya kurulmuş olan konsül masasının etrafında birleşmişti üyeler. Efendi Lee denen ada kan dolu bardağını tutmuş bizi bekliyordu. “Demek buldunuz kızı.”dedi beni getiren iki geç vampire. “Aferin, çocuklar.” Bana döndü sonra. “Ah, Su Ji… Uzun zaman oldu, ha?” Şaşkınlıkla tahminlerimin gerçekleşmiş olması arasındaki tuhaf duyguda sıkışıp kalmıştım. “Evet, uzun zaman oldu.” “Neden burada olduğunu merak ediyor olmalısın.” Başımı salladım. “Evet.” “Şöyle açıklayayım, Minho seni serbest bıraktı ancak biz sana verilen cezayı yeterli bulmadık. Yeniden düşündük ve tekrar yargılanmana karar verdik.” Kalbim yine deli gibi atıyordu. “Nasıl yani?” “Maalesef seni yeniden alıkoymak zorundayız.” Genç vampirlere baktı. “Onu mahzene götürün. Ben diyene kadar da çıkarmayın, anlaşıldı mı?” “Peki, efendim!” İki vampir koluma girip çekiştirerek oradan uzaklaştırırken beni, tek düşündüğüm şey kendi özgürlüğümden çok Minho’ydu. Acaba ona da zarar vermiş olabilirler miydi? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:04 pm | |
| BÖLÜM 14 ( https://www.youtube.com/watch?v=G7BSsTYpZbY ) BAE SU Jİ ~2 AY SONRA~ “Uyuyor musun?”diye sordu biri usulca. Tınısı farklı geliyordu, yıllardır duyduğum ses yabancılaşmıştı sanki. Sessizliğe karışmıştı öfkem, yok oluşun eşiğindeydi benliğim. Unutmak denen nimet neden bana uğramamıştı ki? Yatağımdaydım. Yorganı yüzüme kadar çekmiş, tam karşımdaki pencereden yağmurlu havayı seyrediyordum. İçimdeki koyuluğa benzer bir şekilde puslu ve sisli bir manzara hakimdi gökyüzüne. Güneş doğalı saatler olmuştu. Soruyu soran kişiye yanıt vermedim. “Aç mısın?” Annem de pes etmiyordu. Cevap alabilmek için elinden geleni yapıyordu. “Konuşsana, Su Ji.” “Bir şey istemiyorum.”diye mırıldandım. Ruhum kalmıştı geride. Bedenim ölüden farksızdı artık. “Doktor gelecek bugün, unutma.”diye hatırlattı. O da üzgündü, biliyordum. Şu iki uzun ay boyunca ona hiçbir şey anlatmamıştım kaybolduğum zamanla ilgili. Neden hayata dönemiyordum ki? Aklım neden o acı anılardan sıyrılamıyordu, neden kalbim huzur bulmuyordu? Minho… Soo Hyun… Bu iki isim, ömrümün virgülü olmuşlardı. Süregelen yaşantımı duraklatmışlar, yeni anlamlar yüklemişler ve öylece bırakıp gitmişlerdi. Fakat bu ömür, onların boşluklarında yaşamayı öğrenememiş ve karanlığa savrulmuştu. Aşkım, hüznüm, şaşkınlıklarım, arzularım ve hayal kırıklıklarım… Bunları bırakmıştım onlarda. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı bende. Son noktayı koyamadıktan sonra virgüllerin ne manası vardı ki? Soru işaretleri miras kalmıştı bana. Üç noktaları bellemiştim ister istemez. Annem uzaklaşıp gittiğinde yanımdan, kaybetmişliğimin yoldaşıydım yeniden. En sevdiklerim bile anlayamazdı beni. Nasıl anlatabilirdim ki onlara? Kim inanırdı bana? Deli damgası yiyip hepten her şeyi yitirmektense, suskunluğuma sığınıp beklemeyi yeğlemiştim. Doktor dedikleri adam, genç ve yetenekli bir psikologdu. İki aydır belirli günlerde gelip benimle konuşmaya ve ağzımdan laf almaya çabalıyordu. Lakin kararlıydım. Konuşmayacaktım. Yaşadığım o acı hatıralar yalnızca benim kalbimi acıtacaktı. Anlayamayacaklarını bile bile onları da buna dahil etmeyecektim. Yatağın yanındaki koltuğa oturup bana baktı beklentiyle. Elinde kağıtlar vardı ve ölgün bakışlarıma artık alışmış gibiydi. “Bugün nasılsın?”diye sordu sanki cevabın değişmeyeceğini bilmiyormuş gibi. Gözlerim penceredeydi. “Bilmem…”diye mırıldandım. “İyi olmalı mıyım?” “Elbette olmalısın, Su Ji. Ben senin iyileşmen için buradayım. Yoksa sen iyi olmak istemiyor musun?” “Bunun bir önemi yok.” “Kaybolduğun zamanda da mı yoktu?” Belli ki çaktırmadan dökülmemi sağlamaya çalışıyordu. Yanıt vermedim. Yataktan kalktım usulca. Pencerenin önüne gidip yağmurlu havaya diktim bakışlarımı. “Dışarı mı çıkmak istiyorsun?” Doktor da yanıma gelmişti. “Hayır. Dışarı çıkmamalıyım. Evde kalmalıyım.” “Neden?” Ona nasıl söyleyebilirdim ki? Dışarıda her an bir vampire riskimin olduğunu… Vampirler tarafından salıverilmiş bir suçlu olduğumu… Beni unut, demişti Minho. Nasıl unutabilirdim ki? Bu ıstırap veren yaşanmışlıklarla nasıl başa çıkabilirdim? Hem de bir başımayken ve bu güçsüz bedenimle… Ona ihtiyacım vardı. Fakat o bir kez bile olsun beni görmeye gelmemişti. Söylediği her şey gibi beni sevdiğini dile getiren sesi de yalandı. O acılarımın kaynağıydı. Ama biliyordum ki onsuz da hayata dönmem mümkün olmayacaktı. Bunalımım öyle büyüktü ki nefes almakta dahi zorlanıyordum. “İlaçlarını alıyor musun?” Doktor hala vazgeçmemişti. “Alıyorum.” Yalan söylüyordum. Sıkıntılara gömülmüştüm. Zindana dönen bu dakikalar geçmek bilmezken, ömrüm geçiyordu. Virgüllerim olmadan ömrüme boyun eğmek zor geliyordu. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Aynı gökyüzüne bakıyorduk. Aynı yaratana dua ediyorduk. Gözlerimiz buluşamasa da, aynı dünyaya uyanıyorduk. Bunlar yeterli miydi? İçe kapanmış ruhum hayır demek istese de derinden gelen inlemesiyle, yetmeliydi. Yetmek zorundaydı. İki ay… Koskoca iki ay… Kalbime asırlar bindiren ve onu yerden yere vuran bir günler silsilesi… Kendi ellerimle en büyük sevgimi salıvermemin üzerinden geçen günlerdi bunlar. Dayanmak nasıl mümkün olmuştu, bilmiyordum. Vicdan azapları dağlamıştı yüreğimi. Ona yaptığım her bir kötülük için ondan binlerce kat daha fazla acı çekiyordum. Su Ji… Hayatıma girip her şeyi alt üst eden ve beni bir yıkıntıya çeviren kız… Beni asla sevmeyecekti, biliyordum. Acımasızlığımın en koyu noktalarını göstermiştim ona çünkü. Bu iki ay boyunca, onu hiç görmemiştim. Bıraktığım o geceden bu yana, özlem duyduğum o yüzü bir kez bile olsun yeniden görmemiştim. Onun yaşamını düzene sokmak ve mutluluğuna engel olmamak için kendi umutlarımdan geçmiştim. Bu ev, onsuz boş bir hücre gibiydi. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Katlanmak ölümden de zordu. Şu an, gecenin şu boğucu saniyesinde şunu söyleyebilirdim sadece: Onu özlüyordum. Ona insan kanına duyduğum doyumsuz istekten bile daha fazla açtım. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Uyumaya çalışıyordum. Gözlerimin önünden resmigeçit yapan geçmişin izlerini silmeye gayret ederek uyumaktı niyetim. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Derin bir sükunete gark olmuştu Seul. Tam da uyku beni teslim alacakken duyulmuştu korkutan sesler. Buradaydılar. Benim için gelmişlerdi. Karanlığa alışmış olan gözlerim onları ışıksız odamın gölgelerinde bile hissedip görebiliyordu. İki kişiydiler. Ve insan değillerdi. Korkulu bakışlarla onlara dönüp yatağımda doğrulduğumda bu anı bekliyor olduğumu fark ettim. Geleceklerini biliyordum. Onları tanımıyordum. İki genç adamdan biri süratle beni kollarına aldı ve açık pencereden fırlayıp ışık hızında koşmaya başladı. Nereye gidiyorduk? Bu vampirler benden ne istiyordu? Soğuk bir ayaz vardı dışarıda. Nihayet durduklarında neden tanıdık geliyordu buralar acaba bana? Buraya daha önce gelmiştim çünkü. Vampir konsülüne getirmişlerdi beni. Yine karşımda o aşina olduğum yüzler vardı. Loş bir taş odaya kurulmuş olan konsül masasının etrafında birleşmişti üyeler. Efendi Lee denen ada kan dolu bardağını tutmuş bizi bekliyordu. “Demek buldunuz kızı.”dedi beni getiren iki geç vampire. “Aferin, çocuklar.” Bana döndü sonra. “Ah, Su Ji… Uzun zaman oldu, ha?” Şaşkınlıkla tahminlerimin gerçekleşmiş olması arasındaki tuhaf duyguda sıkışıp kalmıştım. “Evet, uzun zaman oldu.” “Neden burada olduğunu merak ediyor olmalısın.” Başımı salladım. “Evet.” “Şöyle açıklayayım, Minho seni serbest bıraktı ancak biz sana verilen cezayı yeterli bulmadık. Yeniden düşündük ve tekrar yargılanmana karar verdik.” Kalbim yine deli gibi atıyordu. “Nasıl yani?” “Maalesef seni yeniden alıkoymak zorundayız.” Genç vampirlere baktı. “Onu mahzene götürün. Ben diyene kadar da çıkarmayın, anlaşıldı mı?” “Peki, efendim!” İki vampir koluma girip çekiştirerek oradan uzaklaştırırken beni, tek düşündüğüm şey kendi özgürlüğümden çok Minho’ydu. Acaba ona da zarar vermiş olabilirler miydi? | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:04 pm | |
| BÖLÜM 16 ( https://www.youtube.com/watch?v=CUmH2pumAVQ ) BAE SU Jİ Gözyaşlarıma tutsak olmuştum. Durmaksızın ağlıyordum. Odama kapanmıştım ve hıçkırarak, sanki tüm acım ve sıkıntım bu şekilde yok olup bitecekmiş gibi ağlıyordum. Onu affetmek neden bu kadar zordu? Affetmek istiyor muydum? Minho’dan ayrılalı saatler olmuştu ve karanlık çökmüştü şehre. Yeniden yalnızdım. Bağışlanma dilemişti benden. Yaptıkları için pişman olduğunu söylüyordu. Bunlar yeterli miydi? Hiçbir şey olmamış gibi davranabilir miydim? Ah, Soo Hyun… Bırakıp gittin beni ve yalnızlık girdabından kimlerden medet ummak zorundayım, baksana. Sana en çok ihtiyaç duyduğum zamanda alıp başını uzak diyarlara gittin. Ne yapmalıydım? Küllenen aşkım mı yoksa acılarda yeşermiş hislerim mi daha değerliydi? Geçmişe bir sünger çekebilir miydim? Gece yakıyordu içimdekileri. Koyu bir yorgan gibi ezip geçiyordu duygularımı. Odamın penceresinin önünde durmuş ayazlı ve siyahlara bürünmüş gökyüzünü seyretmekteydim. Hiç ses yoktu etrafta. Yalnızca uğultular duyuluyordu. Ve sonra onu fark ettim. Ordaydı. Bahçedeki ağacın tepesinde biri duruyordu. Dallardan birinin tepesindeydi. Bu Minho’ydu! Orada ne arıyordu ki? Yine neler planlıyordu? Fakat sonra amacını anlamıştım. Beni gözetliyor olmalıydı. Başıma bir şey gelmesin diye tabiri caizse kapımda nöbet tutuyordu. Üşümüyor muydu? Acaba karnı aç mıydı? Bunu yaparken nasıl hissediyordu? Biliyordum, o bir vampirdi. Tüm bu insani şeylere ihtiyacı yoktu lakin endişeliydim yine de. Ondan bunu yapmasını istememiş olsam da içim rahat etmiyordu. Ona borçlanmıştım. Ve aşkına saygı gösterecektim bundan sonra. Sabaha dek, pencerenin önünden ayrılmayı onu izlemiştim usanmadan. Onca saat boyunca, hiç ayrılmamıştı olduğu yerden. Sabaha doğru uyuyakalmıştım ama uyandığımda o yoktu. Güneş doğmuştu ve ağaç boştu. Nafile beklemekteydim. Çünkü gelmiyordu. Akşama değin süren bekleyişim, hava karardıktan sonra da devam etmişti. Neyse ki, gece yine gelmişti. Gene aynı ağaçta sabaha kadar oturup evi korumuştu. İçimden bir şeyler kopuyordu o böyle yatıkça. Geçmiş parçalanıyor, anılar nüfuzunu yitiriyordu usuldan usula. O da yaralıydı. Hem de benden çok daha fazla… Onun için üzülüyordum. Bu kadarı onun açısından bile fazlaydı. Sabahlar oluyordu onu o halde görürken. Kafamda yankılanan bir ses, kalk ve ona yardım et, diyordu ama o güç bende var mıydı ki? Üçüncü gece geldiğinde, o hala oradaydı. Üçüncü gecenin sabahındaysa, bahçem yokluğuyla baş başaydı. Gitmişti. Hem de bu kez bir daha gelmemek üzere… Ertesi gece gelmemişti, ondan sonraki gece de… O da bırakıp gitmişti beni sonunda. Hiçliğim bana kalmıştı yeniden. Kalbim acıların meskeni olmuştu gene hiç istemeden. @@@@@@@@@@@@@@@@ Yüreğim seçimini yapmıştı. Yapılacaklar belliydi, yollar beni çağırıyordu yine. Bir an önce harekete geçmeliydim. Karanlık bastırdığında, üzerime kabanımı giyindim ve anneme görünmeden evden çıktım sessizce. Hava bulutluydu, yağmur yağacaktı belli ki. Sokağa çıkıp yürümeye başladım. Bu kez kararlıydım. Aklıma koyduğumu yapacaktım ve onu bulup söylenmesi gerekenleri söyleyecektim. Artık acı çekmek istemiyordum. Pişmanlığıma gömülüp bir ömür boyu mahvolmaya niyetim yoktu. Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüşün nihayetinde varmak istediğim yere ulaşmıştım. Burası, aylar önce Minho’nun beni avını seçmem için getirdiği işlek caddeydi. Renkli reklam afişleri çarpıyordu göze. İnsan sayısı giderek azalıyordu. Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Kaldırımın üzerinde durup onu beklemeye başladım. Biliyordum çünkü, gelecekti, Minho’nun yakında burada olacağını seziyordum. Ve ben onu bekleyecektim. Arabalar süzüldü önümden, ışıklar yanıp sönüyordu durmadan, sürüyordu gözleyişim, bitmiyordu bekleyişim. Yağmur başlamıştı ayrıca. Sert, soğuk ve ezip geçen bir yağmurdu bu. İliklerime kadar ıslanmıştım. Ve o gelmiyordu. Yanılıyor muydum yoksa? Fakat sonra aniden arkamdaki bir ağaçtan bir el uzandı ve beni geriye doğru çekti. Aydınlığın zor ulaştığı, ağaçların gölgelerine karışmış bir yerdeydim şimdi. Bağırmama bile fırsat kalmadan aynı el ağzıma kapandı ve sesimi duyuramadım. “Sakin ol!”diye fısıldadı bir erkek sesi yavaşça. Bu sesi tanımıyordum. Bu değildi belli ki. İşte şimdi korkmaya başlamıştım. Ve yine belli ki bu bir vampirdi. Elinden kurtulmaya çalıştım ancak bu mümkün değildi. Çelik gibi güçlü kollarıyla kavramıştı beni zira. Yüzünü de göremiyordum zaten. Saçlarımı geriye çekip boynumu açtı. “Ne güzel bir kokun var.”diye mırıldandı. “Lezzetli bir av olacaksın benim için. Bu gece gerçekten şanslıyım.” Dur demek istedim defalarca kez. Ama tek duyulan ağlamaklı iniltilerdi. Boynuma geçirdiği sivri dişlerini hissettim birden, acı dayanılmazdı, sesim çıkmıyordu ve ölesiye bağırmak istiyordum. Ölüyordum sanırım. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Kanım usul usul çekiliyordu bedenimden. Ölüyordum. Bir vampirin ellerinden, onsuzlukla ve elemle… Sonra boynumdaki dişler yok oldu, gürültüler doldu kulaklarıma. Lakin artık bunlar önemsizdi. Ayakta duracak kuvvetim kalmamıştı. Yere yığıldı bedenim bir salınışta. Sarsılıyordum. Etrafımda olanları görüyordum ve hala nefes alıyordum fakat bilincim yavaş yavaş kapanıyordu, biliyordum. Ölüyordum. Sessizce, yalnız başıma ve kederle… Sesler giderek duyulmaz oluyordu. Görüntüler bulanıklaşıyordu. Ama onu gördüm ötemde ansızın. Minho buradaydı. Beni ısıran vampirle dövüşüyordu. Demek beni yine o kurtarmıştı. Lakin geç kalmıştı. Ölüyordum zira. Nefes alamıyordum artık. Tek tesellim, ölürken onu görebiliyor oluşumdu. Gözlerimin sonsuza dek kapanmadan önce gördüğü son şey, onun o muhteşem bedeniydi. “Su Ji!”diye seslendi vampiri yere serdikten sonra yanıma koşarken. “Dayan, Su Ji! Seni kurtaracağım!” Artık çok geçti. Gözlerim kapandı usulca. Ölüyordum. Özlemle, aşkla ve kalbimdeki mutlulukla… @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Allah’ım, yardım et! Olmaz dediklerim buldu beni yine. Su Ji nefessizce yatarken yerde, ben ne de acizdim. Elimden bir şey gelmiyordu. Dualardaydı dilim. Ona ihtiyacım vardı. Onu ısıran vampiri öldürmüştüm. Hızla Su Ji’nin yanına koştum. “Su Ji! Dayan, Su Ji! Seni kurtaracağım!” Başını dizime koydum. Gözleri kapalıydı. Yağmurdan sırılsıklam olmuştu saçları. Parmaklarımı bileğine bastırdım ve dinledim. Nabzı çok yavaş atıyordu. Telaşla kalp masajına başlamıştım, gözyaşlarım akıyordu durmadan. Ölemezdi, hayır, buna izin veremezdim. Elimden geleni yapmıştım. Ama o uyanmıyordu. Acı gerçek çarpıyordu yüzüme. O ölüyordu. | |
| | | Cassie Admin & Yazar & Okur
Mesaj Sayısı : 3310 Kayıt tarihi : 29/01/11
| Konu: Geri: Ömrümün Virgülü Perş. Şub. 02, 2012 6:04 pm | |
| BÖLÜM 17 ( FİNAL ) ( https://www.youtube.com/watch?v=CioEq0lbrHU ) BAE SU Jİ Yağmuru hissedebiliyordum. Hala yağıyordu. Usul usul ama aynı zamanda şiddetle… Ruhum bile acı çekiyordu o anda. Soğuk damlalara inat içimde yanan bir alevi duyumsuyordum. Kalbim atıyordu. Zar zor soluk alıyordum. Kollarım bedenimin iki yanında boşluğa savrulmuştu. Islak toprağın üzerinde boylu boyunca uzanmıştım. Yağmur yüzümü yıkıyordu. Ve başım, onun dizlerindeydi. Güçsüz bakışlarım, Minho’ya yönelmişti. “Minho…”diye mırıldandım elimi ağır ağır kaldırıp yüzüne götürürken. Çabam yarım kalmıştı, kolum öyle dermansızdı ki ona ulaşamadan tekrar yere düşmüştü. Sonra bana cevap vermeden üzerime eğildi Minho ve dişlerini boynumdaki ısırık yarasına bastırdı. Sanırım beni hayata döndürmeye çalışıyordu. Öyle çok ıstırap çekmiştim ki o saniyeye kadar, bu yaptığı şey canımı yakmıyordu bile. Birkaç saniye sonra geri çekildi ve yüzüme baktı yine. “Su Ji!”diye seslendi telaşla. “Ah Allah’ım, sonunda kendine geldin! İyi misin, Su Ji? Yanıt ver bana!” Dudaklarım usulca kıvrıldı, gülümsemeye çalışıyordum. “Minho, sen… Bu gerçekten sen misin?” Elini yanağıma koydu. “Evet, Su Ji, benim! Buradayım, yanındayım!” Zorlukla çıkıyordu sesim. “Ben… Ben seni görmek için bekledim, Minho. Sana söylemem gereken… Şeyler var…” “İyileşeceksin, Su Ji! Şimdi kendini yorma.” “Yanımda kal. Beni bırakma, Minho. Sana ihtiyacım var, lütfen…” Elimi tuttu. “Bırakmayacağım. Korkma, Su Ji, ben yanındayım.” “Seni affettim, Minho. Ben… Ben artık sana kızgın değilim. Ve seni… Seni…” Konuşmam öksürüklerle yarım kalmıştı. “Başka çarem kalmadı.”diye mırıldandı kendi kendine. “Bunu yapmak zorundayım.” Son bir gayretle tüm gücümü topladım ve öksürüklerime karşı koymaya çalıştım. “Dinle beni, Minho! Bunu söylemem gerek. Ben… Ben seni seviyorum… Duyuyor musun beni, Minho? Ölmeden önce bunu söylemeliyim. Seni seviyorum…” Gözleri şaşkınlıkla beni bulmuştu. “Ne?” Fakat ikinci kez dile getirmeye takatim kalmamıştı. Kapandı gözkapaklarım ve karanlığa saplandı dünyam. @@@@@@@@@@@@@@@@ CHOİ MİNHO Kalbim parçalara bölünmüştü. Bir parçam acıdan kıvranırken, bir parçam onun o beklenmedik itirafıyla kanatlanıp uçmak istiyordu. Ama şu lahzada, önemli olan şey, onun yaşamasıydı. Çok kan kaybetmişti, kalbi fazla dayanamazdı, biliyordum. Onu artık doktorlar, ilaçlar dahi iyileştiremezdi. Ölüme mahkûm olmuştu. Onu kurtarabilecek tek bir yol vardı. Büyük bir titizlikle kaçındığım bu yolu uygulamaktan başka çözüm yoktu. Onu da vampir yapacaktım. O ölmesin diye onun insanlığını elinden alacaktım. Su Ji bilincini kaybetmişti. Kollarımda hareketsizce yatıyordu. Saçları sırılsıklam olmuştu. Bu dinmek bilmeyen yağmur, çaresizliğimin şahidiydi. Usulca eğildim, titrek ve kararsız bir şekilde dişlerimi onun o rengi atmış ama hala güzel olan boynuna bastırdım. Vampir zehrim kanına karışırken, aklım türlü düşüncelerle boğuşuyordu. Şu an, aylar önce intihar eden Soo Hyun’u anlayabiliyordum. Aşkı uğruna ölmeyi ve yine aynı uğurda her şeyden vazgeçmeyi… Geri çekildiğimde, biliyordum ki, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı Su Ji için. Bir devir kapanıyordu artık hayatında. Bir defteri kapatıp adeta kocaman bir kitabı açıyordu bu dayanılmaz saliselerde. Ve ben umuyordum ki, o yeni açılan kitapta başrol kahraman ben olacaktım. Sevdiği, kalbini verdiği ve sonsuza dek birlikte yürüdüğü adam… Ab-ı hayatım… Benden başkasını sevme. İçimde edindiğin bu yeri asla boş bırakma. Zira o yer sen olmadan dolmayacak. Sensizlikte boşluklar anlam kazanmayacak. Ve zaman, hep sensizliği vuracak. O yağmurlu gecede, karanlığın perdesinden sıyrılmak istercesine onu kollarıma alıp ayağa kalktım ve hızla koşmaya başladım. Saniyeler sonra evimdeydik. Üst kattaki odama yürüdüm ve Su Ji’yi yatağıma yatırdım. Islak kıyafetlerini çıkarıp kuru şeyler giydirdim, uyanmasını beklemeye başladım. Ölümcül bir bekleyişti bu. Sonu gelmeyen ve heyecanı hiç eksilmeyen… Gelecekte bizi neler bekliyordu, tahmin etmek çok zordu. Beni sevdiğini söylemişti. Fakat bunu o anki bilinçsizliğiyle farkında olmadan mı sayıklamıştı yoksa bu gerçekten bir itiraf mıydı? O doğrulamadan asla bilemezdim. Bekledim. Ertesi sabah güneş doğduğunda, ben hala başucundaydım. Onun rüyalarıyla başlayan bu serüven, benim kâbusum olmuştu nedense. Ve bu kâbusta yalnızdım, yorgundum ve kendimden bile mahrumdum, tarif edilemezdim ne yazık ki. Onun rüyası olmayı dilerken tüm kalbimle, kabusu olmuştum büyük bir yeisle. @@@@@@@@@@@@@@@@ BAE SU Jİ Tekrar kendime geldiğimde o bildiğim odadaydım. Yatakta uzanmıştım. Algılayışlarım değişmişti, bu görüntüler de neydi böyle? Renkler belirgin, kokular keskin ve sesler derindi. Öğlen olmuştu. Minho yatağın yanındaki koltukta oturuyordu. Bu an bu geçen saniye ne de değerliydi. Onunla aynı odayı paylaşıyor olmak onca zamandan sonra… “Minho…”diye mırıldandım ona bakarak. Vaha görmüş bedevi gibiydi halim. Şaşkın ve müteşekkir… Başını çevirdi çabucak. Yadsımışlığı kocaman bir gülümsemeye dönüştü. “Su Ji! Çok şükür, uyandın… Beni öyle korkuttun ki…” “Üzgünüm.” Ama nedense hiç yorgun hissetmiyordum ya da hiçbir yerim ağrımıyordu. Aksine ölesiye dinç ve sağlıklıydı uzuvlarım. “İyiyim. Neler oldu?” “Hatırlamıyor musun?” Yatakta oturur pozisyona geçmiştim. “Bir yere kadar, evet. Ama buraya beni sen mi getirdin? Bu kıyafetler…” “Şey, o mu? Yağmurda ıslanmıştın, ben de hasta olmayasın diye…” Utanmış gibiydi. “Peki, şimdi nasıl hissediyorsun? Şey, bir farklılık hissediyor musun?” “Ben… Aslında…” Adeta vücudumu dinliyormuş gibi duraksadım bir an. “Bu çok tuhaf. Hiçbir yerim acımıyor. Bu nasıl olabilir ki? Dün gece beni bir vampir ısırdı oysaki.” Tebessüm etti zafer kazanmış gibi. “Demek işe yaradı! Bu harika!” “Ne harika?” Karşılaşacağı tepkiden korkuyormuşçasına gözlerini kaçırdı. “Seni azıcık vampir yaptım da…” “Ne, ne, ne? Vampir mi yaptın?” “Mecburdum, Su Ji! Yoksa ölecektin! Ben de seni ısırdım ve…” “Yani şu an ben bir vampir miyim?” “Evet. O yüzden sordum bir farklılık var mı diye.” Aniden yerimden fırladım ve benim bile inanamadığım bir hızla yataktan çıkıp onu oturduğu koltuğa yapıştırdım. Ellerimi koltuğun iki yanına dayadım ve yüzümü yüzüne yaklaştırdım. “Sen… Beni… Vampir mi yaptın?” Yutkundu. “Yapmak zorundaydım. Ben sadece…” “Neden?”diye sordum dişlerimin arasından. Ürkütücü görünüyor olmalıydım. Gözlerime baktı. “Sen ölmeyesin diye yaptım, Su Ji. Hep yanımda kalasın diye…” O an anımsamıştım. Ona bayılmadan önce söylediğim son sözler gelmişti aklıma. Aşkımı itiraf etmiştim. Şimdi onu suçlayamazdım ki. Hem de beni bu denli sevdiğini bilirken… “Demek öyle.” Ona biraz daha yanaştım. “Demek ben ölmeyeyim diye yaptın. Ama ya seni bırakıp gidersem? Vampir oldum diye hep senin yanında kalacağımı kim söyledi?” Tereddüt etmişti. “Bunun bir önemi yok ki. Yanımda olmasan bile önemli olan senin yaşıyor olman. Nefes aldığını bilmem yeterli benim için. Bu yüzden…” Daha fazla konuşmasına fırsat bırakmadan ileri atıldım ve dudaklarına yapıştım. Şaşırmıştı. Bu gerçek bir itiraftı. Beni geri itti telaşla. “Bu da ne demek oluyor?” Gözleri irileşmişti. Şok olmuştu belli ki. “Seni öpüyorum.” “Orasını anladım da bunu neden yapıyorsun? Yoksa beni gerçekten…” “Dün akşamki söylediklerimi yalan mı sanmıştın yani?” Hafifçe geri çekildim. “Madem seni sevmemi istemiyorsun ve bana güvenmiyorsun ben de giderim öyleyse.” Tam kalkacakken kolumdan tutu ve beni tekrar kendine çekti. “Böyle bir şey söyledim mi ben? Elbette sana güveniyorum.” “Kanıtla.” Bana sarılarak beni öpmeye devam etti. Bu bizim aşkımızın gerçek manada başladığı andı. Geleceği ise takvimden düşen yapraklar gösterecekti. @@@@@@@@@@@@@@@@ 5 YIL SONRA “Anne…”diyerek konuştu Sae Mi. “Senden bir şey isteyebilir miyim?” “Elbette, kızım. Ne istiyorsun bakalım?” Aynı evdeydim hala. Masalımın başladığı ve aşkımı bulduğum evde… Akşam olmuştu. Bu küçük odada artık kızım Sae Mi kalıyordu. Yatağına uzanmıştı ve ben de yatağın kenarına oturmuş onu seyrediyordum. O minik, babasınınkilerin şeklini almış olan dudaklarıyla mırıldandı yine. “Hani geçenlerde bir şatoya gitmiştik ya, hani kocaman bir dağın tepesinde olan, oraya yine gidebilir miyiz?” “Çok mu sevdin orayı?” Soo Hyun’un yıllar önce kendini öldürdüğü şatodan söz ediyordu. Minho’yla birlikte Sae Mi’yi de alarak onu anmaya gitmiştik geçen hafta. “Evet, çok sevdim orayı. Babam orada ölmüş bir kahramanın öyküsünü anlattı bana. Çok iyi biriymiş, öyle dedi. Oraya yeniden gitmek istiyorum, anne! Lütfen, lütfen…” Bir düğüm gelip boğazıma oturmuştu. Elbette, orayı yeniden görmek isteyecekti. Asıl babası olan Soo Hyun’un orada öldüğünü ve annesinin ona orada âşık olduğunu bilmiyordu tabi. “Gideriz.”diye geçiştirdim. “Babana söyleyelim, gideriz.” O sırada kapı açıldı ve Minho gülerek içeri girdi. “Şuna da bakın hele, bir araya gelmiş kimin dedikodusunu yapıyorsunuz, sizi cadılar sizi!” “Baba!” Sae Mi yatakta doğruldu. “Bu gece annemle ben yatabilir miyim?” Minho başını salladı. “Olmaz, Sae Mi. Biliyorsun, bu gece sıra bende.” “Of ya!” Ayağa kalktım. “Hadi bakalım, küçük hanım. Uyu artık.” Yarı insan-yarı vampir bir çocuktu, bu yüzden uyuması gerekiyordu. Minho ve bense tamamen vampirdik, yani uyku haramdı bize. Minho elimden tutup odanın kapısını kapattı ve koridoru geçip evin balkonuna vardı. “Bugün hava çok güzel, değil mi, sevgilim?” Derin bir nefes aldım. “Evet, öyle.” Öz kızı olmamasına rağmen, Sae Mi’yi koşuluz şartsız kabul etmişti. Çok iyi bir baba olmuştu ayrıca. Kolunu belime dolayıp gökyüzüne baktı usulca. “Bak, bir yıldız kaydı! Hadi hemen dilek tut, Su Ji!” Düşündüm. “Sonsuza dek seninle ve Sae Mi’yle birlikte mutlu yaşamayı diliyorum.” “Başka bir şey dilemeliydin!” “Neden?” “Bu zaten olan bir şey. Sonsuza dek birlikte olacağız, unuttun mu? Neyse, geçti artık.” “Sen ne dilerdin?” “Hmm, bir düşüneyim. Buldum! Beni sonsuza dek sevmeni.” “Ukala şey! Neyse, bu dilek de sayılmadığına göre bence biz vazgeçelim.” “Türkiye- Kore maçını Kore’nin kazanmasını diliyorum!” Güldüm. “Yakışıklı Türk erkeklerinin Kore’ye gelmesini diliyorum!” Kızmış gibiydi. “Angelina Jolie’nin Brad Pitt’ten boşanmasını diliyorum!” “Kocamın beni öpmesini diliyorum!” “Karımın bana sarılmasını diliyorum!” Duraksadı. “Seni öpmemi mi istiyorsun?” “Kocam sen olduğuna göre…” Gülümsedi. Ömrümün virgüllerinden birini sonsuza kadar yitirmiş olsam da ondan geriye kalan en büyük hatıra olan kızım Sae Mi sayesinde geçmişin acılarından kurtulabiliyordum. Diğer virgülüm olan Minho ise benimdi artık. Onu tüm benliğimle seviyordum ve sonsuza dek sürecek olan bir mutluluğa yelken açmıştık. Kızım, sevgili kocam ve ben… Ebedi bir şimdiki zamanda yaşıyorduk; aşkın, şefkatin ve sevginin gücüyle… ~SON~ YAZARIN NOTU: ve evet, bu da bitti. içimde bir boşluk var. biliyorum onları da diğer tüm kahramanlarım gibi özleyecğim. beni yalnz bırakmayan herkese sonsuz teşekkürler. yeni hikayeler buluşmak dileğiyle, bizden ayrılmayın arkadaşlar. **neslihan** | |
| | | | Ömrümün Virgülü | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|