Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Kore Hikayeleri
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

.
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 [YARIŞMA] Soyut Sevgi

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Cassie
Admin & Yazar & Okur
Cassie


Mesaj Sayısı : 3310
Kayıt tarihi : 29/01/11

[YARIŞMA] Soyut Sevgi Empty
MesajKonu: [YARIŞMA] Soyut Sevgi   [YARIŞMA] Soyut Sevgi Icon_minitimeCuma Haz. 03, 2011 6:16 pm

Yazar: Lee Liwiu



Soyut Sevgi



Bir varmış bir yokmuş cümlesiyle başlayan peri masallarından değil bu
hikaye.



“Hastanın adı nedir?”



“Sanem Sarıkaya doktor ve durumu giderek kötüleşmekte”



Doktor elindeki kağıda bir şeyler yazarken yarı aralanan gözüm ile bu
bulanık sahneye tanık olmaya çalışıyordum. Başım çatlayacak derecede ağrıyordu,
sağ kolumu hissetmiyordum ve girmiş olduğum terapi artık ölüm acısı çekmeme
sebep oluyordu. Ne zaman bitecekti bu durum?



“Doktor, hasta sağ gözünü açıp oynatıyor. Kendine gelmeye başladı”



Bir anda yatağımın etrafında dört kişi belirdi. Ellerini oynatarak bir
şeyler söylemeye başladılar. Doktorun “Bu kaç? Bu kaç?” sorusu beynimde
zonklamaya başladı. Zorla yutkundum ve ağzımdan üç sayısının çıkmasını
sağladım. Duydukları anda çıkarmış oldukları neşeli ses bana da birazcık keyif
verdi.

“Kendine geliyor. Hemşire, bu akşam her yarım saatte bir kontrole gelin
lütfen. Dördüncü kemoterapiyi atlatması zordu ve bu güçlü kız bunu başardı”



18. yaş günümde hayat bana doğum günü olarak kanseri verdi. Ailemde bilinen kimsede
olmamasına rağmen bu yaşımda gelip beni bulmasını şans olarak nitelendirmiştim.
Şimdi dönüp altı ay öncesine bakıyorum da, doktorun “Sen kansersin” cümlesine
verdiğim donuk tepki benim kişiliğimin özeti gibi. Sanki hiçbir şey
olmamışçasına “Demek öyle” demiştim.





O gün anemin bütün itirazlarına rağmen tek başıma İstanbul sokaklarında
dolaşmış, eve dönüş için bindiğim otobüste ise hıçkıra hıçkıra ağlamıştım.
Aradan bunca vakit geçmesine rağmen akrabalarımdan başka kimse hasta olduğumu
bilmiyor.



6 ay önce..



Hastaneye yeni evim diyerek yerleştiğim zaman 12 yaşında tatlı mı tatlı bir
kızla arkadaş oldum. Benim yanıma her gün gelip “Abla güçlü ol” diyor. Onu
görünce her ne kadar mutlu olsam da, bir yandan can kırıkları yaşıyorum içimde.
Çünkü İrem de benim gibi, o da kanser, hem de bu yaşında.

Yüzündeki gülücüklerin eksik olmadığı bir gün yine yanıma gelerek elime
yeşil bezelyelerden oluşan bir bilezik tutuşturdu. Bileğime taktığı sırada
“Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun abla?” diye sordu.

“Hayır bilmiyorum, ama çok güzel görünüyor İrem’cim” diye cevaplamıştım.
“Sana yarın ne olduğunu kanıtlarıyla göstereceğim” dedikten sonra hoplaya
zıplaya odamdan ayrılmıştım. İçimi bir merakın saldığını daha dün gibi
hatırlıyorum.



Ertesi gün İrem yanıma laptopla geldi. Büyük bir ciddiyet takınarak duvar
kağıdını gösterdi ve “İşte bunlar benim bezelyelerim” dedi. Bön bön suratına
bakarak “Ne?” diye sordum. “Beşi bir yerde bezelyelerim onlar.

Kim Hyun Joong, Kim Hyung Joon, Kim Kyu Jong, Park Jung Min ve Heo Young
Saeng. Mükemmel müzik grubu ss501”

İrem’in sevimli anlatışına bakılırsa Uzakdoğu’lu müzik gruplarından birini
tanıtıyordu bana. Gözleri ışıl ışıldı, onlardan bahsederken ne kadar mutlu
olduğu her halinden belliydi. Meraklı bir şekilde sordum. “Sen ne zaman
keşfettin SS501’i?”



Hemen yatağımın kenarına oturarak anlatmaya başladı “Hastaneye ilk yattığım
zamanlarda keşfettim. Daha önce hiç dinlememiştim, ilk dinlediğimde sevdim, çok
hem de. Sonra hemen diğer şarkılarına baktım, abilerim hep yetenekli, hem
görünüşleri güzel, hem de şarkıları süper. Böyle kişileri anında severim ben”
diyerek bütün şirinliğini ortaya koydu.



Açıkçası ilgimi çekmişti, pürüzsüz yüze sahip bu beş erkeği dinlemek için
sabırsızlandığımı bizim afacan anlamış olacak ki, hemen laptopundan bir
şarkılarını açıverdi. “Bu benim en sevdiğim şarkıları, al adına sen bak. Benim
İngilizce konuşmam daha o kadar iyi değil”



İrem’in başını okşadıktan sonra Song For You isimli şarkılarını beraber
dinlemeye başladık. Gerçekten bizim miniğin dediği kadar vardı. Şarkı insanın
vücuduna mutluluk enjekte ediyordu sanki. Bu hastane odasını mükemmel bir
piknik alanına çeviriyor gibiydi, kasvetli havayı alıp yerine mükemmel
gökyüzünü getiriyordu.

İrem suratımdaki değişimleri okumada usta olmuştu sanki, hemen kulağıma
eğilerek “Sen de sevdin, biliyordum seveceğini. Buraya yeni geldin Sanem abla,
kendi kendine geç keşfederdin onları, o yüzden acele etmek istedim. Çünkü bizim
vaktimiz az” dedi ve kalbimi sızlatmayı başardı bu afacan.



Bir an ölümün ikimiz içinde ne kadar yakın olduğunu fark ettim. Aklımda
çıkan o kara kelime beynime yeniden yapışıverdi. Gözlerimin dolduğunu
hissettiğim anda İrem’e uykumun geldiğini söyleyerek daha sonra görüşelim
dedim. Çarşafı suratıma kadar çektiğimde çoktan gözyaşlarım yastığı ıslatmaya
başlamıştı.



***



Altı ay önce ss501’i işte böyle keşfetmiştim. O zaman beri her gün
haklarından haberleri araştırıp okuyorum, şarkılarını dinleyip performanslarını
izliyordum, röportajlarını okuyorum. Hastalığımın durmasındaki en büyük
etmenlerden biri bile diyebilirim. Beşinci kemoterapiye gireceğim gün İrem’i
kanseri tamamen vücudundan söküp attığını öğrendim. Dünyalar benim olmuştu, bu
harika çocuğun önünde artık kocaman bir hayat vardı. Sapasağlam bir şekilde yanıma
gelip haber verdikten sonra sık sık uğramaya devam edeceğini söyledi. Hastalığı
atlatmıştı ama kontroller için yine hastaneye gelmek zorundaydı. Ayrılırken
“Sanem abla, bezelye!” diye bağırmıştım. Son kahkaha atmamı bu şekilde
yaşamıştım.



Hastanenin onkoloji bölümü oldukça hareketliydi, koridorda koşan hemşire
doktorun odasına hızlıca giriverdi. Nefes nefese kalmasını umursamadan “Doktor,
501 numaralı odada kalan hasta kemoterapi esnasından fenalaştı, ne yapacağımıza
ilk başta karar veremedik ama daha sonra kemoyu yarım keserek odasına yatırdık.
Acil gelmeniz gerek!” diyerek bilgilendirme de bulundu.



Yarı baygın bir şekilde deli gibi öksürüyordum. Bunun bir işaret olduğu
düşüncesi bütün beynimi kaplamıştı. Vaktim mi dolmuştu yoksa? Bu dünyada
geçireceğim zaman bitmiş miydi? Doktorun “gözlerinin kapanmasına sakın izin
vermeyin” sözleri duyduğum son sözlerdi. O gözler artık kapanmıştı.



***



Gözlerimi açtığında her yer beyazdı. İyiye işaret olduğunu düşünmek
istiyordum, yeteri kadar optimist davranmamıştım hayatta. Birden nereden
geldiği belli olmayan bir sesle irkildim.

“Sonunda teşrif ettin Sanem” dedi gaipten gelen ses. Etrafıma baktığım halde
beyaz renkten başka hiçbir şey görmüyordum. “Kendini göster” diye çırpınışlarım
boşaydı. Korkutucu ses sonunda açıklama yapmaya karar vermişti. Neredeydim,
öldüm mü, yoksa hala yaşıyor muyum?



“Merak ettiğim bir sürü şey var biliyorum. Benim bir adım yok, ama bize
Erken Haberci’ler derler. Zamanında önce ölecek olan insanlara haber veririz. Bunlardan
biri de sensin. Tam 24 saat sonra Dünya ile bağlantın kopacak, ruhum huzura
erişecek. Sana haber vermemin nedeni ise hem erkenden vefat etmem, hem de bunun
bir hastalık yüzünden olması. Vaktinden önce göçüyorsun ve bu haksızlık”



Duyduklarıma inanamıyordum. Kanserimin ilerlemiş olduğunu biliyordum, hatta
öleceğim de kesindi ama Erken Haberciler dite bir şeyin olduğunu hayatta tahmin
etmezdim. Cümlelerine nasıl devam edeceğini bekliyordum.

Ses devam etmeye başladı “Dünyadaki son gününü hastanede bir yatakta baygın
olarak geçiriyorsun. Belki naçizane bir durum ama son saatlerinde istediğin bir
şeyin yerine gelmesini sağlayacağız. Ama bazı kurallar var, en önemlisi de
somut bir şey isteyemezsin. Birine dokunamazsın, biriyle konuşamazsın,
karşındakinin senden haberi olamaz, tamamen isteğin soyut olacak. Bunu kabul
ediyorsun, istediğini gerçekleştirmem için söylemen yeterli Sanem”



Kulağım, aklım bana oyun oynuyordu sanki. Daha önce sadece kitaplarda
okuduğum doğaüstü durumlardan biriyle karşı karşıyaydım. Ölümüme bile
üzülmüyordum, aklım isteğe takılmıştı. Tam o sırada İrem’in bana hediye etmiş
olduğu bezelye bilekliğe gözlerim takıldı. Ailem hastane odasında başımda
ağlıyordur şu anda, buna eminim. İşte tam olarak bu yüzden ne isteyeceğimi
biliyordum.



Büyük bir kararlılıkla “Bir gün boyunca ne istediğimi buldum. Ss501’i
gözlemlemek istiyorum. Soyut bir şekilde olacağı için onların konuşmalarını
duyacağım, ne yaptıklarını göreceğim ama iletişim halinde olamayacağım. En
azından soyut bir şekilde en sevdiğim grubu görme şansımı bana ver. Son on
dakikamı ise ailemi görerek geçirmek ve sonra da huzura ermek istiyorum”



Kurallardan sonra bu isteğim kabul edilir mi diye düşünmeye başladım. Beş
dakika sonra ses bana müjdeli haberi verdi. “İstediğini yerine getireceğim. Bir
gün boyunca dediğin grubu gözlemleyebileceksin. Hem şansın var, şu anda hepsi
evdeler ve yarına kadar da kimse dışarı çıkmayacak. Hangisinin peşinden gitsem
diye düşüncelere dalmana da gerek kalmadı. O zaman Sanem Sarıkaya, şimdi
gözlerini kapa. Çünkü Güney Kore’ye doğru yolculuğa çıkıyorsun”



Gözlerimi kapattığımda sanki bir astral seyahatte yolculuk ediyordum. En
sevdiğim gurubu göreceğime inanamıyordum. Onlardan imzalı fotoğraf
alamayacağım, şu şarkıyı mırıldanır mısınız diye soramayacağım, soyasıya sohbet
edemeyeceğim ama en azından görebileceğim. Bu bile bana yeter!



Kendime geldiğimde kocaman müstakil bir eve bakan sokağın kenarındaydım. Sol
taraftaki ana caddede bir sürü insanın koşuşturmacası olduğunu görebiliyordum.
Önümdeki ev bezelyelerin kaldığı yer olmalıydı. Ayağın yere değdiği halde
hiçbir şey hissetmiyordum. Evin içine girmeden önce bir deneme yapmalıydım.
Evin önüne doğru ağır ağır yürüyen yaşlı adamın önüne çıkıverdim birden. Fark
edip fark etmeyeceğini test ederken adam içime girip çıktı! Çığlık atıyordum
ama kimse durmuyordu. Gerçekten şu anda soyut bir vaziyetteydim. Kimse beni
görmüyor, duymuyor, bilmiyordu. Ne zaman saati öğrenmek istesem karşıma birden
zamanı gösteren bir şey çıkıyordu.

Evin bahçesine girdiğimde mimozaların ve güllerin büyüleyici kokusu başımı
döndürdü. Bu kadar güzel bir mevsim ölmek için hiçte uygun değildi “Sanem
kendine gel” diye içimden kızdım. Madem öleceğim, son günümü en iyi şekilde
değerlendirmeliydim.



Bir anda kafamda bambaşka bir durum dank etti. Ben Korece bilmiyordum ki.
Belli başlı şeyler dışında ne konuşuyordum, ne de anlaşabiliyordum. Onların
konuşmalarını nasıl anlayacaktım? Kafamı duvarlara vurmak istiyordum ama bu
şekilde evin duvarına vurmak için harekete geçsem sadece içerisini görürdüm.
Tam o sırada sanki düşüncelerimi okuyan, konuşmalarımı duyan Erken Haberci’nin
sesini duydum: “Böyle olacağını biliyordum. O yüzden sen bir günlüğüne
Korece’yi aynı Türkçe gibi biliyorsun. Üyelerin bütün dediklerini şakır şakır
anlayacaksın. Biliyorum şimdi bana teşekkür edeceksin, hemen bir şey değil
diyerek çekiliyorum” dedi ve ses bir anda kesildi.



Ben yine de arkasından “Teşekkür ederim!” diye bağırmadan duramadım.



Kapıya doğru yöneldiğimde elim doğal olarak ilk zile gitti. Sonra kendime
gülerek bakalım kapılardan ve duvarların içinden de geçebiliyor muyum diyerek
adım atacaktım ki, büyük bir gürültüyle kapı açıldı. Üstüme gelen kapı yüzünden
ikinci çığlığı bastım. Tabi suratıma çarpmaması soyut olmamın (hayalet
diyemiyorum daha, çünkü ölü değilim) avantajlarından biri oldu.



Kapıyı şimşek gibi açan Jung Min’di. Ve bahçenin kenarından evin girişine
bakan Hyun Joong’a kızıyordu. “Hyung, bu yaptığın hiç adil değil. Artık çocuk
değilsin, bir de liderimiz olacaksın. Yakalarsam kötü olacak” diye avazı
çıktığı kadar bağırıyordu. Hyun Joong’u ise keyfi oldukça yerine gözüküyordu.
Jung Min’i pancarlaşmış suratına bakarak “Sana takılmayı oldukça seviyorum,
elim değil çok sevimlisin” diyerek arkaya yöneldi.

Ben bütün olaylara tanık olan kişi olarak son 24 saatimin böyle haraketli
başlamasına oldukça sevinmiştim. Ve en önemlisi gerçekten Ss501 karşımdaydı,
hem de en doğal halleriyle!



***



İçeri girdiğimde gözüme çarpan şey koridorların ve ana salonun dağınık olmasıydı.
Beş tane bekar erkeği bir evde yaşatırsanız sonu bu olur işte diye düşündüm.
Salona doğru adım atarken Young Saeng’in sesini duydum “2011 ss501’in senesi
olacak” cümlesinden sonra kamerayı kapattı ve kendi kendine konuşmaya başladı.

“Evet, şimdi bunu Me2day ve Youtube’a yükleme zamanı, hayranlarımız
şirinliğime bayılacak” Cümleyi duyar duymaz kahkaha patlattım, insanlar ne
kadar ünlü olursa olsun, ne kadar sevilirse sevilsin yine de ilgiye, sevgiye aç
olabiliyorlar demek ki diye düşündüm. Ayrıca Young Saeng gerçekten de çok
sevimli gözüküyordu ev haliyle. Üstünde eşofman olmasına rağmen az önce
çekindiği fotolara photoshop yapma isteği ise daha komikti.

Mutfağa yönelmeye karar verdiğimde eminim orada Hyung Jun’u bulurum diye
düşünüyordum. Ve evreka, gerçekten de buradaydı. Sandviçini sütle ıslatarak
ağzından güzel bir tat bırakan yemeğimi namnamnam yaparak mideye götürüyordu.
Onları görür görmez hasta olmadan önceki halime geri dönmüştüm. Yüzüm
gülüyordu, espri yapıyordum ve keyfim yerindeydi.

Hyung Jun’un kulağına kadar yaklaşarak “Böö” dedim. Sonra da deli gibi
kahkaha atmaya başladım. Doğal olarak hiçbir şeyim farkında olmayan Hyung Jun
büyük bir zevkle yemeğini yemeğe devam ediyordu. Bu arada telefonuna mesaj
geldi. Hemen ben de arkasına geçerek onunla beraber okumaya başladım. Kardeşi
Ki Bum’dan geliyordu ve “Abi, yarın görüşelim mi?” yazıyordu. Cevap olarak “Sen
istersin de olmaz mı?” diye yazdım bizimki. Oldukça iyi bir abi olduğu her
halinden belliydi.



Yemek yapmasına diğer üyeler izin vermediği için genelde ya hazır, ya da
abus cubur yediği biraz daha süt açmak için açtığı kendi buzdolabından
belliydi. Mutfakta tam beş adet buzdolabı vardı ve hepsinin üzerinde kime ait
olduğu yazıyordu. Kendi bardağını süt ile doldurduktan sonra lavabonun üzerindeki
köpek mamasını aldı ve Choco’nun tabağını dolduracak ıslığı bastı. Bu kadar
yüksek desibel yüzünden hala kapının önünde duran Jung Min “Şu ıslıkların beni
sağır edecek bir gün!” diye bağırdı.

Choco koşarak geldi ve eğilmiş olan Hyung Jun’u suratına atlayarak yalamaya
başladı. Daha sonra ise mutfakta yalnız olmadıklarını anlamış gibi tetikçe
bekleyecek bir şekilde etrafa bakmaya başladı. Hyung Jun bu duruma oldukça
şaşırmıştı.



“Ne oldu Choco?” diye seslendi. Ama köpek sahibini duymuyor gibiydi. Birden
benim önüme doğru gelerek havlamaya başladı. Acaba oradan olduğumun farkında
mıydı? Ama Haberci bana böyle bir şeyin olmayacağını söylemişti. En azından
insanlar açısında. Ya hayvanlar soyut varlığımı bile fark edebiliyorsa? Choco
tiz seslerle havlamaya devam ederken Hyung Jun2a yaptığımın aynısını bu sefer
ona yapmaya karar verdim. Eğildim, eğildim, eğildim ve köpeğin burnunun dibine
geldiğimde “Böö!” dedim. Choco yerinde sıçrayıp düştükten sonra ışık hızında
havlayarak mutfağı terk etti. Tüm bu duruma bir anlam veremeyen Hyung Jun ise
köpeğinin peşinden koşturmaya başladı. Günüm oldukça keyifli geçiyordu.



En iyi abi Hyung Jun mu, yoksa Kyu Jong mu diye düşünürken tek görmediğim
üyeyi görme zamanım gelmişti. Üst kata doğru çıktığından odasında video oyunun
oynayan tatlı insanı gördüm. 6 ay gibi kısa zamanda sıkı bir Triple’s olduğum
için hemen gözlerim oyuncak ayısına çevrildi. Ve evet, yanında duruyordu. Hatta
Kyu Jong maketten bir oyun kolu yaparak ayısının eline tutuşturmuştu. Bu
haliyle inanılmaz sevimli gözüküyordu.

Oyunun en heyecanlı yerinde liderin “Toplanıyoruz” çığlığı bütün evi sarstı.
Her yere gerekli teçhizat kurulmuştu anlaşılan. Bir mikrofon ile bu koskoca
evin en ücra köşelerine bile sesini gümbür gümbür ulaştırabiliyordu.



Herkes ana salonda toplanmıştı. Kyu Jong köpeklerden korktuğu için Choco
bahçede hoplayıp zıplıyordu. Lider günlük olağan toplantılarını başlattığını
söyledi ve kariyer konuşmaları başladı. Müzikalde oynamak, dizi senaryolarını
okumak, biraz müzik çalışmak ve şarkı sözlerine gömülmek derken tam altı saat
geçmişti. Saat sabah 9 gibi yirmi dört saatim bitecekti ve ben son on dakikamı
ailem ile geçirip ebediyete kavuşacaktım. Sabahın o saatinde umarım herkes
uyanmış olur, onları son kez görürüm diye düşünüyordum. Ama en azından birini
seçmek gerekirse umarım Jung Min uyanır cümlesi döküldü dudaklarımdan.



Mükemmel geçen bir günden sonra herkes kendi odasına çekilmişti. Hyung
Jun’un ışığı hemen söndü, yatağına girdiği bariz belli oluyordu. Kyu Jong
ışığını kapattı. Müzik çalışmasından lider en çok onu yormuştu, yatması gayet
doğaldı. Diğer üyelerin odalarında ışıkları açıktı ve hepsini uyumadan önce tek
tek ziyaret etmek istiyordum.



İlk olarak biricik Jung Min’imin odasına damladım. Kafasını Dan Brown’ın
Kayıp Sembol kitabına gömmüştü. “Kitap seçimi de süper” diye kendi kendime
söylendikten sonra onu kelimeler ile gerçekleşen aşkı içinde yalnız bıraktım.
Birazdan uzaylılarla bile iletişime geçebilirdi ve ben bu olaya şahit olmak
istemiyordum.

İkinci olarak Young Saeng’in odasına doğru yöneldim. Bir yandan da dokuz
saat sonra atmayı bırakacak kalbimin bu şekilde bile güm güm attığını
hissedebiliyordum. Kendimi ölmek üzere olan dünyanın en şanslı insanı olarak
tanımlıyordum. Bana ne kadar da uyuyor. Odayı açtığımda boş bir manzarayla
karşılaştım. Kimse içeride yoktu, büyük ihtimale ya tuvalette ya da banyodaydı.
Ben bunları düşünürken karşımda odaya sadece belinde havlusuyla dönen bir Young
Saeng geldi. O an iki saniyeliğine de olsa ölüp cennete düştüğümü hissettim,
ama daha vaktim vardı. Mükemmel vücudundan yayılan losyon ve şampuan kokularını
koklamak isterdim, ama bu pek mümkün değildi. Kafasını kuruladığı minik havlu
ile beraber şu anda oldukça fotojenik gözükmekteydi. Yanağındaki gamzeleri yeme
arzusu oluşmuştu birden içimde.



Aynanın karşısında oturup bütün ihtişamı ile harika vücuduna baktığım Young
Saeng, belindeki havluyu çıkartıp atınca üçüncü çığlığıma basmamı sebep oldu.
Anadan doğma bir şekilde karşımda oldukça rahat hareket ediyordu. Gözlerimi
kapatmıştım, ama bu fırsat bir daha ne zaman elime geçer diyerek parmaklarımın
arasından gizlice bakıyordum. Bir yandan da Young Saeng şu anda bir kız
tarafından izlendiği bilse kim bilir neler yapardı diye kendi kendime
soruyorum. Boxerını giydiği anda ben de parmaklarımı yüzümden çektim.



Aynanın karşısına gelerek burnumun dibindi durdu ve kendini incelemeye
başladı. Eminim dünyadaki bütün hayranları bu manzarayı görse benim yerimde
olmak için her şeylerini verebilirlerdi. Sadece boxerıyla duran Young Saeng ve
ben! Aynada kendisine bakarken bir yandan da “Ne kadar süper bir yüzüm var, bir
şey olacak diye çok korkuyorum” diyordu. Ünlüysen eğer dış görünüşün gerçekten
mükemmel olmalı.



Üstüne bir tişört giydikten sonra ışığı kapatarak yatağına yattı. Otter’da
uyku alemine daldığına göre artık lideri ziyaret etmedin zamanı geldi diye
düşnüdüm.



“Koridorun sonundaki kapının içinden geçtiğimde ne gibi güzellikle
karşılaşacağım” diye söylenirken içeri girdiğim anda deminkinden daha beter bir
çığlık bastım. Bu, bu, bu.. Olamazdı! Lider resmen mastürbasyon yapıyordu.
Kafamı çevirdiğim gibi koşabildiğim kadar uzağa koştum. Durduğumda evin en
sonunda yer alan mutfağa gelmiştim. Gözümün önünden ayrılmıyordu o sahne,
bilgisayarında sesi birazcık kısık bir porno ile kendini tatmin ediyordu.
Uzaylı konulu hentai izliyordu hem de. Uzaylılar konusundaki obsesifliğini bu
olay sayesinde çok daha iyi anlamıştım.



İnsanların günlük yaşantısını istila etmiştim, bu gibi durumların olacağını
kestirmeliydim diye kendimi sakinleştiriyordum. Sonuçta onlar da insanlardı ve
bazı ihtiyaçlarını gideriyorlardı, bu normal bir durumdu. Kendimi
yatıştırdıktan sonra odaya geri dönmemeye karar verdim, işi belki bitmemişti.
Hem lideri de görmüştüm zaten, bu kadarı bana yeterdi. Şimdi gidip uyuyan Jung
Min’i doyasıya seyretmeliydim.

Soyut şekilde hayalete benzer bir canlı olmanızın diğer avantajlarından biri
ise uykuya ihtiyacınızın olmaması. Sabaha kadar Jung Min’i seyrettim, onun
kulağına aşk cümleleri fısıldadım, ne kadar yetenekli ve harika bir şarkıcı
olduğundan bahsettim, kilometrelerce uzaklarda benim gibi sevenlerin olduğunu
anlattım, belki bir işe yarar ya da en azından birazcığını duyar diye. Benimki
de bir umut işte.

Saati öğrenmek istediğimde karşıma 8:41 çıktı. Buradaki son dokuz dakikamdı,
benim ise en son isteğim Jung Min’i uyanması derken, hayranı olduğum insan tek
kişilik koca yatağında gerinmeye başladı. Gerinmesi bittikten sonra gözlerini
attı ve yatakta debelenmeye girişti bu sefer. Çocuk gibiydi, bir o kadar şen,
bir o kadar da şakrak. Neden bu denli çok sevdiğimi artık daha iyi anlıyordum.



Saat 8:57 iken lavaboya doğru yönelmeye başladı. Ben ise onun gül yüzünü
sadece üç dakika daha izleyebileceğim içim mutsuzdum. Elini yüzünü yıkayıp
aynada kendine baktığı sırada son bir dakikam kalmıştı. Önce yanağına, sonra
ise aynaya doğru eğilip iki güzel buse bıraktım. Tamamen içimden gelen, tamamen
sevgi dolu. Siluetim Kore’deki bu evde silinmek üzereyken aynadaki öpücük izini
görmem son kez heyecanlanmama neden oldu. Gerçek sevgi soyutluğu bile
yenebiliyordu demek, ama ben bunu çok geç fark etmiştim. Jung Min’in de gözü
oraya kaydı ve duyduğum son cümle ise “Bu öpücük de ne?” oldu.



***



Hastanedeki odama geri döndüğümde annem ve babamı başımda üzüntülü bir
şekilde beklerken buldum. Geceden beri uyumadıkları her halinden belliydi. Bu
dünyadaki vaktim çok az kaldığından dolayı ikisine de sarıldım, yanaklarından
öpmeye çalıştım. Saat 9.00 olduğunda ise siluetim son kez yok olmaya, ben de bu
dünyaya ebediyen veda etmeye çalıştım. Odadaki cihaz yaşamsal fonksiyonlarımın
bittiğini işaret ettiğinde annem ve babamın bağırıp çağırması, ağlaması, bütün
odayı üzüntüyle kaplaması yeteri kadar acı çekici bir durumdu.

Elveda diyordum ama geride bir hazine de bırakıyordum. Gözlerim son kez sol
kolumdaki bezelye bilekliğe çevrildi. Ben ölüyordum ama İrem yaşayacaktı. Hem
kendi için, hem de benim için. Ve benim soyut olarak gördüğüm Ss501’, o gerçek
hayatta görecekti, onların konserine gidecekti, onları dinleyecekti, hatta
muhabbet bile edebilecekti. Biraz büyüdüğünde bunları hepsini yapacaktı. Benim
adım Sanem ve ölüme doğru yol aldığım şu anlarda tek bildiğim şey buydu.



Kalp atışlarım durdu, bedenim çalışmamaya başladı, sen gittin ve ben öldüm.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
[YARIŞMA] Soyut Sevgi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Sevgi v.s Aşk
» [YARIŞMA] My Bigbang
» [YARIŞMA] BEKLENEN GÜN
» [YARIŞMA] <3 SONSUZA DEK SS501 <3
» [YARIŞMA] SESSİZLİĞİN BESTESİYDİ

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Kore Hikayeleri :: Hanguk Iyagi :: Tek Bölümlük Hikayeler-
Buraya geçin: