Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

.
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Hem paris'e Hem De Paris'te Asik Oldum

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

Hem paris'e Hem De Paris'te Asik Oldum Empty
MesajKonu: Hem paris'e Hem De Paris'te Asik Oldum   Hem paris'e Hem De Paris'te Asik Oldum Icon_minitimePerş. Şub. 02, 2012 7:47 pm

YAZAR: HABİBE SELAM

Bu hikâye ile dinlemenizi ‘şiddetle’ tavsiye ettiğim iki şarkı.
[One Direction- Gotta Be ] [James Blunt - Goodbye My Lover ]
(
Ayrıca daha önce hiç Paris’e gitmedim. Bu hikâyeyi baya bir araştırma
yaparak yazdım. Ama gerçekten çok güzel şeyler keşfettim ve hikâyemde
yer alan bazı yerleri 3D bile gezdim ve öyle yazdım diyebilirim. Umarım
beğenirsiniz. )

Ayaklarıma hızlı olmaları için emir
veriyorum ve uzaktan gördüğüm tren otogarına doğru hızlanıyor sözümü
dinleyen ayaklarım. Tren otogarına girdiğim anda artık kararımı
veriyorum, en sevdiğim fakat üzerine ayak bile basamadığım ülkeyi
kesinlikle ziyaret edeceğim. Ailemden de sonunda izini koparttığıma göre
artık hiçbir şey beni tutamaz. Ellerimi ve yüzümü daha fazla kırmızı
rengine döndürmemek için trene doğru ilerliyorum. Trenin içerisine
girdiğimde ortam hala soğuk ama en azından dışarıdaki havaya göre ılık.

Sonbaharı
pek sevmem ama maalesef ki öyle bir mevsim var ve şuan bu mevsimi
yaşıyor içinde bulunduğum ülke. Elimdeki bilete tekrar bakıyorum ve
vagonuma doğru ilerliyorum. İçeri girdiğimde vagonda kimse olmadığını
görüyorum ve derin bir nefes boşaltıyorum. Cam kenarına doğru
ilerliyorum ve valizimi üstteki demir yerlere koyuyorum.
Sırtımı
koltukla buluşturduğumda ellerimi hemen montumun cebine sokuyorum.
Bakışlarımı camdan dışarıya çeviriyorum ve demir yolunu görüyorum. Demir
yolu gözlemekten sıkılan canım hatırına yüzümü vagonun içine
çeviriyorum.
Vagon siyah ve kırmızı tonlarına bürünmüş. Kırmızı
renkte koltuklar, siyah masa ve kapı. Gözlerim kapının üzerindeki camdan
vagonun önünden –koridordan- geçen insanlar takılıyor. Sarı saçlı bir
kız geçiyor, onun arkasından yaşlı bir teyze ve onun hemen arkasından
aynı yaşta bir amca.. Bu böyle sürüp gidiyor. İnsanlar biniyorlar ve ya
bir nedenden dolayı iniyorlar.

Sıkıntılı bir ‘Of’
çekiyorum. Ne zaman kalkacak bu tren? Daha Seul’deki havaalanı gideceğim
ve oradan da benim güzel Paris’ime. Yavaşça ayağa kalkıyorum, küçük
vagonumdan çıkıp trenin uzun koridorundan geçiyorum. Sonunda kırmızı
trenden çıkıyorum ve tren otogarının çıkışında buraya yakın bir yerde
olan küçük kafeye doğru ilerliyorum. Tabi saatime bakmayı ihmal
etmiyorum ve daha trenin kalkmasının 20 dakika sonra olacağını
öğreniyorum.
Küçük kafeye giriyorum, yüzümü sıcacık bir hava
yalıyor ve burnumun içine kahve kokuları doluyor. İstem dışı
dudaklarımın kenarları yukarı kıvrılıyor. Cam kenarı bir masaya
geçiyorum ve garsonun yanıma gelmesini bekliyorum.


Kahvemi yudumlarken trenin siren sesini duyuyorum ve bir an
panikliyorum. Hemen elimi montumun kol ucuna götürüyorum ve yukarı
sıyırıp kolumdaki saate bakıyorum. Trenin kalkmasına son 2 dakika
kalmış. Nasıl da çaktırmadan hızla geçmiş zaman! Aceleyle kahvemin
parasını masaya bırakıp koşar adımlarla otogara doğru ilerliyorum.

Otogara girdiğim anda trenin yavaş yavaş hareket ettiğini görüyorum ve
bu sefer koşarak trene yetişmeye çalışıyorum. Tren gittikçe hızlanırken
bende bir yandan aptalca –sanki durabilecekmiş gibi- “Dur!” diye
peşinden bağırıyor bir yandan da trenin bir yerlerine tutunup yukarı
çıkmaya çalışıyorum. Ama koşarken gözlerimden yaşların akmasına engel
olamıyorum. Bu gözyaşları, soğuk yüzünden akan yaşlar değil, eğer bu
treni kaçırırsam Paris’e gidecek olan uçağı kaçıracak ve bir daha akşam
ki uçakla gitmek zorunda kalacağım için akıyorlar. Bunu kesinlikle
istemiyorum. Ben bu düşüncelerle boğuşup trenin peşinden yalpalayarak
koşuyorken birden trenin giriş kapılarından birinden bana doğru uzanan
eli fark ediyorum. Hiç tereddüt etmeden o eli tutuyorum. ‘Bekle beni
Eiffel kulesi’ diye geçiyorum içimden. Trenin basamağına ayağımla
basarken ellerim beni çeken kişinin beline sarılıyor.

Bana
uzun gibi gelen ama iki saniyelik bir zaman zarfından sonra ellerimi
kurtarımcımdan çekerken sağ elim yanlış bir yere dokunuyor ama
kesinlikle yanlışlıkla. Bakışlarımı hem utangaçça hem de hızla yukarı
kaldırıp O kişiye bakıyorum. Ama fazla incelemeden direk ondan
uzaklaşıyorum ve kendi vagonuma doğru aceleyle ilerliyorum. Kötü bir
şekilde beni Paris’ime kavuşturmuş olan kurtarıcıma rezil oldum. Aklımda
kalan tek şey kalın güzel dudaklarıydı.
Kendi vagonuma
vardığımda içeri giriyorum. İçeride benim koltuğumun yanındaki koltukta
oturan yaşlı teyzeyle göz göze geliyorum. Sevimli bir şekilde gülümseyip
yerime, yani cam kenarına doğru gidiyorum ve valizimin altına
yerleşiyorum.

Vagonda benden ve yaşlı teyzeden
başka kimse yok. Kulaklığımı kulağıma geçiyorum. Shontelle – İmposibble
açıyorum ve şarkıyı mırıldanmaya başlıyorum sanatçıyla birlikte.
Gözlerimin önüne beni trene çeken kişi ve yaptığım utanç verici davranış
geliyor. Hemen başımı sağa sola sallıyorum ve gözlerimi kapatıp başımı
camın yanındaki duvara yaslıyorum.


Shontelle’den
sonra sonbahar temalı, özlem dolu şarkıları dinleyip bir yandan da
mırıldanarak(!) eşlik ediyorum. Sonra birden sol yanımdan dürtülüyorum
ve kaşlarımı çatıp gözlerimi açarak yanımda beni dürten teyzeye
bakıyorum. Bir şeyler geveliyor ama kulaklıktaki son ses yüzünden bir
şey duyamıyorum. Ve teyze, ilk başta sana verdiğim gülücüğümü kesinlikle
geri alıyorum. Cadı yaşlı teyze seni. Kulaklığın tekini çıkarıyorum
teyzenin suratını ‘whats up yaşlı bunak!’ dercesine bakıyorum.


Teyze
biraz(!) yüksek bir sesle “Kızım susarsın diye bekliyorum ama susmak
bilmiyorsun. Anladık şarkı dinliyorsun ama bari sesli söyleme.
Uyuyamıyorum burada!” diyor çemkirerek. Bende gözlerimi birkaç kez
kırpıştırıp boş boş teyzeye bakıyorum. “Peki teyzecim.” Diyorum. ‘Kusura
bakma yaşlı cadı ama keyfimi kaçıramazsın.’ Diye düşünerek kulaklığı
kulağıma iliştirirken yüzümü camın tarafına doğru çeviriyorum.

Fakat o da ne? Bu adamın burada ne işi var? Kurtarıcım, rezil olduğum
adam, kalın dudaklı ve daha birçok aklıma gelen sıfatlarını
takabileceğim adam karşımdaki koltuğa oturmuş ve az önceki teyzeyle olan
münasebetim yüzünden kıkırdıyor. Şuna ikinci kez rezil oldum
diyebiliriz değil mi?
Yanaklarımın neden kızardığına anlam
veremiyorum ve bakışlarımı o yeşil gözlerden alıp dışarıya veriyorum.
Gözlerimi tekrar kapatıyorum ve bu sefer şarkı markı mırıldanmıyorum. Ne
olur ne olmaz değil mi?


Trenin
yüksek desibelli –Kulaklığımdaki son sez müziği bile geçen- sesi uyku
âleminden ayrılmama yardım ediyor. Gözlerimi aralıyorum ve yan düşmüş
başımı düzeltiyorum. ‘Ah! Boynum tutulacak.’ Diye içimden geçiyorum ve
vagona baktığımda kimseyi göremiyorum. “Yaşlı bunak başımı omzuna
yaslattırsaydın ne olurdu?” diye mırıldanıyorum.
Ayağa
kalkıyorum ve valizimi yukarıdan alıp vagonumdan çıkıyorum. Trenin uzun
koridorundaki kuyruğa bende katılıyorum. Az kişi kalmış trende bunu
görüyorum. ‘Demek biraz olmuş tren duralı.’ Diye düşünerek trenden
iniyorum. Direk otogardan da çıkarak beni havaalanına götürecek olan bir
taksi bekliyorum.
Önümde beliren ilk taksiye kendimi atıyorum
ve hemen havaalanı ismini söyleyip yüzüme yayılmak için sabırsızlanan
sırıtışa izin veriyorum. O da yüzümü yayılıyor. ‘Bekle beni Paris.
Eiffel sende bekle beni yanınıza geliyorum.’ klasikleşmiş düşüncemi
okuyorum beynimin duvarından.


Havaalanındaki işimi de halledip uçaktaki koltuğuma doğru ilerliyorum.
Nedense birden koltuk arkadaşım yakışıklı biri olacak gibi bir his
doğuyor içime. ‘Ya da koltuk arkadaşın, kurtarıcına rezil olduğun yeşil
gözlü yakışıklı olabilir.” Diyor beynim ‘O’na taktığım takma adlar
listesinin top üçünü sayarken. Yeniden yüzüm benden habersiz gülümsüyor
hem de gözlerimle birlikte. İlk defa bugün beni Paris dışında gülümseten
bir şey olduğu için şaşırıyorum. Hem de hiç tanımadığım bir adam.
‘Paris’e yolcu olmak senin kafanı bulandırmış Hwang Mi Young.’ Diye
kendi beynime bir uyarı yolluyorum.
Koltuğuma yaklaştıkça az
önce beni hayallerle süsleyen beynime ve her zaman doğru çıktığına
inandığım altıncı hissime küçük bir ‘fuck you’ mesajı yolluyorum. Umarım
ciddiye alırlar. Çünkü koltuk arkadaşım yoktu koltuk arkadaşlarım vardı
nasıl mı?
Elinde koca bir cips poşeti olduğu halde diğer
elindeki çikolatayı da yemeye çalışan, kilo adındaki arkadaşları
yağlarla birleşip benim koltuğumu da işgal etmiş bir suma güreşçisi mi
benim koltuk arkadaşım olacak? Trendeki cadı teyzeyi özlediğimi fark
ediyorum. Koltuğumun kenarına geliyorum ve cam kenarındaki koltukta
oturduğu halde etleri benim koltuğuma da fırlamış olan adama nazikçe,

“Bayım,
azıcık toparlanır mısınız?” diyorum. Fakat suma güreşçisi
görüntüsündeki adam gözlerini kısarak “Toparlanmaya çalışıyorum ama
hayat buna izin vermiyor maalesef. Zaten bu koltuklara sığamıyorum birde
bana toparlanın demeyin bayan.” Diyor bıkkınca. Aslında şuan onun için
üzülüyorum ama hemen geçiyor bu üzüntüm çünkü koltuğumda rahat
oturamayacağım düşüncesini kırmızı yakarak bana uyarı gönderiyor akıllı
beynim.
Derin bir ‘Of!’ bırakıyorum koltuk arkadaşım olacak
adama. Usulca yerime geçiyorum ve montumun cebinde hazır bulundurduğum
mp3mü çıkarıyorum ve kulaklıklarımı kulağıma sokuyorum. Ah birde
koltuğumun kol kısmında bulunan etrafını kıyafet sarmış yağ torbalarına
değmemeye çalıyorum.


Artık iyice sıkılmaya başladığım anda bakışlarımı uçağın içinde
gezintiye çıkarıyorum. Ta ki sağ tarafım, orta bölmede oturan kişiye
bakakalınca dek. Adını bilmediğim fakat türlü türlü sıfatlar
koyabildiğim genç adamı görüyorum. Kirpiklerimi birkaç kez birbirine
değdirdikten sonra onu incelemek isteği doğuyor içime. Altında kot bir
pantolon, üzerinde ise gri ve mavi renklerinin birbirine girdiği güzel
bir mont var. Bacak bacak üstüne atmış ve elinde tuttuğu –fakat
parmakları yüzünden adını okuyamadığım- kitabı sakince okuyor.
Bakışlarım yüzüyle buluştuğunda dudağımı dişliyorum. Gerçekten kusursuz
bir yüzü var. Gözlerini rengini tam olarak göremesem de -çekiklerin
çoğunun gözlerinin kahverengi olduğunu biliyorum-, uzun kirpiklerini,
güzel düz burnunu, dolgun dudaklarını ve ısırılacak kadar tatlı duran
sol elmacık kemiğini görebiliyorum. “Allah’ım böyle insanlar niye
azınlıkta?” diye mırıldanıyorum kendime bakarken. Ben onun yanında çok
sönük kalıyorum. ‘Hey hey neler oluyor? Sen kendini niye onunla yan yana
düşünüyorsun ki?’ diye fısıldıyor her zaman haklı olan beynim.

Düşünlerimi dağıtmak için –tabi birazda meraktan- okuduğu kitabın ismine
bakmak için dirseklerimi diz kapaklarıma yerleştiriyorum ve biraz aşağı
doğru eğiliyorum. Ama o parmaklar niye orada yaa?! Kitabı başka şekilde
tutmalısın ki sıfatı bol olan adam rahat okuyabileyim adını. Kafamı
biraz daha yere doğru eğiyorum ama bakışlarım hala kitapta. Sonra birden
o kitabın kapağını kapatan parmaklar kitabın kapağından çekiliyor ve
kapak bana doğru döndürülüyor. Bende kitabın ismini okuyorum ‘Karanlık
oda’. Gözlerimi kısıyorum ve kitabın biraz alt köşesinde yazan yazarın
adını da okuyorum. ‘Hakan Bıçakçı.’ Neredeyse yere değecek olan başımı
zarif bir şekilde kaldırıyorum.

‘Daha önce adını bile
duymadığım bir kitapmış.’ Diye düşünürken bakışlarımı ona çeviriyorum.
Ve bam! Kahverengi gözlerle karşı karşıya geliyorum. Bana gülümseyerek
bakıyor ve “Güzel kitap.” Diye fısıldıyor, tabi fısıldamasını
duyamıyorum ama ağzını okuyabiliyorum.

Ve beynim anca
bana fark ettiriyor. Daha demin okuyabildiğim şeyleri bana o
göstermişti. Muhtemelen benim o rezil pozisyonumu görmüş ve ellerini
kitabın kapağından çekmişti. Yüzümü önüme çeviriyorum ve başımı aşağı
eğiyorum. ‘Ah neden sürekli rezil oluyorum bu adama?’ düşünceleriyle
isyan ediyorum kendime. Bakışlarımı cama doğru sürüyorum, belki dışarıyı
seyretmek beni rezil şeyler yapmaktan alıkoyabilir diye. Maalesef ki
koltuk arkadaşım, sumo güreşçisinin kafasından küçücük pencere
gözükmüyor bile. Gözlerimi bilye gibi yaparak koltuk arkadaşımın
suratına üflüyorum.


Kemerimi çıkarıyorum ve uçaktan usulca çıkıyorum. Havaalanına giriyorum,
valizlerin olduğu tarafa doğru gidiyorum. Attığım kahkahaları
durduramıyorum, insanları deli gibi bakmasını hiç umursamıyorum bile.
Çünkü âşık olduğum Paris ve Eiffel’ime kavuşmuşum. Valizimi alıyorum,
çıkışa doğru ilerlerken birden aklıma bin bir sıfatlı adam geliyor. En
son uçakta benden önce inerken görmüştüm onu. Dudağımı büzüyorum ve
içimden ‘Umarım yeniden görebilirim seni.’diye geçiriyorum. Fakat hemen
sonra başımı sağa sola sallayarak “Ne diyorsun Mi Young? Daha
tanımadığın adamla.. Cık cık cık” diye mırıldanıyorum aynı zamanda.



Paris’teki sonbaharın ılık rüzgârı yüzüme vuruyor. İşte bunu seviyorum.
Ilık rüzgârlar çok güzeller. Gözlerimi açıp sıraya dizilmiş olan
taksilerden birinin kapısını açıp hemen valizimi içeri atıyorum. Daha
sonra kendimi de koltuğa yerleştirirken şoförün bana ‘arada kalmış’ gibi
bakan gözleriyle buluşuyorum. Başımı iki yana sallayıp ‘Ne var?’
gibisinden bakıp elimdeki kâğıdı şoföre uzatıyorum. Şoför İngilizce
“Bayan sizden önce başka bir müşterim var. Onu bırakmam gerekiyor.
Üzgünüm.” Diyor kibarca. Bende etrafıma bakıyorum ama başka müşteri
göremediğim için “Benden baş-“ sözüm yarıda kesen şoför koltuğunun yan
koltuğunda oturmuş olan bin bir sıfat oluyor.
“Ben varım.” Diyor
Korece. Ben de ‘Sende nereden çıktın?’ bakışı fırlatıp “Ah pardon.
Görmemişim, o zaman ben iniyim.” Diyorum şoförün ‘bunlar hangi dil
konuşuyor?’ bakışları arasında. Valizime doğru uzanıyor elim fakat kahve
göz nazik sesiyle –ve İngilizce- “Bence bir mahsuru yok. İsterseniz
hangimizin adresi buraya en yakınsa ilk onu bıraksın şoför bey.” Derken
şoföre dönüyor. Şoför de ilk şaşkınlıkla bir bana bir ona bakarken benim
köpek yavrusu bakışlarımı görünce başını sallıyor ve önüne dönüp
taksiyi çalıştırıyor.


Bin bir sıfat’da bana
dönüyor ve gülümsüyor. İşte bir sıfat daha kusasım geliyor suratına.
‘Beyaz dişli mükemmel.’ Diye fısıldıyor yeni sıfat adını söylerken.
Bende onunkinin yanında sönük kalan sade bir gülümseme sunuyorum.

Adresteki gibi otelin önüne geldiğimde gülümsüyorum ve “Ben inmeliyim
burada.” Diyorum ilk olmanın verdiği sevinçle. Fakat o sırada bin bir
sıfat taksiden iniyor ve ‘Ah kapımı mı açacak yoksa?’ diye beynimle
konuşurken o otelin merdivenlerine doğru ağır adımlarla ilerliyor. Tabi
bu sırada beynim bana bir taraflarıyla gülerken bende şoföre parasını
verip valizimi alıyorum ve taksiden iniyorum. Merdivenleri aceleyle
çıkıp sırtında bir okul çantasından başka bir şey olmayan –ki valizi
olmadığına şaşıyorum- bin bir sıfatıma yetişmeye çalıyorum. ‘Demek ki
aynı oteldeyiz’ diye düşünmeden edemiyorum gülümserken.
O içeri
giriyorken bende merdivenin son basamağına gelip döner kapıdan cool bir
şekilde geçip resepsiyona bin bir sıfatın yanına gidiyorum. O da yeni
başlıyor konuşmaya bir şeyler söylüyor Fransızca. Ben kocaman ve
şaşırmış gözlerle ona dönüyorum. O da bana bakıp gülümsedikten sonra
bayanın Fransızca sorusuna –ki soru sordu diye tahmin edebiliyorum.-
cevap veriyor.

Görevli bana bakarak Fransızca bir şeyler
söylüyor fakat ben Fransızca anlamadığımı söyleyecekken beyaz dişli
mükemmel yine Fransızca bir şeyler zırvalıyor. Bende İngilizce “Ben bir
ay önce rezervasyon yaptırmıştım.” Diyorum. Görevli bayan bir defter
çıkartıyor ve sayfaları dikkatlice çevirip İngilizce olarak adımızı
soruyor. Bana bakıp ‘Önce bayanlar.’ Bakışı atıyor sıcak kahve gözlü
yakışıklı. Bende bakışlarımı görevliye dikip “Mi Young Hwang.” Diyorum.
Defterde bir şeylere bakıp sonra arkasındaki büyük dolaptan 1458
numaralı anahtarı bana veriyor. Bende teşekkür edip yanıma gelen erkek
bir görevliye valizimi verip beraber asansöre doğru ilerliyoruz.
Asansörün kapısı tam kapanacakken bir el onu durduruyor ve içeri bin bir
sıfat giriyor. Bana bakıp gülümsüyor ve önümde dikiliyor.


Sırtı bana dönük olduğu için rahatça bakışlarımı üzerinde
gezdirebiliyordum. Hiç valizi yok, sadece sırtında bir kocaman okul
çantası var. Gözlerimi kısıp ‘Nesin sen?’ bakışıyla delip geçiyorum bin
bir sıfatı. Daha sonra bakışlarımı yere sabitleyip ‘Asıl, bana neler
oluyor? Neden sürekli şunu takip ediyorum ki. Ben buraya aşkımı görmeye
Paris’ime geldim.’ Diye mesaj yolluyorum beyin ve kalp olan ikiliye.

Asansör duruyor, ‘çantalı ve gizemli adam’ –yeni koyduğum lakap-
asansörden iniyor ve yanımdaki görevlide bana bakıp inmemiz gerektiğini
belirtiyor. ‘Tanrım! Neler oluyor, niye biz sürekli bu gizemliyle yan
yana olmak zorundayız?!’ Diye düşünüyorum. Ve adını bilmediğim fakat
türlü sıfatlar taktığım adam önde, ben ve görevli arkada ilerliyoruz. O
elindeki kâğıda bakıyor ve bir kapının önünde duruyor. 1457 yazıyor
kapının üstünde. Gözlerimi kapatıyorum ve ’Yan yana olmak derken bu
kadarını tahmin etmemiştim.’ Diye bir yazı geçiyor gözlerimin önünden.


Odasına girmeden önce benim yanından geçişimi izliyor ve bende hemen
yanındaki odanın kapısında dikilince gülümseyerek “Demek burada da sık
sık karşılaşacağız.” Diyor. Bende görevlinin kapıyı açışını bekliyorum
ve görevli kapımı açıyor. Valizimi içeri yerleştirmek için geçerken
bende yan oda arkadaşıma bakıp “Öyle galiba.” Diyerek içeri geçiyorum.

Sabah
gözlerim mutlulukla açılıyor ve gülümseyerek yatakta oturuyorum. Başımı
yan tarafıma doğru çeviriyorum ve perdenin sonuna kadar açık –gece
açtığım- pencereden Eiffel kulesinin ucunu görüyorum. Yavaşça yataktan
süzülüyorum, büyük pencerenin önüne gelip kenarına yaslanıyorum.
Pencereyi açıyorum, yüzüme vuran rüzgârı tüm iliklerimde hissediyorum.
Bu hoşuma gidiyor. Sonbahar mevsiminde bir tek esen rüzgârları severim.
İnsanın ruhuna dokunurlar sanki.
Eiffel kulesine doğru parmağımı
uzatıp “Sana geleceğim, bekle azıcık daha bebeğim.” Diyorum gülümsememi
daha da suratıma yayarak. Hemen üzerime bir şeyler geçiyorum ve yanıma
çanta bile almıyorum çünkü tüm günümü caddelerde boş boş gezip, Paris’in
havasını içime işleyerek geçirmek istiyorum. Tabi cüzdanımı montumun
cebine tepiyorum. Otelden kaçarsına çıkarak –ve tüm bakışları
sollayarak- kendimi sokağa atıyorum. Buralara yakın bir hediyelik
dükkânından şehrin –turistler için olan- haritasını alıyorum ve Eiffel
kulesine doğru yavaş yavaş yürümeye başlıyorum. Etrafımdan geçen her
insana sevimli gülücüklerimden dağıtmayı da ihmal etmiyorum.


Elimdeki haritaya bakarak otelimin ‘Jardins Du Luxembourg’ parkına
yakın olduğunu görüyorum. Yüzümü yukarı kaldırıp Eiffel’in ne tarafta
kaldığına bakıyorum ve sağ tarafımda –biraz da ilerimde- kaldığını
görünce önce parka uğramaya karar veriyorum.

Parkın
giriş kısmına geldiğimde kocaman demirli kapılarla karşılıyorum-Tabi
sonuna kadar açıklar-. Kapının ağzında durup önümde serilmiş upuzun,
kenarlarda ise büyük sararmış ağaçlarla donatılmış yola bakıyorum. Ama
sonunu göremiyorum. Çok güzel gözüküyor ve beni içine doğru çağırıyor.
Bende ayaklarıma izin vererek beni istedikleri yere götürmelerini
seyrediyorum. Kolumdaki montumu yukarı doğru sıvıyorum ve saatin on
olduğunu görüyorum. Bakışlarımı saatimden çekip etrafa yönlendirirken
elimde sıvanmış montumu düzeltiyor. Sabahın bu saatinde bile buranın bu
kadar kalabalık olması şaşırtıyor beni. Köpeklerini gezdiren manken
fizikli bayanlar, özendiğim romantik çiftler, koşuşturan yaramaz
çocuklar hepsi gülümseyerek bu cennetin tadını çıkarıyorlar. Uzun yolda
etrafa ağzım açık bakarken ağaçların arkasındaki yeşillik alanda kurulu
piknik masalarını, ağaçların dibine yatmış uyuyanları, kitap okuyanları
görebiliyorum.

Hiç sonu yokmuş gibi gelen, ağaçlarla
süslenmiş yolun ucunu görebiliyorum. O uca ulaştığımdaysa kocaman bir
alan karşılıyor beni. Karşımda futbol sahalarını aratmayacak kadar büyük
yeşil sahalar çıkıyor ve kenarları da küçük renkli renkli çiçeklerle
süslemişler. Her yer düzen ve sıra içinde. Bej rengi yolda yanımda yeşil
sahalar ve çiçeklerle yürüyorum. Gözüm parkın en ucundaki büyük saray
gibi olan beyaz binaya takılıyor.

Etrafta ki çiçek
kokusu, sararmış yaprakların üstüne basarkenki hışırtıları, çocukların
gülüşmeleri, insanların fısıltı gibi gelen sesleri, kuşların
cıvıltıları, doğal yeşilin güzelliği, sanat ile doğanın iç içe oluşu
hepsi bana dünyadaki cenneti gösteriyor. Yolun kenarlarına konulmuş
küçük masalar, sandalyeler ve banklar bana ‘Çok yürüdün, azıcık dinlen’
dercesine bakıyor ve bende dayanamayıp kocaman saksının içine konulmuş
olup boyumu aşan ağaç ile bir heykel arasındaki banka oturuyorum.
Yanımdaki heykele bakıyorum; çıplak ve bir taşa basmış elini de dizine
koymuş öyle garip bir şekilde duruyor. Başımı biraz geri uzatarak
poposuna bakıyorum ve gülüyorum. Ah sapık yanım hiç durmayacak!.

Oturduğum yerden bu muhteşem manzarayı hafızama kaydetmeye çalışıyorum.
Biraz sonra gözlerim doğayı incelemeyi bırakıp insanlara çevriliyor.
Her ülkeden gelme çeşit çeşit insanlar burada rahatlıyor, fotoğraf
çekiyor, eğleniyor ve öğreniyorlar. Gözüme biri takılıyor. Yüzünde yine
aynı gülümseme, sırtında aynı çanta ve aynı kıyafetler. ‘Onun burada ne
işi var?’ diye düşünüyor beynim.
Gözlerimi onun üzerinden
çekemiyorum. Hala adını bilmediğim o esrarengiz kişi, cool tavırlarla
heykellerin, doğanın, birbirinden değişik insanların resimlerini
çekiyor, benim onu izlediğimi bilmeden. Gözlerim daldığı yerden çıkınca
cool esrarengiz kişinin suratında kocaman bir gülümsemeyle fotoğraf
makinesinin kadrajını bana doğru tuttuğunu görüyorum. Gözlerim
şaşkınlıkla açılırken en başından beri dudaklarımın benden habersiz
yukarı doğru olduğunu fark ediyorum.
Hemen kendimi
toparlamaya çalışırken yeni bir lakap daha taktığım ‘esrarengiz
fotoğrafçı’ –ah lakap takmada hiç iyi değilim anlaşılan.- gülümsemesini
kıskanılacak dereceye getirerek bana doğru geliyor. Bakışlarımı ondan
çekmeye çalıştıkça gözlerim benimle kavga ediyor ve sonunda bende onlara
yenik düşüp, suratıma sevimli bir gülümseme takıyorum. Yanıma yaklaşan,
lakaplarda boğulan kişiye bakıyorum. Yavaşça adımlarını sonlandırıyor
ve tam önümde duruyor. Bana ise başımı hafif yukarı kaldırmak düşüyor.
Elini uzatarak “Merhaba” Diyor bana sevecen gibi gelen sesiyle. Bende
onun havadaki elini sıkarak “Merhaba” diyorum. Yanımı işaret ediyorum
oturması için.


Kalbimin böyle hızlı atmasını
anlayamıyorum. Şuanda ne öpüşüyorum ne de tensel bir harekette
bulunuyorum. Ama yinede peşinden atlar koştururcasına hızlı atıyor;
sanki yetişeceği bir yer varmış gibi. ‘Yavaş olsana be!’ diye çemkiriyor
beynim benim yerime. Kalbim cevap vermek yerine beynim ve benim zıttıma
daha da hızlanıyor. “Her yerde karşılaşıyoruz ama ismini bilmiyorum.
Adın ne?” diyorum hem kalbimin sesinin duymamak hem de artık lakap
üretemediğim için. Başının bana döndürdüğünü hissedebiliyorum ama ona
doğru bakmıyorum çünkü eğer bakarsam bu sefer kalbim vücudumda gözükecek
kadar hızlı atacak.

“Adım Lee Ki Kwang. Senin?” diyor
ama ben beynimle birlikte ‘Ki Kwang’ diye sayıklıyoruz iyice ezberlemek
için. Hemen sonra bende az önce isminden sonra söylediği ama vızıltı
gibi gelen soruyu anca anlıyor ve “Benim adımda Mi Young. Hwang Mi
Young” Diyebiliyorum. “Mi Young, Mi Young” diye yavaşça sindirir gibi
tekrarlıyor daha demin beynimle benim yaptığım gibi. Bir süre sessizlik
konuşuyor bizimle.

“Senin fotoğrafını çektiğim için
kızmadın bana değil mi?” diyor sanki sessizliğini bozmak ister gibi.
Bende ‘Tabiki de rahatsız olmadım. Resim yeteneğin varsa resmimi bile
çizdiririm sana.’ Demek geliyor içimden ama ben sadece “İzin
almalıydın?” diyebiliyorum. O da hemen bozularak “Aa özür dilerim. O an o
kadar güzel gülümsüyordun ki bende çekmek istedim.” Diyor. Bende
bakışlarımı ona çevirerek “Gerçekten güzel mi gülümsüyordum?” diyorum
sadece konuşmak için. Onunda uzaktaki ağaçta olan gözleri bana doğru
dönüyor ve “Evet çok güzel gülümsüyorsun.” Diyor fakat sonra sanki
hipnozdan çıkmış gibi hızla kendini toparlayarak “Yani gülümsüyordun. Ah
yani tabiki de güzel gülümsüyorsundur ama ben fark etmedim henüz, ama o
gülümsemen güzeldi. Yani şimdi sana kötü gülümsüyorsun demiyorum…”
diye ardı ardına saçma cümleleri sıralıyor utangaçça. Bende onu daha
fazla rezil olmasını önlemek için “Sen fotoğrafçı mısın?” diyorum.
Kızaran yanaklarını görünce ‘soğuktan ya da daha deminki hızlı
konuşmasındandır’ diye düşünüyorum.

“Şey, benim
fotoğraflı gezi blogum var. Yani gezip gördüğüm yerlerin resimlerini
çekip özelliklerini anlatıyorum blogumda. Bir nevi sanal gezi yazısı.”
Diyor. Bende anlamış gibi başımı sallıyorum. İnternette daha önce hiç
öyle bloglar görmediğime yemin edebilirim. Ya şaka yapıyor ya da ben
internette sadece alışveriş yapıyorum. “Aa gerçekten mi? Daha önce hiç
böyle bir şey duymamıştım.” Diyorum nedensiz yere saçmalayarak. Ki
Kwang’ın da –o kadar lakaptan sonra ismiyle hitap etmek garip geliyor.-
sorumu garipsediği belli oluyor ama suratı pek göstermiyor. “O zaman
hatırlat, sana bir ara göstereyim.” Diyor sanki hep birlikte
olabilecekmişiz gibi. Bende durumu bozmamak için “Peki” diyorum başımı
birbirine kenetlenmiş ellerime doğru çevirirken.

“Daha
önce Paris’e geldin galiba.” diyor. Bende bakışlarımı tekrar ona
çevirerek, soru soran gözlerimle birlikte “Hayır, hiç gelmemiştim.
Nerden çıkardın?” ağzımda soru soruyor. Ki Kwang tanımlayamadığım bir
bakışla “Yani Paris’e ilk gelenler sanki Eiffel’den başka görülecek bir
yer yokmuş gibi direk oraya gidiyorlar. Ama sen sabahın bu saatinde ilk
uğradığın yer burası galiba.. Eğer vampir değilsen ilk Eiffel’e sonrada
buraya uğramış olamazsın.” Diye sıralıyor sonra da sevimli bir şekilde
ışıldıyor dudakları. Ben ise gözlerimi kısıp ‘nasıl kaçabilirim?’
bakışları atıyorum şakadan. O da küçük bir kahkaha patlatıyor benim bu
bakışlarım üzerine. Ben de gülümseyip “Sabah otelden çıktığımda direk
Eiffel’e gidecektim. Fakat yolumun üstündeki bu cenneti görünce buraya
bir göz atmazsam, dünyanın aslında bir cehennem olduğunu nasıl
anlayabilirdim?” bazen bir bilge gibi konuşuyorum kabul ediyorum.

Ki Kwang ise birden ayağa kalkıyor ve topuklarının üzerinde bana doğru
dönerek “Sana Paris’in başka cennetlerini de göstermemi ister misin?”
diyor benim şaşkınlıkla açılmış gözlerimin içine bakarken. Ben “Ama sana
zah..” cümlemi tamamlamama izin vermiyor ve montumun üzerinden bileğimi
tutarak zarif bir şekilde ayağa kaldırıyor beni. İşte böyle küçücük bir
tensel hareket bile anca yorulup yavaşlayan kalbimi tekrardan harekete
geçiyor ve yanaklarım sanki yeterince kırmızı değilmiş gibi daha da
kırmızılaşıyor.


Çaktırmadan
dudaklarımı küçük ‘O’ şekline getirip dışarıya doğru sıcak nefes
veriyorum. Taksinin camı buharlanıyor nefesimle. Bende sıkıntıdan
buharla oynama başlıyorum; çünkü yarım saattir taksideyiz ve hala ben, o
parktan başka bir cennet görebilmiş değilim. Gözlerimi yanımda oturmuş
büyük ihtimalle dışarıyı seyreden adama çeviremiyorum; sıkıldığımı görüp
üzülmesin diye.

Araba yavaşlıyor, bende derin bir nefes
alıyorum. Arabanın camından bakıyorum ve sonbaharın etkisiyle sararmış
ya da kızarmış ağaçları, büyük taş binaları ve taş yolları görüyorum.
Hemen kendimi arabadan atıyorum. O sırada Ki Kwang taksicinin parasını
ödüyor ve yine Fransızca bir şeyler konuşuyor. Aklıma ‘sakın unutma,
unutursan gebertirim seni.’ adlı not defterine onun nasıl bu kadar akıcı
Fransızca konuşabildiğini soracağımı not ediyorum. Ki Kwang yanıma
geliyor ve bana arka tarafımda kalmış bir yeri gösteriyor. Bende onun
zarif parmaklarını işaret ettiği yöne dönünce garip şekilli bir bina
görüyorum. “Binaya monte edilmiş insanlarda kim?” diye mırıldanıyorum.
Ki Kwang beni kolumdan hafifçe dürterek “Gel istersen girişe doğru
gidelim.” Diyor nazikçe. Hemen ardından bana göz kırparken “Bu arada
onlar gotik motiflerdi.” Diyerek gülümseyip önüne dönüyor ve yürümeye
devam ediyor. Bende onun arkasından yürürken anca anlıyorum ki daha
deminki mırıldanmamı duymuş. Suratımı buruşturuyorum ve beynime ‘Nasıl
da ezik gözüktün ya?’ diye sitem ediyorum.
Benim aslında zeki
olan beynim hemen savunmaya geçiyor ‘Aa ne münasebet! Sen kitap okuyup
öğrenmek yerine sürekli alışveriş, eğlence peşindeydin. Bende yeterince
gelişemedim işte.’ Diyor. Elimle kafama vuruyorum ve ‘Hemen de savunmaya
geç zaten.’ Diye konuşuyorum iç sesimle birlikte. Kalbim ise sessizce
bizi dinliyor. Tabi şuan çarptığı kişi önde yürüyor olunca abartarak
atacak bir şey kalmıyor değil mi?
Ki Kwang üç büyük kapılara
doğru yaklaşırken bende hızlanıp ona yaklaşıyorum. Yanına vardığımda
sırada olduğumuzu fark ediyorum. Sıkıntıdan patladığım iki dakikadan
sonra yanımdaki sürekli yüzü gülen adama dönüyorum ve “Niye arka
taraftan giriyoruz?” diyorum cevap bekleyen çocuklar gibi.


Ki Kwang ise bir bilge edasıyla bana bakarak “Çünkü kiliselerde
girişler çoğunlukla batıdadır. Dünyayı ve imparatorluğu simgelerler.
Mihrap tarafı ise doğudadır, Kudüs’e bakar ve ahireti, Tanrıyı
simgeler.” benim anladığımı görmek için gözlerimin içinden beynime
ulaşmaya çalışır gibi bakarken anlatıyor bu engin bilgilerini. Bir adım
daha ilerliyoruz içeri girmeye yakınken. Ben ne kadar montumun cebinde
tutsam da kızarmaktan kurtaramadığım işaret parmağımı girişteki büyük üç
kapıya doğru çevirip “Peki neden bir değil de üç giriş kapısı var?” az
öncekinden daha meraklı bir tavırla. Benim bilge adamım sadece
dudaklarına küçük bir gülümseme yerleştirirken büyük ihtimalle ‘Ne cahil
bir kız bu?’ diye düşünüyordur. O da işaret parmağını benim hala havada
olan işaret parmağımın yanına getiriyor ve “ Giriş kapıları üç parçadan
oluşuyor çünkü bu Roma mimarinin geleneğinden esinlenmiş eser.”
Dedikten sonra uzattığı işaret parmağını benim işaret parmağımın üstüne
getiriyor ve başparmağıyla birlikte benim soğuk işaret parmağı tutup,
güney tarafındaki kapıyı gösteriyor; benim işaret parmağımla.


İşaret parmağım onun nazik iki parmağı arasında nedense yanmaya ve
titremeye başlıyor. Mola vermiş kalbim kaldığı yerden devam edip sanki
montumun dışına çıkmak ister gibi atmaya başlıyor. O sırada onun
söylediklerini zor duyuyorum. “…Çünkü o taraf çanı Emmanuel’i
barındırır. Ortadaki kapı ise yeniden tahta çıkan İsa’nın on bakire de
dâhil yaşayan ve ölüleri yargılaması yani hüküm kapısı olarak anılır.
Doğu taraftaki kapının adı da Azize anne kapısıdır.” Diyor ve devam
edecekken ben hala iki parmağının arasında olan parmağıma dikkat
etmemeye çalışarak sanki daha da çok bilgi öğrenmek isteyen çalışkan
çocuklar gibi “İlk kapının adı neydi ve yeni bir soru daha Azize anne de
kim?” diyorum.

Parmaklarını üzerimden çekerken soruma
cevap vermek için ağzını açıyor ama kapının ağzına gelmiş olduğumuzu
fark ediyor. Bana gülümseyip “Gel sorularına içeride devam et. Ama hemen
kısa bir bilgi veriyim; Azize anne Meryem Ana’mızın annesidir.” Diyor
ve içeri giriyor, tabi bende hemen arkasından. İçeri girdiğim zaman,
daha taksideyken ‘Beni bir müze için taa Eiffel’den uzaklaştırdı, hem de
güya cennet gibi güzel olan bir yermiş peh! Bir müzenin ya da kilisenin
neresi Eiffel’den daha güzel olabilir ki?!’ adlı düşüncemin tamamının
üstünü çizmesem de sadece ‘..güya cennet kadar güzel olan yermiş peh!’
düşüncesinin üstü iyice karalıyorum; çünkü burası gerçekten mükemmel. Ne
kadar hristiyan olmasam da beni bile bu kadar etkilediyse hristiyan
olsaydım herhalde buraya tapardım.

Kapının ağzında
yavaşça ilerlerken saray gibi kocaman taş sütunlarla döşenmiş, büyük
şamdanların bulunduğu upuzun bir odada buluyorum kendimi. Etrafta itina
ile sıraya sokulmuş ve ortadan ikiye bölünüp güzel bir sıra görüntüsü
ortaya çıkarmış olan sandalye denizinin arasından geçerken ağzım beş
karış açık her yere bakmaya çalışıyorum. Hiçbir şeyi kaçırmamak için
başımı hızlı hızlı hareket ettiriyorum. Arkama dönüp bir yandan ters
ters giderken bir yandan giriş kapılarının üstündeki tepede tavana değen
gül desenli güzel pencere bakıyorum. Tekrar önüme dönüp hemen önümdeki
papazın vaaz verdiği kürsüyü, asılmış olan kocaman haç işaretini ve
kürsünün etrafına serpiştirilmiş heykellere hayran hayran bakıyorum.
Haç işaretinin yukarısında ikinci katın pencerelerinin de üstünde yine
ucu tavana değen üş tane pencere girişteki pencere gibi gül desenli.
Çiçek desenli şeyler her zaman hoşuma gitmiştir. Açık olan ağzım kapanıp
yerini kocaman bir sırıtmaya bırakıyor.

Ön sıralara
doğru yaklaşırken bakışlarım yanımda olan ama unuttuğum Ki Kwang’a
kayıyor birden. O da benim çevreyi hayran bir şekilde izlediğim gibi
beni izliyor. Gözlerinin içine bakıp o hayran ifadeyi gördüğüm için
hemen utanıyorum ve hızlıca giderek en köşede olan ama papazı rahatlıkla
görüp, insanların beni göremeyeceği bir sandalyeye yerleşiyorum. Ne
kadar papazı anlamayacak olsam da sadece dinlemek ve Ki Kwang’ın beni
utandıracak bakışlarından bir süreliğine kurtulmak istiyorum.

Kafam birden düşünce yeniden daha demin rahat hissettiğim yere
yerleştiriyorum ama gözlerim açılıyor ve ‘Uyuma Mi Young.’ sinyallerini
yolluyor. Ben de uykumun gözlerimin önünde uçup gitmesine kızarak papaza
bakıyorum. “En azından bari İngilizce konuşsaydın bay papaz. Hiç
olmazsa bu bozuk İngilizcemle bile bir iki kelime anlayabilirdim.” Diye
mırıldanıyorum papaza ‘İngilizce oku.’ Diye hipnoz bakışları yollamaya
çalışıyorum. O sırada yanımda oturan Ki Kwang “Rahat olamadın mı? Niye
uyandın?” diye soruyor endişeli bir biçimde. Bende her zaman geç düşen
jetonumu tutarak anlıyorum ki bayağı bir zamandan beri Ki Kwang’ın
omzunda uyumuşum ve o da benim rahat olmam için çaba sarfetmiş.
Gözlerimin içine minnettarlık doldurarak “Gerçekten çok rahat omuzların
var. Yani şey, rahat ettim teşekkürler ama uyuduğum için de özür
dilerim. Erken kalkmaya alışık değilim ve sabahtan beri dolaşıyorum.”
Diyorum minnettarlıkla başlayan sesim sonradan utangaççılığa geçiş
yaparken. O da dünyanın en sevimli gülümsemesini –gözleriyle gülen
gülümsemesini- göstererek “Gerçekten rahat ettin mi?” diyor. Bende
gözlerimi de güldürmeye –eyesmile- çalışarak başımı aşağı yukarı
sallıyorum. Yüzümü papaza çeviriyorum ve nedense göz göze geliyoruz.
“Işığa inanıyorsan karanlığa, mutluluğa inanıyorsan mutsuzluğa, Tanrıya
inanıyor isen şeytana da inanmak zorundasın.” kelimeleri dökülüyor
dudaklarının arasından İngilizce olarak. Bende bozuk bir ingilizceyle
bile böyle anlam yüklü bir sözü anladığım için gülümsüyorum. Papaz vaazı
sona erdiriyor ve Ki Kwang’da ayağa kalkıp “İstersen yukarı katı
gezelim.” Diyor ve bana ise sadece başımı sallamak düşüyor.

Islak
saçlarımı kuruladıktan sonra odadaki minik buzdolabından bir kola
kaptığım gibi Eiffel’in ucunun gözüktüğü pencereye doğru ilerliyorum.
Camın kenarına yaslanıyorum ve parmaklarımla elimdeki kolanın ağzında
parmak uçlarımı gezintiye çıkarıyorum. Bakışlarım Eiffel’e doğru
dönemiyor çünkü bugün imkânım varken ona gitmedim ve kalbimi hızlandıran
adamla bütün gün o Notre-Dame kilisesinde vakit geçirdim. Kilisenin
bütün ayrıntılarına kadar izledik, gezdik ve o resimler çekti.
“Söylemeden edemeyeceğim resim çekerken bambaşka biri oluyor sanki.
Çok.. çok güzel oluyor. Evet, bir erkeğe güzel lakabı uygun olmaz ama o
fotoğraf çekerken ki hali ve tavırları onu çok güzel yapıyor, sanki asıl
onun resmi çekilmesi gereken bir heykele benziyor o anlarda.” Diye
Eiffel’e karşı mırıldanıyorum. Sonra gülümseyen bakışlarım kola
şişesinin ağzıyla oynayan parmak uçlarım kalkıyor ve karşımda bana
küsmüş gibi duran Eiffel’e kayıyor. “Bak bana söz verdi, yarın beni
getirecek sana ve ayrıca o her Paris’e geldiğinde dönmeden önce sana
uğrarmış hep. Yani bu da demek oluyor ki benden daha bilgili senin
hakkında. Sana söz veriyorum, yarın sana geleceğim benim biriciğim.”
Diye fısıldıyorum benim Eiffel kuleme doğru. Penceremi örtüyorum ve
soğumuş olan pencere tarafından uzaklaşıp fazla yorgun olduğum için
hemen kendimi yatağa atıyorum. ‘Yeni yıkandın ve hemen rüzgârı yedin
daha demin penceren, umarım hasta olmazsın.’ Diye pişkin pişkin
sırıtıyor beynim bana karşı. Ben ise onu duymamazlıktan gelip kalbim ile
beni âşıklar ülkesinde âşık eden adamı düşünerek uykuya dalıyoruz.

Asansöre
biniyorum ve kalbimin bu sefer ışık hızıyla attığını hissediyorum çünkü
yıllardır özlemini kurduğu Eiffel kulesinin içinde ve ikinci kata
çıkmak için asansördeyiz şuanda. Asansör sanki benim inadıma kaplumbağa
yavaşlığıyla yukarı çıkıyor. Tek ayağımı yere hızlı hızlı vurarak ritim
tutuyorum. Bir yandan da dişlerimle dudaklarıma işkence ediyorum tabi
rujumu emiyorum bir yandan. Omzumda büyük ama hafif bir eli hissedince
omzumun üstünden hemen arkamda –beni arkadaki erkeklerden korumak için
arkama geçmiş- olan Ki Kwang nazik bir sesle “Sakin ol.” Diyor ve hemen
gülümsemeyi de ihmal etmiyor. Bende gülümseyip önüme dönüyor ve
ayaklarımı vurmayı bırakıyorum. Dudakları daha çok dişliyorum ve akşam
kesinlikle nemlendirici sürmeyi beynime not diye yolluyorum.


Asansörden inince küçük bir çocuk gibi koşturarak hemen kenarlara
yaklaşıyorum ve tellerin arkasından şehre bakıyorum. Güneş tam tepede
bulutların ardına girip çıkıyor. Tam arkamı dönüp başka yerlere
koşacakken hemen dibimde duran birine çarpıyorum. Bakışlarımı yukarı
kaldırırken ellerimi sabit bir şekilde havada tutuyorum ne olur ne olmaz
diye. Bakışlarım Ki Kwang’ın bana ‘yaramazlık yapma.’ anlamını
yüklediği bakışlarıyla buluşuyor. Alt dudağımı ısırıp ürkek bakışlarla
ona bakıyorum. O da gülümseyip benden bir adım uzaklaşıyor ve gülümseyen
gözleriyle elini uzatıyor bana. “Küçük bir çocuk gibisin; dondurmayı
çok seven ve ona kavuşan bir çocuk. Başka bir yerle veya biriyle
çarpmaman için” diyor ve elime uzanıp onu sıkıca tutuyor. “elini
tutacağım. Sana göz kulak olacağım merak etme. Sen etrafa istediğin gibi
bak ve gez, ben hemen senin yanında olacağım.” Diyor. Az önce –çarpışıp
ona dayandığım zaman- hızlı atmaktan komaya girmiş kalbim ve midemde
sabah yediklerim dans ederken, şimdi kalbim canlanıyor ve bu sefer
kulaklarımın içinde atmaya başlıyor. Ha tabi midemdeki hareketlenme
yeniden başlıyor. Bazıları kalbimde kelebek uçuşur diyor ama midede
kelebeklerin ne işi var? Midede uçuşan şeyler tabiki de yemekler, siz
onları kelebek diye adlandırıyorsunuz.

Elimi saran
sıcacık eline bakmaktan Eiffel’e bakmayı unutuyorum. Uçuşan rüzgârla
saçlarım yüzümü kapatıyor ama ben hemen diğer elimle saçlarımı yüzümden
çekiyorum ve bakışlarımı tekrar ikimizin birleşmiş eline sabitliyorum.
Nereye gittiğimi de bilmiyorum çünkü önüme değil elimi ısıtan eline
bakıyorum. Durduğumuzu hissettiğimde bakışlarımı kaldırıp yanımdaki Ki
Kwang’a bakıyorum ve kocaman bir sırıtışla bana bakıyor. Daha sonra
bakışlarını önümüze çevirip “Yukarı mı çıkmak istiyorsun?” diyor. Bende
yüzümü önüme çevirince asansörün önüne geldiğimizi görüyorum. Durumu
çaktırmamak için başımı yer çekime doğru ve tersi yöne doğru sallıyorum.


Üçüncü kata çıkınca hala sıkı sıkı tuttuğu elimi biraz oynatıyorum.
Hemen bakışlarını yüzüme çeviriyor. Kahverengi gözlerine bakarak
“İstersen elimi bırakabilirsin.” Diyorum yanlış anlayıp kırılmasın diye
yumuşacık gözlerle ona bakarken. O ise beni balkonun kenarına
getiriyorken duruyor ve bana dönüyor. “Rahatsız oluyorsan eğer..” diyor
bende hızla başımı sağ omzuma, sol omzuma doğru çevirerek “Hayır hayır
sadece sana zahmet vermemek için.” diyorum. Ki Kwang ise yine o güzel
kahverenginin en güzel tonu olan gözlerini gizlercesine çizgi haline
getiriyor ve dudaklarıyla birlikte gözleri de gülümseyerek “Zarif bir
eli taşımak nasıl bir zahmet olabilir ki?” diyor sevecen haliyle. Bende
istem dışı gülümseyerek onun elini içine kavrıyorum. Bu onun da hoşuna
giderek o da iyice kavrıyor elimi.
Ben boşta olan elimle hemen
aşağıdan geçen nehri göstererek “Çok güzel değil mi?” diyorum. Ki Kwang
ise gözlerini kısıyor ve nehre bakıyor. Sonra adını koyamadığım bir
bakışla gülümsüyor ve elimi bırakıyor. Ben hemen elimi bıraktığı eline
bakıyorum ve kaşlarımı çatarak ne yaptığına bakıyorum. Sırtındaki
çantasından fotoğraf makinesini çıkarıyor ve gösterdiğim yerin güzel bir
açısını bulup fotoğraflarını çekiyor. Bakışlarımı resimlerini çektiği
müthiş manzaradan çekip daha da müthiş olan başka bir manzaraya
çeviriyorum; Ki Kwang’a.
Bu soğuk ve rüzgârlı havada bile kendi
içimi ısıtacak şekilde gülümsüyorum. İçimdeki sıcaklık onu da ısıtmış
olmalı ki bana doğru dönüyor ve kameranın kadrajını bana doğru
kaldırıyor. Bende hemen ellerimle yüzümü kapatıyorum ve “Ben güzel
çıkmam resimlerde.” hemen bir mazeret uydurabiliyorum. Ki Kwang ise
nasıl bu kadar sıcak tuttuğunu anlayamadığım ılık eliyle yüzümdeki
ellerimi tutuyor ve aşağı indiriyor. “Hayır, gerçekten çok güzel
çıkıyorsun.” Diyor boş bulunarak. Nerden çıkarıyor ki fotoğraflarda
güzel çıktığımı?

Elini ellerimden çekip tekrar
kamerasına koyuyor ve kamerayı yeniden bana doğru yöneltiyor. Bende
birkaç kez bakışlarımla etrafa bakınca o da “Hadi gerçekten çok
güzelsin.” Diyor. Tabi ben bu kelimeleri duymaya bayılan bir insan
olduğum için hemen moda giriyorum ve sol elimi belime koyup sağ elimle
de göz hizamda barış işareti –v-yaparak melek gibi gülümsüyorum.

Bak
şuraya diye sürüklüyorum Ki Kwang’ı peşimden. Şehrin akşamüstüne doğru
nasıl kızıla boyandığını gösteriyorum ona. O da hemen fotoğraflarını
çekiyor benim her gösterdiğim her yerin. Guruldayan karnımın sesini
duyunca beynime ‘kapat şunun sesini’ diye mesaj yolluyorum iç ses
hızıyla. Alışkanlık olarak elim cebimdeki telefonuma kayıyor ama sonra
otelde bıraktığımı anımsıyorum. Montumun kolunu sıyırıp kolumdaki pahalı
saate bakıyorum ve gözlerim kocaman açılıyor. Sabah otelden on birde
çıkmıştık ve şuanda saat altı. Ellerimle kaç saat burada kaldığımızı
hesaplıyorum. Beynime yolladığım mesajı mideme yollamamış olmasını
umarak resim çekmekte olan Ki Kwang’a yaklaşıp güzel bir montla sarılmış
geniş omzuna dokunuyorum. Bana dönüyor ve bende karnımı işaret ederek
“Acıktım.” Diyorum kaşlarımı ters ‘V’ şekline sokarken. Ki Kwang
kamerayı kabına koyup daha sonra sırtındaki çantasına yerleştiriyor ve
“Hadi gel ikinci kata tekrar inelim. Orada güzel bir restoran var.”
Diyor bende hemen arkasından onu takip ediyorum.


Havaalanına kadar getiriyor beni. Dolan gözlerimi ona göstermemeye
çalıyorum. Taksiden beraber iniyoruz ve ben Ki Kwang’a “Uçak kalkana
kadar beklemek zorunda değilsin.” Diyorken içimden –kalbimle birlikte-
‘bekle, otur yanımda.’ Diyoruz içimizden. Ki Kwang taksicinin parasını
verdikten sonra yanıma geliyor ve “Zorunda hissettiğim için değil, senin
yanında olmak istediğim için buradayım.” Diyor ama bu sefer
gülümsemiyor ve bana da bakmıyor. Beraber havaalanın içine gidiyoruz ve
oturaklara oturup anonsun çalmasını bekliyoruz. Ve beklenen anons sanki
çalmak istemiyormuşçasına çalıyor. İçimden gelen gözyaşları dışarı
çıkabilmek için çabalıyor ama onları geri itiyorum inatla. ‘Ağlama Mi
Young. Elbet Paris’e tekrar geleceksin bir gün.’ Diye kendimi teselli
ediyorum fakat kalbim ve beynim birlik olup ‘Aptal şey, sen Paris’
tekrar gelirsin ama bir daha nasıl Ki Kwang ile karşılaşacaksın?!’ Diye
bağırıyorlar bana. Bende ‘Onun ünlü bir blogu var oradan takip ederim
ayrıca o Kore’ye geldiğinde de karşılaşabiliriz sonuçta Kore küçük bir
ülke.’ diye çıkışıyorum. Beynim ve kalbim ise sadece ‘Aptal!’demekle
yetiniyorlar. Ayağa kalkıyor ve hafifçe sarılıyoruz. Ona sıkıca sarılmak
ve ‘bırakma beni.’ Demek istiyorum ama yapamıyorum. Biliyorum bunun
için gelecekte çok pişman olacağım ama ‘Hayır gitmek istemiyorum, ben
seninle olmak istiyorum’ diyemiyorum. Birbirimizden ayrıldığımızda
telefon numarası yazılı olan kâğıdı uzatıyor bana.

Gülümseyerek
dolu dolu gözlerle bana bakıyor. “Canın ne zaman konuşmak isterse ara
beni tamam mı? Belki bir gün kader tekrar bizi karşılaştırır.” Diyor.
Bende zorla gülümsüyorum ve tatilimin bitmesine lanet okuyorum. Belki
gitmesem biraz daha onunla kalsam ona sevgimi gösterebilirim. Ağır
adımlarla uçağıma doğru giderken “Gitme de. Lütfen arkamdan bağır gitme
diye lütfen.” Diye ağır adımlarıma ters olarak hızlı bir şekilde
mırıldanıyorum. O ise hiçbir şey demiyor, hem de hiçbir şey. Tam kapıya
yaklaştığımda son bir kez arkama dönüp baktığımda onunda arkasını dönmüş
havaalanından uzaklaşmakta olduğunu görüyorum. Gözümden akmasına izin
verdiğim yaşlar süzülürken ‘Sonuna kadar izlemedi bile. Arkamı döndüğüm
gibi gidiyor.’ Diye iç geçiriyorum. Kalbim ve beynim ise hiçbir şey
söylemeden sadece beni izliyorlardı.


Uçağa
biniyorum –tabi kâğıdın ellerimin arasından kaçıp yerle buluştuğunu
bilmeden-. Cam kenarı koltuğuma yerleşiyorum ve gökyüzüne doğru bakmaya
çalışıyorum. Aklıma birden –aslında birden değil- ilk karşılaşmamızdan
bu zamana kadar yaşadıklarımız geliyor. Trende beni çekip yolculuğumu
kurtarması, yaşlı cadı beni rezil ederken bana sırıtması, uçakta ona
rezil olmam –kabul ediyorum, sürekli rezil olmuşum çocuğa yahu!- , aynı
taksi ve aynı otele denk gelmemiz hatta yan odalarda kalmamız, gece
kalkıp sanki sesini duyabilecekmişim gibi kulağımı duvara dayayıp onu
dinlemeye çalışmam, beni müzeleşmiş kiliseye götürüp müzeler hakkındaki
düşüncelerimi değiştirmesi, Eiffel’i gezdirmesi ve elimi tutması,
resmimi çekmesi, beraber yemek yememiz, beraber Paris sokaklarında öyle
boş boş gezmemiz, sandalla nehir kıyısında gezmemiz –hem de romantik bir
gecede, soğuğu da unutmamak gerekir-… Hepsi çok güzeldi. “Tanrı eğer
varsan, bana çok güzel bir hafta yaşattığı için ona sonsuz minnettarım.
Lütfen onunla tekrar karşılaşmamı sağla.” Diye mırıldanarak gözlerimi
kapatıyorum. Aklıma kazıdığım güzel manzaraları ve onun yüzüyle birlikte
rüyalar âlemine giriyorum.

♥♥
‘%99
doldu.’ Yazısından sonra yüklenen resimleri yeni açtığım ‘Aşklar ülkesi
Paris 3’ sayfasına yüklüyorum ve blogumda yeni bir desenler deniyorum.
Evet, benimde artık bir blogum var ama sadece gezdiğim yerlerin resmini
çekip koyuyorum. Yani Ki Kwang gibi yazıları da yazamıyorum. Ben sadece
bir gezi fotoğrafçısıyım. Birbirimizi son gördüğümüz havaalanından sonra
tam 5 yıl geçti. Onun o gülümseyen gözlerini, bana sıcacık
davranışlarını sürekli özlüyorum. Zaten son zamanlarda özlemim artıyor
ve birde üstüne üstlük beynim ile kalbim bana küsüp duruyorlar. Laptopu
kapatıp üzerimdeki ince hırkayı çıkarıyorum; sıcaklamıştım. Mayıs ayının
sonundayız ve en sevdiğim mevsim yaz mevsimi yanı başıma geliyor.
Laptopu çantasına koyarken Kore’ye gidecek olan uçağın anonsu kulağımın
içine giriyor ve ağzımdan karbondioksit olarak çıkıyor.
Uçaktan
iniyorum ve kendimi Seul’un ihtişamlı sokaklarına atıyorum. Kore’ye en
son geleli 4 ay oluyor ama niye her şey çabucak değişiyor. İnsanlar,
çevre her şey değişiyor bir ben değişemiyorum. Hala aptal gibi Ki Kwang
ile beraber olmak istiyorum. En azından beraber bir yolda sadece yürüsek
bile yeter bana. Ne zaman ona bu kadar bağlanmıştım ya da doğru soru
neden Ki Kwang’a bağlanmışım?

Beynim bu düşünceleri bir
hokkabaz gibi havada çevirirken birine çarpıyorum. Kaşlarım çatık bir
şekilde başımı yukarı kaldırıyorum. Genç bir kız mağrur bakışlarla bana
bakıyor, tabiki benimde bakışlarım yumuşuyor ve “Özür dilerim” diyoruz
ikimizde aynı anda.

Ama birden bakışlarım kızın
arkasında yandan profilini görebildiğim halde tanıdığım Ki Kwang’a
takılı kalıyor. Yine o heykel gibi güzel durarak binaların arasında
güzelliği ile batan güneşi çekiyor. Kalbim yeniden eskisi gibi hızla
atmaya başlıyor ve beynim sanki arkamdaymış ta beni Ki Kwang’a itiyormuş
gibi hissediyorum. Önümdeki kızı unutarak hipnotize olmuş gibi Ki
Kwang’a yaklaşıyorum. Beynim birden içimde cesaret bombası patlatıyor ve
bende o cesaretle Ki Kwang’ın kamerayı kavrayan ellerinden birine elimi
koyuyorum. Hızla içine kadar soktuğu yüzünü kameradan uzaklaştırıp
elinin üstündeki ele bakıyor ve hemen ardından da göz bebekleri, benim
32 diş gülümseyen ve dolan gözlerimle buluşuyor. Bana doğru dönüyor ve
buruk bir gülümsemeyle “Sen..” diyor. Bende hemen gelen gözyaşlarını
küçük bir kahkaha ile geri iterken “Evet ben!” diyorum. Yine her zamanki
gibi fotoğraf çekme işi bitince yaptığı gibi fotoğraf makinesini
kalıbına koyuyor ve yeni olduğu belli olan çantasına koyuyor.


On saniye gibi boş boş bir bakışmadan sonra derin bir nefes alıyoruz
ikimiz de. Ağzını yavaşça açıyor ve “Bir kahve içmeye ne dersin?” diyor
ama hemen sonra “Ya da bu sıcak havada kahve değil de dondurma yemekte
olabilir.” Diyerek fikrini değiştiriyor. ‘Yetişkinler gibi doğru bir
çift olamayacaksınız. Hep çocuk ruhlu kalacaksınız.’ Diye fısıldıyor
beynim. Bende sözü kalbime bırakıyorum; ‘umarım.’ Demekle yetiniyor oda.
Ki Kwang’ın koluna yapışarak “Hadi gidelim” diyorum bir çocuk edasıyla.
Ve anca yıllar sonra beynim tehdit barındıran başlıklı not defterimin
hatırlatmasını yapıyor ‘Nasıl akıcı Fransız konuştuğunu sormayı
unutma!’. Bakışlarımı kolunu sanki kaçmasını önlemek için sıkı sıkı
tuttuğum Ki Kwang’a çeviriyorum ve ‘Daha soru soracak çok vaktim olacak
merak etme’ diye fısıldıyorum beynime.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Hem paris'e Hem De Paris'te Asik Oldum
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Eyvah Aşık Oldum!!
» Ben Kime Aşık Oldum Böyle...?
» Lanet olsun SüperStara Asik oldum!
» Eski Asik......

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Kore Hikayeleri :: Hanguk Iyagi :: Tek Bölümlük Hikayeler-
Buraya geçin: